HZ.
MUSA’NIN KAVMİNDEN DE, HZ. İSA’NIN KAVMİNDEN DE HİDAYET ÜZERE YAŞAYAN VE
HİDAYETE ÇAĞIRAN ALLAH DOSTLARI MÜRŞİDLER VARDIR;
7/A'RÂF-159: Ve min kavmi mûsâ ummetun yehdûne bil
hakkı ve bihî ya’dilûn(ya’dilûne). Ve
Musa (A.S)'ın kavminden bir ümmet vardır. Hakk'a hidayet ederler (hidayete
ulaştırırlar). Ve onunla (hak ile) adaletle hükmederler.
Bu ayet-i kerime, Hz. Musa'dan sonraki,
Musa kavminden devrin imamlığını deruhte eden, hidayete erdiren, peygamber
olmayan Resullerin bir muhtevasından bahsetmektedir. Burada Allahütealâ'nın
"bir topluluk"tan muradı, Hz. Musa ile aynı anda yaşamakta olan bir
topluluk değildir. Hz. Musa ile aynı devirde yaşasalardı, hidayete erdiren
sadece Hz. Musa olurdu. Ve onlar da sadece hidayete erdirmeye vesile olurlardı.
Her devirde, bütün kavimlerde,
herkesin yanı başında hidayete vesile olacak birileri mutlaka vardır
(Maide-35). Hz. Davud'a kadar olan süreç içerisinde o devrin imamları, hidayete
vesile olmamış, hidayeti gerçekleştirmişlerdir. Tabii bunlar, Hz. Musa'dan Hz.
Davud'a kadar olan devreyi ihata ettikleri için: "Bir kavim, bir
topluluk." diyor, Allahütealâ. Musa'nın kavminden bir topluluk, bir
ümmet...
5/MÂİDE-35: Yâ eyyuhellezîne âmenûttekûllâhe
vebtegû ileyhil vesîlete ve câhidû fî sebîlihi leallekum tuflihûn(tuflihûne). Ey âmenû olanlar
(Allah'a ulaşmayı, teslim olmayı dileyenler); Allah'a karşı takva sahibi olun
ve O'na ulaştıracak vesileyi isteyin. Ve O'nun yolunda cihad edin. Umulur ki
böylece siz felâha erersiniz.
13/RA'D-36: Vellezîne âteynâhumul kitâbe yefrehûne
bimâ unzile ileyke ve minel ahzâbi men yunkiru ba’dah(ba’dahu), kul innemâ
umirtu en a’budallâhe ve lâ uşrike bih(bihî), ileyhi ed’û ve ileyhi
meâb(meâbi).
Kendilerine kitap verilenler sana indirilene sevinirler. Gruplardan,
onun bir kısmını inkâr edenlere şöyle de: “Ben, sadece Allah'a kul olmakla ve
O'na şirk koşmamakla emrolundum. Ben, O'na davet ederim ve dönüşüm O'nadır
(meabım, sığınağım, dönüş yerim O'dur).
Allahütealâ, bütün insanları ve cinleri
sadece Allah'a kul olsunlar diye yaratmıştır. Allahütealâ, Zariyat Suresinin
56. ayet-i kerimesinde buyuruyor:
51/ZÂRİYÂT-56: Ve mâ halaktul cinne vel inse illâ
li ya'budûn(ya'budûni). Ve Ben, insanları ve
cinleri (başka bir şey için değil, sadece) Bana kul olsunlar diye yarattım.
Peygamber Efendimiz (S.A.V)'e de
tabiatıyla aynı emri vahyetmiştir: "Bana ulaşmayı dile ve Bana kul
ol" Allah'a ulaşmayı dileyen aynı zamanda takva sahibi olarak şirkten de
kurtulur.
30/RÛM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs
salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne). O'na (Allah'a) yönelin (Allah'a ulaşmayı
dileyin) ve O'na karşı takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın).
Ve (böylece) müşriklerden olmayın.
30/RÛM-32: Minellezîne ferrakû dînehum ve kânû
şiyeâ(şiyean), kullu hızbin bimâ ledeyhim ferihûn(ferihûne).
(O müşriklerden olmayın ki) onlar, dinlerinde fırkalara ayrıldılar ve
grup grup oldular. Bütün gruplar, kendilerinde olanla ferahlanırlar.
