Pazar ya da pazartesinin yeri olmaz yayla yaşamında. Doğada hiçbir çiçek Pazartesi açıp Cuma günü solmaz. Doğanın kendine has kanunları vardı. Durum böyle iken insan doğaya hükmedemezdi. Hükmettiğini düşünür ama hükmedemez.  Yemek içmek gibi yaşamsal faaliyetlerin günü saati olmaz. 
O gün günlerden Pazar olsa da inekler her zamanki gibi aynı saatte otlağa götürülecek, otlatılıp geri getirilecekti. 
Bizim yayladan mı kaynaklanıyor ineklerin genetiksel huyundan mı bilmiyorum ama bizim inekler başlarında sığırtmaç olmadan otlamıyor. Otlamadığı gibi yola koyulup kaçıyorlar. 
Ben evin en işe yaramazıydım. Ömrümün toy çağlarında bıyıkları terleyen neşeli, şen şakrak bir delikanlıydım. Karadeniz’in yaylalarının birinde basit bir sığırtmaçtım.  Boyumu soracak olursanız ortalama bir Trabzon erkeğinin boyundan biraz daha uzundu. Lise çağlarıydı, yaz tatiline girmeden 15 gün evvel inekler süslenir, kamyona yayla eşyaları doldurulur yayla yolu tutulurdu. 
Açıkçası yaylada benim canım sıkılırdı, okul arkadaşlarımı göremezdim. İstediğim zaman köye inme hakkım da yoktu. Ben olmayınca 75 yaşındaki kocakarı ninem inek peşinde koşamaz. Hele bizim deli ineklerin peşinde asla koşamaz. Ben gençtim, dinamiktim; benden başka kimse baş edemezdi bizim deli ineklerle. 
İneklerimiz tam bir çeteydi. Aralarında en dişli olan kendini lider ilan eder o ne yaparsa diğer inekler de onun peşinden giderdi. Yıllardır yazları ineklerle haşır neşir olduğum için onların psikolojilerini de çözmek üzereydim. En azından anlamaya çalışıyordum. En çok merak ettiğim de inekler gülümsüyor mu? Üzülüyor mu? Yani duyguları var mıydı? Kırmızı beyaz olan Simental cinsi ineğin bazı günler gözünden yaş eksik olmazdı. Nedenini tahmin etmeye çalışıyordum. Anneme ve ablama sorduğum zaman bilmediklerini söylerlerdi. Babaanneme sorduğumda: “Uşağum, vurdun acittin oni onun uçun ağlay.” Diye cevap verirdi. Aslında bu bana mantıklı geliyordu. Bu ineklerin de üzülebildiğini gösteriyordu. Duygularını yansıtmak sadece insana has özellik değildi. Mesela üzüldüğünü gösterebilmek için konuşmaya gerek yoktu; vücut dili bunun için vardı. Kendime ne kadar söz versem de bırakamıyordum ineklere vurmayı. Yaşımın getirdiği tecrübesizlik midir nedir bilmiyorum ama sinirlerimi kontrol edemiyordum. İneğe vurduğum zaman gözünde yaş görünce daha da deliriyordum ve ineğe bağırıyordum:
-“Benim sözümden çıkmasan da sana vurmasam günaha girmesem olmay mi!”diye.
-“Bıktım sizden! Beni delirtiysiniz”
İneklerin hepsi bana beni dinliyormuşçasına anlamlı anlamlı bakıyordu.

Bir gün aşırı sisin yaylaya hâkim olduğu saatlerde İspendamlıkta inekleri otlatıyordum. Çise vardı, yere oturamıyordum. Kendi halimde şarkı mırıldanırken annemin bana seslendiğini duydum. Sesi bir ok gibi havayı delerek kulağıma giriyordu; duymamak elde değildi:
-“Ahmeet huuu!”
-“Haa noldi?” 
-“Hağu siğırlari biraz çikar yukari da gel ekmek vereyim sağa aç oldun.” 
