MAKETÇİ  YAZAR -1

 

                                                                           Bu hikaye serisinde anlatılanlar tamamen gerçektir.

                                                                           Eylemlere dayalı ve iki üçüncü tekil kişili

                                                                           sıra dışı bir hikaye.

 

            "Ufacık çocuğun eline bıçak verilir mi?" diye bağırdı nine. Yeni ifadeyle babaanne.

Kocasının umursamazlığına kızıp, çocuğun elindeki -on göre- bıçağı almak istedi.  Çok yumuşak bir ahşap plakayı yontarak kafasına göre bir şeyler yapmaya çalışan beş buçuk yaşındaki çocuk, elindeki yontucuyu vermek istemedi. Kadın, çocuğun eline zarar vereceği endişesiyle kesici aleti zorla almak istemedi.

            "Çocuğun elindeki bıçağı al!" dedi kocasına sertçe.

            "O bıçak değil, çakı," dedi Maketçi Yazar.

            "Çocuk, elini kestikten sonra çakı olmuş bıçak olmuş ne fark eder?" derken, öfkesini de  belirtti  nine.

            "Keserse kessin," dedi Maketçi Yazar. Yavaştan da güldü.

            Dediğini yaptıramayan babaanne, "sinir küpü" halinde ayrıldı odadan. Maketçi Yazar, torununun ağaç işleyişine baktı bir süre. Elinde yatkınlık vardı. Çakı tutuşu fena değildi.

            "Çakı, elini kestiğinde kan akar. Kesilen yer acır. Elini kesme," diye baştan uyarıda bulunmuştu. Torunu da, “Ben elimi kesmem! Sen kesersin!” diye epey sesli karşılık vermiş ve birlikte epey gülmüşlerdi. Bu defa, "Elini kesip kan aktığında ve acıdığında ne yaparsın?" diye sordu.

            "Elimi kestim! Kan akıyor derim!" dedi torunu. Sanki marifetçesine sesini yine yükselterek.

            "Ağlar mısın?" diye sordu Maketçi Yazar.

            "Ben ağlamam! Sen ağlarsın!" dedi torun bağırırcasına.

            Yine yavaştan gülen bizimki, (Maketçi Yazar ifadesi, okumada bıkkınlık verebilir. Onun yerine ara sıra "bizimki" diyelim.) "Cesur ve dayanıklı olman hoşuma gitti," diyerek övgüde bulundu torununa. Ayrıca, omzunu okşadı.

            Hoşuna gitmiş olmalı ki, "Ağlamam," diyen torun ağacı yontmaya devam etti. Bir süre sonra da olanlar oldu. Torun, "Ay!" diyerek yakındı. Ardından da, dudakları titrer bir halde. "Elinin acıdığını ve kan aktığını" söyledi.

            "Söz verdin. Ağlamak yok. Acı, birazdan geçer," diyen bizimki, yara bandını epey küçülterek kesilen yeri kapattı. Torununu rahatlatmak için, kendisinin de elini çok kestiğini, ağladığı halde acısının geçmediğini belirtti. “Sen ağlamadığın için acısı daha çabuk geçer,” deyip, kesilen yerin çok çabuk iyileşeceğini söyledi.  Ağaçla işlenmenin tadına erişmiş olmalı ki, çakıyı ve yumuşak ahşap parçasını aldı torun. Dedesine bakarak, bir bakıma yontma izni istedi. Dedesinin, güler yüzle "Devam et" demesiyle keyifle işine koyuldu.

            Akşamleyin, anası fişlemiş olmalı ki oğlu da babasından, çocuğun eline kesici alet vermemesini istedi.

            "Kendi çocukluğunu ne çabuk unuttun?" diyerek çıkıştı baba. "Sen bu tür şeyleri bana danışmadan yapıyordun! Şimdiyse oğlunu bunlardan uzak tutmak istiyorsun! " 

            "Haklısın baba," diyen oğul, özlemle baktı babasına. "Çocukluğumu, çocuk gibi yaşattın bana," diyerek devam etti sözlerine. "Dört beş metrelik ağaca tırmanmama bile ses etmedin. Ne yazık ki, çocuklarıma o fırsatı veremiyorum ben. Zaman ve bulunduğumuz İstanbul, çocukların aleyhine işliyor. Anaokulu, iki yüz metre uzaklıkta. Oğlumu, sen ve annem alıyor. Oysa ben, o yaştayken anaokuluna kendim gidip geliyordum. İnsan olarak, toplum olarak her bir şeyden çekinir ve korkar olduk. Elimizi keseceğini sandığımız küçük bir çakıdan bile..."

