BEN YALAN ATAMAM YA!
Tarlaya vardıklarında güneş Seyfe Gölü üstüne bir
adam boyu dikilmişti. Yusuf, tönge yapmak için çıt çıt otu toplamaya
giderken, Tömür Abdullah da ağır ağır tırpan taşlıyordu. Tömür Abdullah,
Balağın Yusuf'tan yaşça büyük olmasına rağmen aralarındaki yaş farkı
arkadaşlıklarına bir engel değildi. Sadece Yusuf, Tömür'e Abdullah dayı diye
hitap ederdi o kadar. İkisi de yoksul aile çocuklarıydılar, ama onlar bunu
asla kendilerine dert etmezlerdi. Öyle ki Yusuf'un kardeşi Cüce Ahmet zamanın
birinde bu iki arkadaşı Ankara'da Ziraat Bankası'nda odacı olarak rica minnet
işe aldırtmıştı. Gel gör ki, kaldıkları altı ay içerisinde kendilerini
dağlayan köy hasretine dayanamayıp geri dönüş yapmışlardı.
Tömür Abdullah, beş-on dönüm tarlasında her yıl kendisine yardım etsin diye
Yusuf'un kardeşi Gara'yı ırgat tutardı. Gara'ya her kim akıl verdiyse
çerçilik yapmaya heves sarmış, “Abdullah dayı kendine bu yıl başkasını çiftçi
tut” demişti.
Tömür Abdullah, kendisi gibi çalışmayı pek sevmeyen Gara'yla çok iyi
anlaşırdı. Gara iyi sal vurur! Daha harman yerine ulaşmadan sap arabası
devrilir, kendisi-ne kızamayan Tömür'le de yanlarından eksik etmedikleri
termostaki çayları içerlerken diğer sap taşıyan köylülerinin dalga
geçmelerine pek aldırış etmezlerdi.
“Madem Gara, bu yıl çiftçi durmayacak ben de gider ağabeyi Yusuf'u tutarım,
onun Gara'dan geri kalır neyi var ki!” diye kendi kendine söylenerek Yusuf'un
evinin yolunu tuttu. Yusuf, Abdullah dayısının teklifini yalancıktan kem
kümlese de sonunda çiftçi durmayı kabul etti. O yıl rahmet bol olmuş, ekinler iyi boy atmış,
sabaha karşı esen poyrazdan da koca koca kelleler tutmuştu. Eğer bir aksilik
çıkmaz ise inşallah bu yıl iyi mahsul alırız diyen köylü, tırpan elde
tarlaların yolunu tutar olmuştu.
Yusuf'un getirdiği çıt çıt otuyla ayaklarına birer tonge yapıp ya bismillah
diyerek ilk tırpanı salladılar. Ekinler iyi gevremiş, deyim yerindeyse
tırpanlar tarlada adeta yalabıyordu. Aradan geçen zaman içerisinde
arkalarında sırasının üstünde bayağı desteler çoğalmıştı. Ekin biçtikleri yer köylülerin Ulu yol dedikleri mevkideydi, hava ısındıkça susuyorlar, susadıkça da kırmızı
bocayı tepeye dikiyorlar, tırpan sallamaktan bu gibi edi büdü bahanelerle kaçıyorlardı.
Aşağı tarlada Güdük İreşid'in Tahsin, tırpan sallarken onun az ilerisindeki nadasa bırakılmış tarlada da (herk) Halaza Şıko’nun büyük oğlu Bayram köyün kuzu-sunu güdüyordu. Testiyi tepesine diken Tömür Abdullah, Bayram’ın kuzularının etrafında devamlı uçuşan, bazen yere konan birkaç serçe ile o kadar bıldırcın görmesiyle testiyi bir yana bırakıp koşarak av tüfeğini kılıfından çıkarması bir oldu. Nişan aldıktan sonra nefesini tutup tetiğe dokundu. Tüfekten çıkan gürültüye Tahsin ile Bayram şaşkın şaşkın kulak kabartırlarken koşan Yusuf yerde yatan bıldırcın ve serçeleri toplamaya başlamıştı bile. Yusuf Abdulla dayısının avcı olduğunu biliyordu da bu kadar keskin nişancı olduğunu bilmiyordu.
- Şunları al dayı, şu işe bak Allah bize öğleyin yiyeceğimiz katığımızı
gönderdi.
Bu bahaneyle işi, gücü bir yana bırakmışlar avların tüylerini yolmaya
başlamışlardı. Tömür Abdullah, avı ve avlanmayı çok severdi. Kendisi gibi
köyde av meraklısı Halaza Şıko, Topal Irza, Kara Mustafa, Başçavuş'un Sali
gibi birkaç avcı arkadaşına Özbağlı Çapkın Yahya da dahil olur, Kaya
Bağları’nda, Yayla Bağları’nda, Yayla’da, Dalgara’da, İn’de, Tereli’de
tavşan, keklik, bıldırcın, bazen de Çölde günlerce süren ördek, kaz avına
çıkarlardı. Vurulan avları Çapkın Yahya'nın kuyruğu güdük tazısı toplayıp
avcılara teslim ederken onların sevinç naraları ta uzaklardan duyulurdu.