İneklere baktım, sakince otluyorlardı ve epey de doymuşlardı. Koşa koşa eve gittim 10 dakika oyalandıktan sonra inekleri bıraktığım yere yaklaştım kelek seslerinin gelmediğini fark ettim. Duman öyle çökmüş ki görüş alanım iyice küçülmüştü. Biraz daha ilerleyince ineklerin de olmadığını gördüm ve küçük çalılıkların arasına daldım. Kızılağaçlıkları geçtim gürgen ağaçlarının olduğu yere koştum ineklerin izine rastlayamadım. Ormandan çıktım ve inekleri hiçbir zaman götürmediğim yöne doğru koşmaya başladım. Ortalıkta sessizlik egemendi. Yerlere bakıp ineklerin ayak izlerini görmeye çalışıyordum ancak rengârenk çiçekler ve yeşil otluklar dışında bir şey yoktu. Soğukkanlılığımı korumaya çalışırken yere yapışıp kalan dumana saydırmayı ihmal etmiyordum. Öğle ezanı okunalı çok olmuştu, ortalıkta benden başka sığırtmaç da görünmüyordu. Sağıma dönüyorum soluma dönüyorum, arkama önüme bakıyorum bizim deli ineklerden hiçbir iz yoktu. 
-“Çiçeek, Yaşmaaak, Sarıkıııız…” diye bağırmaya başlamıştım. Belki isimlerini duyunca sesime doğru gelirler diye ümit ettim ama sonuç yoktu.
-“Geh kale kale kale, geh kale kale kale, Sarıkızım geeh, Yaşmağım geeh kızım, geh ,geh.” 
 Babaannem gibi olmuştum, inekleri nazlayarak çağırıyordum. Biri beni bu şekilde çağırsa koşa koşa gelirdim herhalde. 
-“Allah’ım habu dumani kaldır da bulayim habi siğırlari daa” diye yakarmaya başlamıştım ki karşımda bir köpeğe benzer karartı gördüm ve ister istemez dilimden o kelime döküldü: “Amosiodeni”
Elimde değnekten başka bir şey yoktu, hızlı karar alıp çabuk hareket etmeliydim. Onun bir köpek mi kurt mu olduğuna karar verip ona göre hareket edecektim. Ki bir kalın ses duydum. Başımı sesin geldiği yöne çevirdim, gelen eski kapı komşumuz Mustafa amcadan başkası değildi.
-“Ahmet, oğlum napaysın haburda yalağuz?”
-“Sorma Mustafa Amca, 10 dakka eve gittım geldım siğırlar kaçti. Olari araydim.”
-“Ha, ormanın ortasindaki yerde 6 tane var olar sizin midır?” diye sorunca heyecanla:
-“E olayim sağa Mustafa Amca, e Allah senden razi olsun!”deyip gövdesine sarıldım. Öylesine mutlu olmuştum ve öylesine rahatlamıştım ki sinirim bir su gibi akıp gitmişti vücudumdan. 
Mustafa Amcanın yardımıyla inekleri ormandan çıkarıp eve götürürken sis yavaş yavaş dağılıyordu. Çok yorulmuştum kıyafetlerim çok ıslanmıştı. Dinlenmek için bir taşa oturdum ve sisin dağılışını izlemeye koyuldum ki bir elin omzuma değmesiyle ayağa fırladım. 
-“Şey”
Benim yaşlarımda genç bir kızdı, daha önce buralarda gördüğümü hatırlamıyorum. Ayağa fırladım:
-“Buyur” dedim. Genç kız elindeki siyah poşeti bana uzatıp:
-“İnekleri kaybettiğini gördüm, ararken ayaklarının ıslandığını düşündüğüm için sana çorap getirdim.” Demesin mi? Dondum kaldım, başımı eğip ayaklarıma baktım. Kara lastiklerimden sular fışkırıyordu. Yüzümün kızardığını yandığından anlıyordum o an. 
-“Gerek yoktu zaten eve gidiyordum.” Dedim mahcup ses tonuyla. Başımı kaldırıp kızın yüzüne baktım, birkaç saniye sonra gözlerinin içinde buldum kendimi. Beni dürtmesiyle kendime geldim.
-“Olsun al giy bunları.” Deyip siyah poşeti elime tutuşturup yanımdan uzaklaştı. Uzaklaşırken yüzümde bir tebessüm bırakmıştı. Poşeti açtım bir çift uzun çorap duruyordu, giymedim. 
İneklerin peşine düştüm. 