            Çocuklarının yetiştirilmesi, eğitim ve öğretimi konusunda sıkıntılarını dile getiren oğluna hak verdi Maketçi Yazar. Bir edebiyat sitesinde okuduğu, (Edebiyat Evi Sitesi ve Sami Biberoğlu’nun sayfası. Bunu es geçme bay Maketçi Yazar.) çocukların yetiştirilmeleriyle ilgili olarak bir maarif müfettişinin dile getirdiği gerçekleri anımsadı. Ortaokul ve liseye giden üç torununun kendisine davranış biçimlerini ve yaşantılarını film şeridi gibi geçirdi gözünün önünden. Oğlu ve dört numara yavru torunu gittikten sonra Doğan Ceylan adındaki eğitim uzmanın yazdığı gerçekleri bir kez okudu.

"...Altın kafeslerde çocuklar yetiştiriyoruz artık. Uçmayı bilmeyen kuşlar gibi.

Çocuklar hayattan bihaber. Açlık nedir bilmiyorlar, yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarında, acıkmalarına  fırsat bile vermiyoruz. Öyle ki yemek yemeyi bile işkence görür hale geliyorlar. Susuzluk nedir hiç bilmiyorlar. Hiç susuz kalmamışlar. Üç adımlık yolda bile susarlar diye yanımızda içecek taşıyoruz. Çocuk daha "susadım" demeden suyu ağzına dayıyoruz.

            Çocuklar hiç üşümüyorlar. Soğuk havalarda evden çıkarmıyoruz. Okula giderken kırk kat sarmalayıp çıkarıyoruz dışarı, hiç titremiyorlar.

Çocuklar hiç ıslanmıyorlar, evden arabaya kadar bile üç metrelik mesafede şemsiyesini başına tutuyoruz. Saçına bir tek yağmur damlası düşürmüyoruz.  Bu yüzden çocuklar ıslanmak nedir bilmiyorlar.

            Yorgunluk nedir bilmiyor çocuklar. İki adımlık mesafelere bile arabayla götürüyoruz onları yorulmasınlar diye. Birazcık parkta koşsalar, hasta olacak diye engel oluyoruz. Onlar takatleri tükenecek kadar hiç yorulmuyorlar.

            Yokluk nedir bilmiyorlar, daha istemeden her şeyi önlerine sunuyoruz. Bu yüzden varlığın kıymetini bilmiyorlar. Onlar bir yanığın veya bıçak kesiğinin acısını bilmiyorlar. Elleri yanmasın, kesilmesin sakın diye onlara ne bıçak tutturuyor ne ocak yaktırıyoruz.

Çocuklar hissetmiyor yaşamı, açlığı bilmediği için açlara acımıyor, üşümek nedir bilmedikleri için sokaktaki evsizleri umursamıyor. Yokluk nedir bilmedikleri için ekmeğe gelen zam onların dikkatini bile çekmiyor, haber kalabalığı olarak görüyor, gülüp geçiyorlar.

Sıcak odalarında yaşadıkları için evsizlik nedir, sürgün nedir anlamıyor, savaşları,

kurşunlanan, ölen insanları umursamıyorlar. Acımıyorlar...

Kıymetini bilmiyorlar ekmeğin, elbisenin, barışın ve huzurun, ana babanın..."

 

            O gece yatağa girdiğinde, epey gerilere gitti bizimki. Belleğinde adamakıllı yer edinen el ve görsel becerileri bir bir gözünün önüne gelmeye başladı...

