Yorgun savaşçının izini
sürüyorum bir geçidin izdihamından uzak aslında aklın kıyısında ölen dünümü
anıyorum bir nebze de olsa aradığımın bilinç dışı uyumsuzluğu ile sırlar
paylaştığım.
Leş gibi çöplüğü
lenduha düşlerin ve izmarit yüklü aklın kayışının boşandığı o dik yokuş.
Dilsiz hücrelerim
bölünüyor ölüme ayarlı bir düşten de alacaklıyım.
İçimin ikramı bir
acıdan yana düşen başımın omzuma değmesine izin vermediğim şüphe götürmez hem
de kuyuya düşmemden saniyeler önce.
İri gözlerini
kırpıştırıyor kâinat.
Etekleri dökümlü içi de
hayli yüklü ve yaşı geçkin bir kadın edasıyla adımı soruyor ansızın.
Asfaltsız yolların
gazabına uğrayan eski model arabanın dikiz aynasında kesişiyor gözlerimiz.
Utangaç bir eda ile sürmesini istiyorum direksiyonda ehli keyif bir şövalye
mizacı ile oturan suratsız adamdan. Yok işte: ne suratı var ne de olmayan
suratının asık olduğuna şahidim yine de biliyorum iri bir düşün kepçesinde
düşkün mizaçların sunduğu bir özveriymişçesine.
Zaman çok kaygan. Zemin
de.
Zemin yorgunluğun yokuşunda
zaman gibi yaygaracı aslında önsezilerimi öldürmek üzere rast geldiğim
mizansenin kayıtsızlığında ben hicap ediyorum yokluğumun varlığına rast gelmek
adına bir kayıt daha girdiğim bilgisayar ekranının aksanında hoş bir sözcük ve
resim arama telaşıyla.
Uyku bölmeleri var
cümle aralarına koymaya doyamadığım.
Yazıyorum uyumadığımda.
Uyuyorum yazmadığımda.
Ne yazıyorum ne de
uyuyorum aslında hiçliğimi bir metafor olarak görüp varlık katsayıma yeni bir
çentik atmak adına içime püskürttüğüm lavından yanan yüreğimi soğutmaya
çalışırken ve şaşkın bakışlara da aldırmadan.
Gerginliğim had safhada
ne de olsa mercek altındayım.
Gözümde olmayan boyadan
sorumlu değilim madem hafif bir pembelik basıyor yanaklarımdan akan yaşın tüm
resmi mahvettiği.
Peyda olan ne bir öfke
ne de zaruri bir acı sadece gel-geç aklımın oyunu.
Dağınık odalarında
biriken hayalleri süpürüyorum ve kafamı oyan ağrıyı sonlandırmak adına açıyorum
perdelerini gözlerimin belki de kapamam gereken sadece odanın perdesi iken
izdiham bürüyen sokağa takılıyor gözlerim.
Muzip bir şarkı
takılıyor ansızın sonramı geçiyorum alt yazısı yine yazmadan duramadığım akşamüstü
kapıma gelen bir yolcuyu misafir ediyorum.
Ben de bir yolcuyum ve
içimdeki laterna da pek bir özümsüyor muzip tınısını gergin aksanı ile yürek
dile gelirken belki de kalkması gereken naaşı tüm yorgunluğu ile bana musallat
olan sonrası da belirsiz bir sessizliğin izdüşümü yine perde perde yükselen iç
sesimin duyum ötesi verdiği rahatsızlığı düşünce gücümle ötelediğim.
Israrcı olanlara ise
yok tek sözüm.
Fiil kiplerine özenen
şahıs zamirlerine kırgın bile değilim.
İçimin aksanına konan
tombik bir serçeye serzenişte bulunuyorum ne zamanki pencereye bisküvi
kırıntısı koymasam gagasıyla vuruyor cama sonrasını boca ettiğim bir yükümlülük
benimki: hani yemek koymasam doğanın gazabına uğrayacağım korkusu ve kaygısıyla
yaşarken aslında kötülük yapıyorum tabiat anaya ne de olsa serçe ırkının asla
şişmanlama gibi bir şikâyeti olmadı ben onları evlat edinene kadar.
Döktüğüm kırıntılara
basınca attığım çığlıkla korkup kaçıyor minik serçe belli ki çarpılmamak adına
gayretle süpürdüğüm kırıntıların da ihlali ben her arada kalkıp filmi başa
aldığım.
Sahiplendiğimi
savuruyorum gökyüzüne.
Gökyüzü de karşılık
veriyor akabinde.
Yağan rahmeti
kucaklıyorum oysaki pencere kapalı. İyi de yağmur içeri nasıl girdi?
Rüyalarımın alt
yazısında hep tezat kelimeler konuşlu ve ikilemleri hece hece bölüyorum sonra
da heceleri övüyorum sözüm ona kelime garantisi vermişim.
Kayıtsızlığıma son
verip yeniden girişiyorum işe.
İşim ise kendimle.
Kendimden uzaklaşmak
adına baş koyduğum satırları boyuyorum fosforlu kalemle.
Gün ışırken güneş
giriyor içine odanın oysaki perdeleri henüz açmadım.
Bir rüyadan
nasiplenirken gerçekleri de ihlal ediyorum. Zıt tabanlı mizaçların uyum içinde yaşamaya
ant içtiği düzenekte ben kendimle bile barışık olmayı becerememişken.