İnekleri sürerken bir yandan o an yaşadıklarımı düşünüyordum. Kız çok narindi, başında pembe bir eşarbı vardı, ince siyah gül desenli hırkası, papatyalı eteği ve yanağında küçük çukuru vardı. Bense dizlerime kadar ıslak eski kot pantolon, yırtık eski spor hırka ve dağınık kirli saçlarımla karşısındaydım. Öyle utanç duydum ki, kız bana acıyıp çorap getirmişti. Utançla sinir karışımı bir duygu seline kapılıp elimdeki değneği hızla fırlattım. 
-“Iyyy pis herif.” Diye kendime hakaretler yağdırmaya başladım. 
İnekler çok doyduğu için ağır ağır çıkıyordu yokuşu. Neyse ki çok geçmeden inekleri ahıra koyup bağladım. Çok doydukları için yemliklerine ot koymadım. 
Evde soba gümbür gümbür yanıyordu, üzerimi değişir değişmez sobanın başında kurulmuş olan sofraya oturdum. Dalgınlıkla yemeğimi yiyip kanepeye uzandım. Annem babaannem ve ablam sohbet ediyordu. Ben düşünceler içindeydim. 
Ertesi gün inekleri aynı yere götürüp beklemeye başladım. Kıyafetim önceki güne nazaran biraz daha iyi sayılırdı. En azından rezil durumda değildim. Hava yine sisliydi ama yağmıyordu. Aradan bir saat geçti, bir yabancı inek çıkageldi yanıma. İneği kovmak için ayağa kalktığımda ne göreyim, o! Utana sıkıla gülüyor, başını yere eğiyordu. Heyecana kapılıp elimdeki değneği düşürdüm. 
-“Kolay gelsin” deyip durdu yanımda. Tebessüm etmeye devam ediyordu. Gamzesini gizleyeme çalışır bir uğraştaydı sanki. 
-“Sağ ol, hoş geldin.” Dedim. 
-“Hoş buldum.”
-“Şey,” deyip az önce gelen ineği işaret edip:
-“Sizin mi bu inek?”
-“Evet. Diğerleri de az ilerde otluyor. Bu tarafa geliyorlardı ben de müdahale etmedim.”
-“İyi o zaman.” 
Derin bir sessizlik oldu, bir süre ikimiz de yere baktık. Elimde olmadan titremeye başladım. Kendime hâkim olmaya çalışırken onun rahat olduğunu fark ettim. 
-“Yerler” deyip sessizliği bozdum. Biraz duraklayıp:
-“Yerler ıslak ama bende fazladan hırka var oturmak istersen”
-“Ama sen de otur.” 
Hırkayı çıkarıp yere serdim ve aynı anda oturduk.
-“Duman gelince içim daralır benim.” Dedim. 
-“Evet. Bu arada ismim Leyla” 
-“Aa evet, heyecandan ismimi söylemeyi unuttum, ben de Ahmet.” Deyince gülüştük. 
Tanışma faslı ilerledikçe birbirimize ısınmaya başladık. Isınmayı geçip ufak tefek şakalaşmaya kadar vardı yolumuz. 
-“Ben Trabzon’da Öğretmen lisesinde okuyorum. Bu yazı Amcamlarla beraber yaylada geçirmek istedim.” 
-“Ben köyümüzün lisesinde okuyorum. Her yıl yayladayım.”
-“Çok şanslısın. Temiz hava huzur var burada.” 
-“Aynı zamanda can sıkıntısı.” 
-“Her yerde sıkılır insanın canı.”diye cevaplarken yerdeki sarıçiçeğe bakıyordu. 
-“Sarı çiçeğe bir şey mi soracaktın?” diye bir espri patlatınca kahkaha attık. 
Sohbet muhabbet derken zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyorduk. Derin bir hüzünle ertesi gün yine görüşmek üzere evlerimize dağıldık. 
Ertesi gün o yoktu. 
Yine yoktu.
Yine yoktu.
Aradan Bir hafta geçmeden güneşin kendini gösterdiği bir sabah inekleri acele acele götürdüğümde, aynı yerde beni beklediğini gördüm. Onu görünce kalp atışlarım hızlanıyor, ellerim titriyor, vücudum soğuk soğuk titriyordu. Bu neydi böyle? Güneşin parlattığı yeşilin tonu onun gülüşü yanında sönük kalıyordu. Koşarak yanına gittiğimde tebessümü daha da büyüdü, gamzesi daha da belirginleşti, gözlerinin içi daha da güldü. İçimin bu kadar ısındığını hatırlamıyorum. 
