Siz minibüsçü Sezai Ağabeyi tanımazsınız... Küçükçekmece ile Avcılar
arasında yıllardır direksiyon sallar durur... Mahalleden de bizim büyüğümüz
ağabeyimiz olur kendisi... İki sokak aşağımızda oturur. Kimi zaman para bile
almaz bizden. Israr edersek ''Pataklarım bak haytalar benim elime doğdunuz, bir
daha ki sefere verirsiniz.'' der de başka bir şey demez...
Hepimiz delikanlı olduk zamanında. Kanımızın kaynadığı, yüreğimizin pır pır
ettiği zamanlar oldu. Her delikanlı gibi biz de sevdalandık birilerine...
Sevdik be işte! Anlayın arkadaş. Hem de ne sevme, ne aşk, delicesine de akıllı
delilik bizimkisi... Seksenli yıllar zor yıllardı... Anarşi kol geziyordu. Öyle
herkese göz süzüp de yanaşamazdınız. Ya da göz süzerdinizde, bazen solcu,
devrimci bacı çıkardı, bazen ülkücü bacı... Onlar ile arkadaş olmak için onlar
gibi olmak zorunda kalırdınız... O da bizim racona ters...
Allah'dan bizim Nurcan ile tanışmamız ve bir araya gelmemiz seksen ihtilalinden
sonralara dayanır. Pek siyaset girmedi bizim aşkımızın arasına... Biz
mutluluğumuzu Minibüsçü Sezai Abiye borçluyuz. Nasıl ya, dediğinizi duyar gibi
oluyorum... Durun canım hemen heyecanlanmayın hepsini anlatacağım yavaş
yavaş...
Nurcan o zaman çok alımlı çok güzel bir kızdı, bendeniz İsmail'in hanımı da
haliyle şimdiki zamanda aynı o günkü gibi değerinden hiç bir şey kaybetmedi...
O güldü mü benim de yüzümde güller açar... O zaman pek yanaşamıyorduk
birbirimize. Daha doğrusu ben yanaşamıyordum da o bana sürekli gülücükler
atıyordu... ''Ulan İsmail yanaşsana şu kıza beraber yürüyelim mi desene,
arkadaş olabilir miyiz desene, iki muhallebi kaşıklayalım mı desene.'' diye
durmadan kendim ile hesaplaşmalar yaşıyordum. Minibüsçü Sezai Ağabey de biliyor
benim Nurcan'a yanık olduğumu...
Neyse lafı uzatmayalım. Bir gün Sezai Ağabey döndü bana ''Oğlum, evladım İsmail
sen bu kız için yanıp tutuşuyorsun belli ki niye gidip konuşmuyorsun?'' dedi
demesine de ''Ağabey kolay mı öyle Nurcan ile konuşmak bana git kırk sekiz ay
askerliğini bir daha yap de ama bunu deme.'' dedim. Sezai Ağabey güldü hem de
gözünü gözüme dikti. ''Bak ben sana bir kıyak yapayım da bunu unutma ömrün
boyunca hemi İsmail'im.'' Şaşırmıştım ve de heyecanlanmıştım bayağı... ''Nasıl bir
yardımın, kıyağın olur ki ağabey?'' dedim. Sezai Ağabey aldı sazı sözü eline
''Bak İsmail'cim sabah sen Nurcan ile arabaya bindiğinde kalabalık oluyor
zaten, hemen Nurcan'ın arkasında dur.'' Şaşırmıştım! ''Ne olacak sonra ki
ağabey?'' Sezai Ağabey devam eder. ''Dur oğlum anlatıyorum acele etme, sonra
sen Nurcan'ın tam arkasında durunca ben önüme sanki bir kedi köpek ya da insan
çıkmış gibi sert bir fren yaparım, Nurcan'da tam düşerken sen onu havada
yakalarsın tamam mı?'' Hmm bir düşünmeli demiştim. ''Vallahi iyi fikir ağabey
bundan iyisi Şam da kayısı, körün istediği bir göz Allah verdi iki göz. Ne
diyeyim Allah derim.'' Şapka çıkartılır bu fikre...
Sonra ki günlerde hemen hemen her gün Nurcan ile aynı anda aynı saatte minibüse
biniyorduk ve her gün Sezai Ağabeyim sağ olsun iki üç kere sert frenler
yapıyordu. Eee tabi ben de boş durur muyum Nurcanı tam düşerken havada
yakalıyordum ki hem de ne yakalama. Nurcan'ın arkasında panter kaleci bile olsa
benim kadar güzel yakalayamazdı Nurcanı... Hatta bir keresinde az kalsın
tutamıyordum da kız neredeyse kapaklanacaktı yere, sonrada bizim mutluluk balon
gibi uçup gidecekti... Direkten dönmüştük o gün... Ya işte böyle yirmi dokuz
seneyi tamamladık Nurcanım ile... Sezai Ağabey olmasaydı yanmıştık hem de ne
yanma... Ben hala için için yanıyor olurdum Nurcanıma...