Kulluğun sahâbe için başlangıç
noktası, Allah'a ulaşmayı dilemektir.
39/ZUMER-17: Vellezînectenebût tâgûte en ya’budûhâ
ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâd(ıbâdi). Ve
onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinap ettiler
(kaçındılar, kendilerini kurtardılar). Çünkü Allah'a yöneldiler (Allah'a
ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!
Kişi, mürşidine ulaştığı zaman ruhu
Allah'a doğru yola çıkar. Nefs tezkiyesi ile birlikte, fizik vücut Allah'a kul
olmaya başlar. Üç vücut da Allah'a kul olmak üzere harekete geçmişlerdir. Sonra
ruh, Allah'a ulaşır, Allah'a kul olur. Ardından fizik vücut şeytana kul
olmaktan kurtulup Allah'a kul olur ve Allah'ın bütün emirlerini yerine getirir;
yasak ettiği hiçbir şeyi işlemez. Sonra nefs, daimî zikre ulaşınca Allah'ın
bütün emirlerini yerine getiren, yasak ettiği hiçbir fiili işlemeyen bir
özellik kazanır. En sonra da irade, Allah'ın iradesine bağlanır; o da Allah'a
teslim olur, yani kul olur.
Şirk koşmamak da kul olmanın faktörlerinden
bir tanesidir. Allahütealâ, Fussilet Suresinde buyuruyor:
41/FUSSİLET-33: Ve men ahsenu kavlen mimmen deâ
ilâllâhi ve amile sâlihan ve kâle innenî minel muslimîn(muslimîne). Allah'a davet eden ve salih amel (nefs
tasfiyesi) yapan ve: “Muhakkak ki ben teslim olanlardanım.” diyenden daha güzel
sözlü kim vardır?
İşte Peygamber Efendimiz (S.A.V) de
"Ben, O'na davet ederim." demiştir. Ayet-i kerime, sanki Kur'an'ın
bütününü ifade eden bir muhteva taşımaktadır. Rad Suresinin bu ayet-i
kerimesi, dinlerin birleştirilmesi istikametinde özel bir önemi olan bir ayet-i
kerimedir.
Peygamber Efendimiz (S.A.V)'e
indirilene sevinenler, kendilerine kitap verilenlerden Hristiyan ve Musevî
toplulukların içerisinde, Peygamber Efendimiz ve Sahâbe ile aynı hayatı yaşamakta
olanlardı. Bunlardan Musevîler, Hz. Musa'dan o güne kadar gelen adetleri aynen
devam ettirenler; Hristiyanlar da Hz. İsa'nın söylediklerini asırlardan beri
yaşayanlardı. Ancak bu topluluklar içerisinde Allah'ı inkâr edenler de vardı.
Bu ayet, Allah'a kul olmaktan,
Allah'a şirk koşmamaktan ve Allah'a davet etmekten, Allah'a sığınmaktan
bahsetmektedir. Kur'an kavramlarının birçoğunu muhtevasına alan özel bir
ayet olup, Kur'an'ın temellerini vermektedir.
3/ÂLİ İMRÂN-110: Kuntum hayra ummetin uhricet lin
nâsi te’murûne bil ma’rûfi ve tenhevne anil munkeri ve tu’minûne
billâh(billâhi), ve lev âmene ehlul kitâbi le kâne hayran lehum, minhumul
mu’minûne ve ekseruhumul fâsikûn(fâsikûne). Siz,
insanlar için çıkarılmış (seçilmiş) olan, ümmetin hayırlı kişileri oldunuz.
Mâruf ile emredersiniz ve münkerden nehy edersiniz (men edersiniz). Ve siz,
Allah'a îmân ediyorsunuz. Eğer kitap ehli de îmân etselerdi elbette onlar için
hayırlı olurdu. Onlardan bir kısmı mü'mindir ve onların çoğu da fâsıklardır.
9/TEVBE-100: Ves sâbikûnel evvelûne minel
muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ıhsânin radıyallâhu anhum ve radû
anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehel enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden),
zâlikel fevzul azîm(azîmu).
O sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan salâh makamında
iradesini Allah'a teslim ederek irşada memur ve mezun kılınanlar): Onların bir
kısmı muhacirînden (Mekke'den Medine'ye göç edenlerden) bir kısmı ensardan
(Medine'deki yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne)
ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara
tâbî olundu). Allah, onlardan razı ve onlar da O'ndan (Allah'tan) razıdır.
Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyen
kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.
İster ensar ister muhacirîn olsun,
iki gruba da tâbî olunmuş, iki grup da mürşid olma şerefine ermişlerdir.
"Hayırlı bir ümmet olmak" böyle gerçekleşmiştir. Bu hayrın muhtevası
ma'ruf ile emretmek, münkerden alıkoymaktır.
Öyleyse bütün sahâbe irşad makamının
sahipleriydi. İrşad makamının sahiplerinin iki temel vasfı: hayırla emretmek,
münkerden nehyetmektir. Böylece onların derecat kazanmalarına sebebiyet vermek
ama derecat kaybetmelerine mani olmaktır.
Bu, iki ayrı cepheden incelenmesi
gereken bir konudur. Münkerden alıkoymak, nasıl bir olgudur?
Ne zaman bir kişi mürşidine
ulaşırsa, önünde diz çöküp tövbe ettikten sonra nefs tezkiyesine başlar. Nefs
tezkiyesi boyunca kişinin nefsindeki afetler adım adım azalır. Bu azalma
stratejisi içerisinde, kişi devamlı münkerden nehyolunacaktır. Yani nefsindeki
afetler azaldıkça, ruhunun hasletleri gelip faziletler adıyla oraya
yerleşecektir. Faziletler yerleştikçe kişi hep hayra dönük işler yapacaktır.
Şerre dönük işlerinin oranı giderek azalacaktır.
Böyle bir dizaynı yerli yerine
oturttuğumuz zaman, dünya üzerindeki aksiyonları itibariyle, sahâbe, kendine
tâbî olan tâbiine güzel davranışlarda bulunmalarını, namaz kılmalarını, oruç
tutmalarını, zekât vermelerini ve özellikle zikir yapmalarını emretmişlerdir.
Onlar da bunları gerçekleştirmişlerdir. Böylece sahâbe onları hayra davet etmiş
ve hayra ulaştırmıştır. Aynı zamanda sahâbe onların yasakları işlemesine de
mani olacak emirleri vermiş ve onlar böylece yasakları da işlemekten men
olunmuşlardır.
Sahâbe dünya üzerindeki işlemler
itibariyle, tâbiine tebligatta bulunarak negatif şeylerden, günahlardan ve
şerrden, münkerden men etmiştir. Onların o kötü işlemleri yapmalarına mani
olarak, onlara derecat kazandırmışlardır. Bir taraftandan da her bir tâbiin,
tâbî olduğu andan itibaren nefs tezkiyesine başladığı için, kötülükleri
otomatik olarak azaltan bir mekanizmanın sahibi olmuşlardır. Nefslerindeki
afetler azaldıkça, tabiatıyla kötülükten de nehyedilmişlerdir.
Sahâbe gibi kitap ehlinden de bir
kısmı Allah'a ulaşmayı diledikleri için mü'min olmak şerefine ermişler ama çoğu
tâbî olmamıştır. Kendi mürşidlerine de tâbî olmadıkları cihetle kalpleri
karanlıkta kalmış, küfür ehli olmuşlardır.
Mü'min, önce Allahütealâ'ya ulaşmayı
diler, daha sonra mürşidine ulaşır, önünde diz çöküp tövbe eder, Allah kalbinin
içine îmânı yazar ve kişi hak mü'min olur.
Bu tarz bir tâbiiyetle
Hristiyanlardan ve Yahudilerden az bir kısım mü'min olmak şerefine ermişlerdir.
Hz. İsa'dan Peygamber Efendimiz (S.A.V)‘in devrine gelinceye kadar
birbirlerinden almak suretiyle devam ettirdikleri güzellikleri yaşayanlar
vardır. Her iki tarafta da küçük gruplar İslâm'ı yaşıyor. Geri kalan büyük
topluluk ne yazık ki İslâm şerefinden mahrumlar.
Nasıl bugün Peygamber Efendimiz
(S.A.V) ve sahâbenin yaşadığı hayatı yaşayanlar varsa, o zamanda da Hz.
