savrula savrula büyümüştü buğday başakları
gelen yıldırımdı ,şimşekti, gök gürültüsüydü
yer ile gök birleşince denizdi sisti pas tutmuş kilidin nefesindeydi lamekan
en lacivert dokunuşlardan
kırık kadehlere doldurulmuştu ayazın dondurduğu su
yeni baştan. çöl yangınları üstüne yağmurlar yağmıştı
gözyaşıyla ıslanmıştı içe işleyen ılık nefesler sırrı kırılmış ,dağılmış yüzlerin üstüne vurulmuştu binlerce mühür
*
ateş sardunyaları ,gül dalları ,gökte ki parıltılardı altın yaprakların gelip geçenin gözlerinde yansıdığı birini beklemek kadar yalnızlardı, dönülmez akşamın ufkunda...
dar sokaklarda küçük eski evlerin duvarlarına ölü pencerelere baka baka saatlerce ol karanlığı ışıtanlardı
çağıl çağıl yürekleri ısıtanlar
*
taşan nehrin çağıltısıydı , içinde bir kara sevda sarhoşluğu
tamburun sırma tellerine yadigardı kutlu yürüyüş
dönüp arkaya bakmadan çıplak kalmıştı sokaklar bulanık bir hatıraya dönüşmüştü şehir
her hikmetli hicretin yolu var , yolun yolcusu vardı , yolculuğu vardı
öyle bir seyahat ki içe doğru emin adımlarla ,
öyle yakın, öyle parça, öyle aynı alınlara çiziliydi
yüzünü nereye çevirse kaderi hep aynı vakitlerin
*
ay ışığı gölgeler büyütmüştü gecenin sinesinde içinde karanfil kokusu ,gül kokusu sonsuz sükûnet bahçesinin ötesi hayal yine öylece ılık rüzgarlar esmişti ikindilerde
ne olduğunu bir anlatabilseydi köhne istasyona vurulan kırık kilitler
zindanlarda tüllenmiş bir mekan iken
uğruna kurban iken uzak enlemlerde doğan güneş
her dakikası hep bir vuruşmaydı, hep bir mücadeleydi, hep bir savaştı
yüzü sonsuza açık , çift boyutlu bir meydandı işte
*
redfer