Ölümün tabelası asılı belli ki
mesnetsiz bir ithamdan çıkmış yola.
Yolluk mahsulü durgunluğum; şehla
gözlü yabancı bakışlar…
Aksıran ve aksayan sessizlik yine
tekleyen kalbi mutluluğun. Patavatsız şarkıların indinde, karekökünü aldığım
yorgunluğum aslında çoğaldığını bilsem de haykırdığım.
Tek tabanca hüzün yine boyutsuz yine rükûsuz
yine fesat yanılsamalar…
Kökleri dünün; kambersiz düğün misali
ördüğüm hikâyeler.
Gönülden damlayan… hayır, hayır,
taşan ve çağlayan.
Yürekten seven kaç kişi kaldıysa
geride sonra da somurtan yüzlerin kinaye yüklendiği ve anlam olmaktansa yok
olmayı dilediğim.
Bir kuramda saklı belki de şifresi
hayatın yoksa kurallar mı demeliydim?
Yana yakıla büyüyen çocuklar ve
ellerimizden kayıp giden masumiyet.
Göğün rotası hep sonsuzluk.
Sonsuzluğun zikri belki de ölüm
sonrası…
Hitap yeteneği olan bir gökyüzü ve
boca ettikçe rahmeti, bizler dar açılı penceremizden uydurup farklı masallar,
farklı yalanlar ve ansızın inanmakta da zorlanmadığımız.
Şekli şemaili olmayan bir merdiven mi
yoksa az ötede kaldırılmayı bekleyen? Hayır, hayır, tam tersi, birileri çıksın
diye konmuş oraya.
Tanrı’nın ellerinde kader.
İnancın uzamında aşkı ve sevgiyi
coşkuyla giydiğimiz ama her nasılsa çırılçıplak kalan ruhlarımız.
Dik başlı sevdalar.
Geniş açılı ölümler. Taziye evinde
yakılan ağıtlar ve yan komşuda dünyaya gözlerini henüz açmış bir bebek.
Ninniler aslında ağıtlara ters düşen.
Ağıtlar mı mutluluğu gölgeleyen?
Mutluluk yanlış bir referans mı yoksa
üzünç katsayısını sıfıra eşleştiren?
Vasıflar vasıfsız.
Nitelikleri nicelikle sınırlandıran.
Heybetli adamlar…
Minyon kadın figürleri.
Aşkın hicvi ve yorgunluğun toleransı
yine de hibe etmekten geri kalmadığımız anlık bir zafiyet belki de büyüyen
dünyalarımızda çapulcu imgelerle sınırlandırdığımız.
Kaç beden büyük gelirse gelsin aşk…
Yol yordam bilmeden de sevenler ve
sever gibi yapanlar.
Ana kıtanın yüz ölçümü yine
yüzsüzlüğün de başkenti.
Bir minvalde bir yürekte ve tek bir
dokunuşta asaletini duyumsadığımız aslında yalnızlığın titrine aykırı düşen bir
gölge ile mimlenen yalnızlık…
Yalan yanlış arkadaşlardansa ve
nankör insanlar mı yoksunluğun mizacı yoksa dolu dolu bir kalbin teklemeye
başlayan iç sesi mi?
Yanılmak… hem de aralıksız.
Sevmek… nereye kadar, demeden sevmek
ve inancın koşulsuz dirayeti ile hep yüklenmek hep yüreklenmek adına kıtalar
aşmak yine sevginin mizacına uygun bir gövde gösterisi.
Pergeli sapladığımız o izafi çukur.
Çukurlarda saklı ölüler.
Ölülerin unutulmuş hayat hikâyeleri.
Hikâyelere eşlik eden yeni
kahramanlar ve ne çok figür.
Aslına ihanet etmeden ve insanlığını
da heba etmeden… dolan çukurlar.
Dolan göz pınarları.
Oysaki ağlamak yasak kılınmıştı bir
zamanlar.
Sevinçten ağlayanlar ise ayrı
nüktedan ayrı dokunaklı kelimeler telaffuz etmekte.
Şimdi göğe tırmanıyorum ve o kırık
basamağını merdivenin görmezden gelip adımı atıyorum beyaz bulutlara.
Rahmet ne çok bulutların üstünde.
Mutluluk ise çok yukarılarda demek ki ölmek için fazlasıyla neden var.
Pervazında isen ölümün aslında yaşadığına
dair de bir yanılsama ise aradığın mutluluk…
Kelimeler kadar nüktedan, bir serçe
kadar ürkek ve bir aslan kadar da yiğit ve cesur hele ki söz konusu anlamlardan
arınıp yeni bir anlama yükleme yapmaksa ve evren bekleme yapmadan sıradan geçiriyor
insanları ki müptelasıyız madem sevginin ölmeye bile değer eğer ki söz konusu
sığınacak bir yürekte konaklamak ise.
Beni ben olduğum için sevmekten
vazgeçmeyecek kim ise ve kelimelerim ile kabullenecek ve sevgimi daha da
çoğaltacağım…
Aslıma ihanet ediyorum ve
tetikliyorum kalemi hem de yorgun bir endam değil de coşkuya dair bir kımıltı
ile gözlerimi yummaya hazır olduğum yeter ki sevgi galip gelsin.