İneklerin arasında çimene oturup uzunca birbirimize bakınca dilimiz susuyor gözlerimiz konuşuyordu. Gözlerin konuşması demek, kalplerin birbirine bağlanması demekti. Gözlerimi gözlerinden kaçırmadan yerdeki sarı çiçeği koparıp usulca kulağının arkasına koydum. 
-“Ölünce o çukura gömsünler beni e mi?” deyince başını utançla öne eğdi.
-“Sen o çukura sığmazsın delikanlı.” Diye cevapladı beni. 
-“Ben ölünce o çukura ruhum gömülecek.” Dedim. İlk defa elini tuttum o an. Kalbim artık boğazımda atıyordu. Onun gözbebeklerinin büyüdüğü gözümden kaçmadı.
Hızla elini çekti ve ayağa kalktı. 
-“Benim gitmem gerek.” deyip inekleri alıp uzaklaştı otlaktan. Beni yalnızlığımın ortasına bırakmıştı. Elini tutmakla hata etmiştim. Bir daha gelmezdi artık buralara, onu kaybetmiştim.
Onu çok az görmüş olsam da sanki çok eskilerden beri tanıyormuşum hissi uyandırmıştı bende. Sanki çok eski zamanlardan kalma bir sevgiydi ona beslediğim. O yanımdan ayrıldıktan sonra rengârenk dünyam siyah beyaza bürünmüştü. 
Onu görmediğim günleri sayar olmuştum. Hatta saatleri, dakikaları. 
Saatler günler haftalar ilerledikçe içimdeki aşk büyüyordu. Görmediğim halde kalbim heyecanla çarpıyor, ondan ümidi kesemiyordum. İçimde onu tekrar göreceğime dair bir umut vardı.  İlk tanıştığımız İspendamlıkta sessizce otururken bir el dokunacaktı omuzuma dönüp bakacaktım o karşımda dikiliyor, tatlı gülüşüyle. Hatta her gün İnekleri toplayıp oraya gidiyordum. İçimde büyüttüğüm umut, beni hep oraya çekiyordu. Yere uzandığımda yerdeki çiçekler bana fısıldıyordu: “O gelecek.” Gökyüzündeki şekilden şekle giren bulutlara baktığımda: “Sabret, o gelecek.” Diyordu. Nereye baksam ona dair izlere rastlıyordum. 
-“Ah Leyla’m, ah güzelim.” Deyip iç çekerken karşı ki dağlara hüzünle dalıyordum. O her yere dokunmuştu: Yaşmak’ın sırtına, yerdeki çiçeklere, yoncalara. En çok da benim yüreğime dokunmuştu. Öyle dokunmuştu ki büyülenmiş büyülenmiş geziyordum ortalıkta.
 Yürürken çimeni ezmiyor da nazikçe okşuyor gibi bir hali vardı Leyla’mın.  
Onunla yaşadıklarımı kayda alacak bir materyalim yoktu, o yüzden onunla yaşadığım değerli anıları her gün her an hayalimde canlandırıyordum. İspendamlıkta inek otlatırken, yemek yerken, uzanırken, yürürken hep hayalimdeydi Leyla.
Onsuz koca bir yazı erittim. Öyle umutsuzluğa kapıldım ki bir an, onsuz yılları da eriteceğim korkusu düştü yüreğime. Elimi göğsümün sol tarafına koydum, ve dudaklarımdan ismi döküldü. Umutsuzluğa kapıldığım halde, evin kapısının önünden İspendamlığa bakmaya devam ediyordum. 
-“Allah’ım sen onu gönlüme düşürdüğün gibi alın yazıma da düşür.” Diye dua ekliyordum. 
Evdekiler bendeki bu değişimin farkındaydı, ama sebebinden habersizlerdi. Leyla’mı bilmiyorlardı. 
-“Oğlum neyin var, haftalardır neşen yok.”
-“Neşem yok işte. Rahat birakın beni.”
-“E niye yok oni söyle da”
Derin bir suskunluk. 
Artık soğuklar başlamıştı, yüksek dağlara kar atmıştı. Köye göçler başlamıştı. 
Biz de çok geçmeden Hazırlıklara başladık. Göç etmeden önce İspendamlığa indim ve oturup uzun uzun Leyla’mla yaşadığım o kısa ve değerli günleri yâd ettim. 