 

            Emmi çocuklarıyla birlikte kendilerine ait ve bazı katma sığırları güderken çakısıyla, çam kabuğundan kayık, gemi ve kamyon yapardı. Kayık ve gemiyi kitaplarda resim olarak görmüştü. Kamyonu ise, oldukça iyi tanıyordu. Orman idaresinin parayla köylülere kestirdiği tomruk ve direkleri yükleyip, Gediz ve Altıntaş ilçelerine götürüyorlardı. Doc (Dodge), bedford ve başka marka kamyonları yapmazdı. Burunlarının yanlarında delik olduğu için. Beğendiği marka Austin kamyondu. Burnu yuvarlak ve basıktı. Ona denk geldiğinde, hayranlıkla bakardı…

 

            Sığır gütme dışında, harman kaldırma süresince de eli hiç boş kalmazdı. Bilmediği ve resimlerde görmediği halde ekin saplarından kovboy şapkasına benzer şapkalar örerdi. Söğüt çubuklarının kabuklarından sipsi türü çalgılar yapardı. Pek iyi çalamasa da kavalla ya da sipsiyle yanık havalara girer, uzun havalı türkülerle özellikle yaşlı kadınları ağlatırdı. El becerilerinin yanında bir hünerini daha döktü ortaya. Seyirlik oyunlar. Harman yerinde, harman kültürlerinden esinlendiği için, küçücük başıyla gösteri düzenliyordu. Bir gece yaptığını bir başka gece yinelemiyordu. Çok daha farklı gösterileri kafasında tasarlıyor, hatta kağıda bile döküyordu. (Senaryo yazmaya o zamanlarda başlamış bizimki.)  Bir keresinde, oğlan ve kız çocuklarını koyun sürüsü yaptı. Bazı yaşlı kadınları da sürüye katarak, yapılarına göre boyunlarına büyüklü küçüklü çanlar taktı. Oğlaklara takılan küçük şın şın çanlarını bile.  Sipsi çalarak sürüsünü otlattı. Tuzladı. Hatta bir koyuna elini yalattırdı. Oyuncu köpeğiyle oynaştı. Ardından, arkasına hafiften şaplak atıp, "Git sürüyü dolaş! Kurt saldırmasın" diyerek kovaladı onu. Kaval çalıyordu ki kurt saldırısına uğrayan sürüsü ürktü. İlk kaçan köpeği oldu. Kendisi de onun peşine takıldı. Sürüsü de ona uydu. İzleyenleri öyle bir güldürdü ki, yerlere yatırdı. Bazı yaşlıların altına bile kaçırttı.

            Bırak emsallerini, kendinden küçük veletler  bile "Korkak çoban. Ödlek çoban. Kuş yürekli çoban," diye itham ettikleri için iki gün sonra sığır çobanı oldu. Köpeği yoktu. İki danayı kafa kafaya vuruşturuyor, keyifle bakıyordu. Tabi, sürüsü de. Kurt, sığır sürüsüne de saldırdı.  Buzağılar, ana ve babalarına altına sığındı. Bu defa efeliğini gösterdi çoban. Sopasını kaldırdığı gibi kurdun üstüne yürüdü. Kafa kafaya vuruşan iki danayla büyük sığırların çevirip süsmeleriyle  kapana kısıldı kurt. "Ben ettim, siz eylemeyin," diye yalvardı. "Beş yavrum yolumu gözler. Onlara biraz et götürecektim. Kendim, ciğer de olsa yemeyecektim. Sopayla kafamı kırıp, boynuzlarla karnımı deşerseniz burada,  beş yavrum aç kalır yuvada. Bana acımıyorsanız yavrucuklarıma acıyın. Bir daha saldırmayacağım.  Beni affet çoban ağam..."  Kurdun yalvarıp yakarmalarına aldırmayan çoban, sürüsünün iç burkucu acımaya yönelik mööleri karşısında insafa gelip sopasını indirdi.  "Azat mezat, öteki dünyada beni gözet," diyerek azat etti kurdu. Torbasından yarım ekmek çıkarıp,  "Bunu yavrularına götür," dedi. Kurt bir sevindi bir sevindi ki…Yavrularına götüreceği ekmeği yerken çobana sürtündü.

            “Evcilleştim galik .  Senin çoban kurt köpeğin olayım,” dedi.

            (Bu çocuğun elinden tutan olsaydı, film yapmada Steven Spielberg’i bile kesinkes sollardı.)


Veysel Başer

( Maketçi Yazar 1 başlıklı yazı Veysel Başer tarafından 31.03.2018 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.