Yusuf ile Abdullah büyük bir zevkle avları temizlerken av ve avcılık hakkında
önce doğruları, o da bitince yalanları ortaya atmaya başlamışlardı. Öyle ki
anlattıkları yalanlara neredeyse bazen kendileri de inanacak gibi
oluyorlardı.
- Yusuf'um bir gün Kervansaray dağlarında avlanı-yorum.
Çalının üstünde bir keklik, onun az ilerisinde bir tavşan, vallahi tüfeğimde
de bir tek fişek var!
- Eee dayı?
- Yusuf sen olsan ne yaparsın? Tek gözümü yummam ile tetiğe dokunmam bir
oldu.
- Abooo Abdullah dayı derken Yusuf'un göz bilyeleri yerinden fırlayacak
duruma gelmişti.
- Keklik yere serilmiş, ondan çıkan fişek arkada, kaçan tavşan önde
kovalamaca bir hayli sürdü.
- Eee dayı?
- Eee si var mı Yusuf'um. Tavşan mermiye en sonunda teslim oldu.
“Aboo! Aboo! Babam bile böyle bir av hatırasını bize anlatmamıştı!” diyen
Halaza Şıko’nun Bayram'ın sesiyle dalmış oldukları rüyadan uyandılar.
Meğerse onlar birbirine yalanlarını savururken yanlarına gelen Bayram'ı
duymamışlardı bile. Şaşkınlığı geçen Tömür, “Bayram’ım, yavrum sen biraz çalı
çırpı topla da şunları pişirip hep beraber yiyelim. Seni severim, ne de olsa
avcı arkadaşımın oğlusun. Bak aşağıda tırpan sallayan Güdük İreşid'in
Tahsin’i niye çağırmıyorum? Ona göre” dedi.
Ala çiğli pişirdikleri av etlerini bir yandan yiyorlar, bir yandan da yalan
yanlış laflıyorlardı.
- Bayram'ım, iyi ki geldin yavrum, biz birbirimize yalan ata ata tüm
yalanlarımızı bitirdik. Zaten Yusuf'ta tırpan sallamaktan yoruldu! Şurada bir
iki yalanı da sen at da vaktimizi bir güzel geçirelim.
Bayram böyle bir teklif karşısında şaşırdı, gerek sıcağın etkisi, gerek
Abdullah dayısının teklifi alnından boncuk boncuk terlerin dökülmesine yol
açtı.
- Vallahi Abdullah dayı ben pek öyle yalan atamam. Daha doğrusu hiç
beceremem. Geçen gün burada kuzu güderken şahit olduğum bir olayı size
anlatayım da ister inanın, ister inanmayın, o sizin bileceğiniz iş.
“Hayırdır. Gördüğün neymiş? Nasıl bir olaymış? Öyle bir konuştun ki ben de
çok merak ettim yavrum", diyen Abdullah dayısı bir sigara yakarken bir de
Yusuf'a ikram etti.
- Vallahi Abdullah dayı geçen gün burada havadan kuzuların üstüne beraber bir
kuş sağalıp indi ki görme gitsin, kanatlarının şapırtısından inanın ki
kuzular havaya kalktı!
- Peki yavrum anlat derken Tömür Abdullah sigaradan bir nefes daha çektiğinde
Yusuf meraktan sigarasını bitirmişti bile.
- Abdullah dayı kuşun gövdesi öyle büyük , öyle büyük ki yemin ederim harman yerine
dökülmüş yatırma yığını kadardı.
- Ya kanatları diye Yusuf merakla oradan atıldı.
- Yusuf abi ister inan, ister inanma lafımda hiç yalan (!) yok vallahi,her
biri yatırmanın küçüğü yığın kadardı.
- Abo diyen Abdullah dayısı tabakadan bir sigara daha sararken
heyecanla,
- “Eee anlat Bayram'ım ayakları, bacakları nasıldı?
- Abdullah dayı ayaklarının bastığı yerdeki izini ölçtüm vallahi pekmez
kaynattığımız şire ilaani kadardı. Bacaklarını ise hiç sormayın, Allamı inkar
edeyim ki Seyfe'deki bir kavak ağacının boyu kadardı. Abdullah dayı, Yusuf
ağbi; kuş konduğu yeri öyle bir eşti ki, iptil ekmek tandırı kadardı. Sonra
bacaklarını ayırıp tarlaya öyle bir çömeldi ki sormayın gitsin. Bu kuş ne
yapıyor demeye kalmadı öyle bir gerindi, öyle bir ıkındı neredeyse
ayakları yere gömüldü sandım. Abdullah dayı kuş eştiği çukura bir yumurta
yumurtladı ki, vallahi, tillahi, şerefsizim tınas yığını kadardı! (Dövenin
sürdüğü)
O anda Tömür Abdullah ile ırgatı Yusuf adeta kendilerinden utandılar. Bunca
yıl boşuna yalan sallamışlar milleti eğlendirmiş
kahkahalara boğmuşlardı.
Şoku atlatan Tömür Abdullah, “Oğlum Yusuf, bu yalan ikimizin de ocağına incir
ağacı dikti” derken şaşkınlığı hâlâ yüzünden okunuyordu.
NOT: Öyküleri şahısları
küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.
19
01 2012