Musa'dan itibaren tâbiiyet yoluyla Peygamber Efendimiz (S.A.V) devrinde
yaşayanlara kadar ulaşan, Allah'ın emirlerine itaat etmek, yasak ettiği emirleri
işlememek ve Allah'a teslim olmak keyfiyeti hep devam etmiştir.
3/ÂLİ İMRÂN-113: Leysû sevâ’(sevâen), min ehlil
kitâbi ummetun kâimetun yetlûne âyâtillâhi ânâel leyli ve hum
yescudûn(yescudûne).
Onların
(hepsi) bir değildir. Kitap ehlinden, gece saatlerinde kıyamda durup, Allah'ın
ayetlerini tilavet eden ve secde eden bir ümmet vardır.
Bu ayet-i kerimede Allahütealâ kitap
ehlinden yani Hristiyanlardan ve Yahudilerden bahsediyor.
Kitap ehlinden, Peygamber Efendimiz
(S.A.V) ve sahâbe gibi gece saatlerinde gizli gizli namaz kılan Allah'ın
dostları vardır. Bu insanlar, kitap ehlinden yolda olanlardır. Allah, bütün
peygamberlerine bu hedefe yönelik olarak emirlerini vermiştir. Hz. Musa
zamanından bu yana nesiller boyunca hep tövbe ederek, tâbiiyette bulunarak,
mürşidlerinin elini öperek Peygamber Efendimiz (S.A.V) devrine ulaşılmıştır. O
devirde de o insanlar Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve sahâbenin yaşadığı hayatı
yaşamayı devam ettiriyorlar. Hz. İsa zamanından Peygamber Efendimiz (S.A.V)‘e
ulaşıncaya kadar geçen 600 yıl içinde tâbiiyetlerini sürdürerek aynı hayatı
yaşıyorlar. Gece kalkıyorlar, kıyam ediyorlar, secde ediyorlar, Allahütealâ'nın
Kur'an-ı Kerim’ini tilâvet ediyorlar ve zikir yapıyorlar.
3/ÂLİ İMRÂN-114: Yu’minûne billâhi vel yevmil âhiri
ve ye’murûne bil ma’rûfi ve yenhevne anil munkeri ve yusâriûne fîl
hayrât(hayrâti), ve ulâike mines sâlihîn(sâlihîne). Onlar,
Allah'a ve yevmil âhire îmân ederler, mâruf (irfan) ile emreder ve kötülükten
nehyederler (men ederler) ve hayırlara koşarlar. İşte onlar, sâlihlerdendir.
Secde eden, ayetleri tilâvet eden insanları sadece namaz kılanlar olarak
düşünmek yanlıştır. Çünkü bu insanlar namaz kılmanın ötesine geçmişlerdir.
Onlar yevm'il âhire îmân ederler. Yani her şeyden evvel ruhun ölmeden Allah'a
ulaşmasına îmân ederler.
Eğer doğum yevm'il evvel ise ölüm
yevm'il âhirdir. Kıyâmetin yaratılması yevm'il evvelse, kıyâmet günü yevm'il
âhirdir. Mürşide ulaşmak yevm'il evvelse ruhu Allah'a ulaştırmak yevm'il
âhirdir.
Yevm'il âhir, ruhun ölmeden evvel
Allah'a ulaştığı gündür. Ma'ruf ile emretmek ve kötülükten alıkoymak
mürşidlerin görevleridir. Mürşidler hayırlarda yarışırlar. Onlar salihlerdendir
yani salâh makamının sahiplerindendir, Allah'ın 7 tane velâyet makamının
yedincisine ulaşabilmiş olanlardır.
Burada mürşide ait olan özellikleri
veriyor Allahütealâ. Kendileri irfanı yaşıyorlar, İlm'el yakîni aşmışlar,
Ayn'el yakînin ve Hakk'ul yakînin sahibi olmuşlardır. İşte bu insanlar
Hristiyanların arasında da Yahudilerin arasında da mevcuttur ve dünya sulhunu
kuracak olanlar, bütün dinlerden salâh makamına ulaşanlardan oluşacak ama hepsi
İslâm hüviyetinde olacaklar. Çünkü onların hepsi Allah'a ruhlarını da
vechlerini de nefslerini de iradelerini de teslim etmişler ve irşad makamının
sahibi olmuşlar yani salâhın son mertebesinin sahibi olmuşlardır.
Allah razı
olsun.
Burhan AKSU