***

Onsuz 3 senem geçmişti, her yıl olduğu gibi 3 sene boyunca yazları yaylada geçirdim. Yalnız değildim, onun hayali, hatırası yanımdaydı. İspendamlıkta inek otlatıyorduk, çiçekleri koparıyorduk, ineklere sesleniyorduk, gülüşüyorduk. 
Leyla’m her duamda vardı. Ona büyüttüğüm aşka kendimi teslim etmiştim.
Bir gün masada bir zarf dikkatimi çekti. Küçük, çiçek motifleriyle donatılmış bir davetiye zarfıydı, öylesine açıp baktım ki ne göreyim, Leyla’nın ismi yazıyor! Aman Allah’ım bu benim Leyla’m! Kalbim yerinden fırlayacak gibi atıyor, vücudum deli gibi titriyor, ellerim soğuk soğuk terliyordu. Leyla’m evleniyordu. Yıkılmıştım.
1 Hafta sonra düğünü olacaktı. O günü İspendamlıkta geçirdim ağlayarak. Ondan umutlarımı hepten kesmiştim. Başka bir çarem yoktu. Ama sevgim devam ediyordu, onun boyunduruğu altındaydı yüreğim ne de olsa. Belki zamanla biterdi sevgim diyordum. Acımı kalbime gömüp hayatıma devam edecektim. Hiçbir şey olmamış gibi yaşayamasam da hayat akıp gidiyordu.
Aylar sonra gördüm onu, mutlu görünmüyordu. Beni görünce mahcup bir şekilde başını öne eğdi ve durdu. Bende durdum, uzun uzun bakıştık. Gözlerinden nasıl da okunuyordu mutsuzluğu. Beni kurtar bakışları hâkimdi gözlerine. Kocasıyla mı mutlu değildi, başka kötü şeyler mi gelmişti başına. Soramadım, hızlıca uzaklaştım yanından. Eski günler canlanıverdi gözlerimin önünde, yanaklarımdan süzülen yaşlar yaşanılan o güzel günleri yâd eder gibiydi. Sustum, sustum dişimi sıktım, sustum. Neyimeydi artık? Nerden çıktı karşıma o aydınlık?
15 gün sonra yine karşılaştık, yolumu değiştireyim derken önüme dikildi ve gözlerimin içine baktı. Bu kadar yaklaşınca yüzündeki morlukları fark ettim.
-“Mutlu değilim Ahmet.” Diye fısıldadı.
-“Sensiz hiç mutlu değilim.
Kendimi tutmaya çalışırken gözyaşlarım inadına hükmediyordu. Konuşamayacak hale gelmiştim.
-“Kurtar beni.” Dediğini duymazdan geldim ve bir adım attım. Kolumdan tuttu:
-“Beni dayaklar işkenceler değil, sevgisizlik öldürecek Ahmet.” Dedi ve daha da sarıldı koluma. Hızlıca çekip kolumu:
-“Bırak, birileri görecek!” diye çıkıştım.
Saatler asırları devirir hızda ilerlerken gecenin koynunda buldum kendimi. Derin derin yatağımda uzanmış derin derin düşünüyordum ki cama gelen bir taşla irkildim. Camdan bakınca bir şey göremedim ve aşağıya koştum, hırsla kapıyı açtım ki ne göreyim. Eski günlerdeki gamzeli gülüşüyle, elindeki bohçayla karşımda dikiliyordu Leyla.
-“Sana geldim sevgili.” Diyordu mahcup bakışlarıyla. O gece sevgime yenik düştüm bir kez daha, içeri buyur ettim Leyla’mı. Her şeyi göze aldım. Benim olacaktı Leyla’m. Bir daha terk etmedi beni Leyla’m, gitmedi, beraberce 30 yılı devirdik acısıyla tatlısıyla…

-“Vay be Ahmet Amca ne büyük bir sevda bu. Şimdiki aşklar nedir bunun yanında. Sağlam film çıkar bu anlattıklarından.”
-“Aşkın devri yoktur evlat, her devirde aynı kalır aşk.”
Leyla, Ahmet’e aşk dolu gözlerle bakıp:
-“Bizi ayıran olursa adı ölüm olsun.” Diye fısıldadı.
( Bir Sevginin İzdüşümü başlıklı yazı AyşegülAktağ tarafından 1.03.2018 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.