BİR MUKAYESE DENEMESİ:

“BEYAZ GECELER” VE “AYLAK ADAM” ROMANLARINDA BİREYİN KENDİNİ SOYUTLAMASI ÖĞESİNİN KARŞILAŞTIRILMASI*

 

Fatih YEŞİLYURT**

Özet

Yusuf Atılgan Türk edebiyatın da post modern türdeki etkili ve çok ses getiren yapıtlara imza atan, romanların da iç gözlem, bireyin ruh hali ve psikolojik tahlilleri son derece başarılı bir şekilde işlemiştir. 20. Yüzyıl roman anlayışı üzerinde derin ve evrensel bir etki yaratmış olan bireyin iç dünyasını ve insan ruhunun derinliklerini çarpıcı ve etkili bir şekilde işlemiş olan Fyodor Mihayloviç Dostoyevski romanlarında kullandıkları konu ve teknikler açısından Atılgan ile bazı benzerlikler göstermektedir. Post modern romanın en önemli teknik özelliklerinden biri olan yabancılaşmanın ve soyutlamanın temel amacı okurun zihninde kalıplaşmış, sorgulamadan kabul görülen düşünce anlayışının ve artık bu atalet durumunda hantallaşmış zihinlerin yeniden harekete geçmesini ve düşünce yapılarının canlanmasını sağlamaktır. Türk edebiyatında Yusuf Atılgan bu olguyu Aylak Adam romanında başarılı bir şekilde gözler önüne sermiştir. Bay C. toplumun körelmiş ve sabitleşmiş düşünce yapılarına karşı sürekli bir arayış içerinde olarak ve her şeye karşı çıkarak tepki göstermiştir. Dostoyevski ise neredeyse bütün romanlarında aynı eleştiride bulunmuştur. Suç ve Ceza romanın da kendi düşünce yapısı ile toplumun kalıplaşmış düşünce anlayışı uyuşmayan bir karakter görmekteyiz. Aynı durum Beyaz Geceler romanında da görülmektedir. Toplumdan kendini soyutlamış ve hayal dünyasında ve varoluş çabası içerinde yaşayan bir karakter görmekteyiz. Varoluşçuluk genel anlamıyla insanın kendini kendi yapmasına, biçim ve karakter kazanmasına olanak sağlar. Böylece birey kendi sınırlarını aşıp dünya hayatını anlama ve kavrama süreci içerisine girmiş olur. Jean-Paul Sartre varoluşçuluğu şu sözlerle ifade ediyor: “Varoluşçuluk ahlakı bir nesnel değerler üzerine değil, insanın kökten özgürlüğüne yaslıdır. İnsan özgür olmaya mahkûmdur.” (Varoluşçuluk, Jean-Paul Sartre s. 102) Bireyin kendini soyutlaması ise toplumdan kendini bilinçli olarak dışlamak, alışılagelmiş şeylere karşı duyulan isteksizlik sonucu bunlardan uzaklaşmak olarak ifade edilebilir.

 

Anahtar sözcükler: Yusuf Atılgan, Dostoyevski, Birey, soyutlama, toplum, yalnızlık


*Bu makale, Türkçe öğretmenliği bölümü lisans eğitiminde incelenen iki romanın bireyin yabancılaşması konusunu eleştirel bir açıdan, karşılaştırılmalı olarak incelenmesini içermektedir.

**Gaziosmanpaşa Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Türkçe ve Sosyal Bilimler Eğitimi Bölümü, Türkçe Öğretmenliği Bölümü, [email protected]

Beyaz Geceler ve Aylak Adam Romanlarında Bireyin Kendini Soyutlaması Durumunun Karşılaştırılması


 

Giriş

“Edebiyat, malzemesi dil, kaynağı yaşantılar ve hayal gücü olan bir yaratıcılık, başka deyişle bir sanat dalıdır.”[1] Edebiyatın ne işe yaradığı konusunda her bireyin bir parça bile olsa kafasında bazı soru işaretleri olduğunu görmekteyiz. Bu bakımdan bu soru işaretlerini giderme amacıyla bazı noktalara değinmekte fayda görülüyor. Edebiyat ve dil bireyin tam anlamıyla kimlik kazanma sürecinin en etkili yollarındandır. Aynı zamanda edebiyatın çok güçlü sanatsal ve estetik bir yönü vardır. Nitelikli bir okur, edebiyatı sadece bir bilim ya da bir uğraş olarak değil, estetik, sanatsal güzellik ve bir yaşam biçimi olarak benimser. Birey yemek yeme, barınma, uyuma gibi temel ihtiyaçlarının yanı sıra güzellik, estetik, sanat ve etkileşim gibi ihtiyaçlara gereksinim duyar. Bu bakımdan edebiyatta tıpkı diğer ihtiyaçlar gibi eksikliği hissedildiği zaman acı ve ıstırap duygusuna katlanmamıza sebep olur. Aynı zamanda edebiyatın büyük bir etkileşim gücünün var olduğunu bilmekteyiz. Farklı kültürler, medeniyetler ve toplumlar günümüze kadar sürekli olarak etkileşim içerinde gelmiştir. Edebiyat, dil ve sanat ise bu etkileşimi sağlamakta kullandığımız en yararlı araçlardır. Edebiyat dünyasında ise karşılaştırmalı edebiyat bilimi, yazarların ve okurların birbirlerinin anlam evrenini, toplumsal yapılarını, sanat ve estetik anlayışlarını ağlıma sürecinde temel unsur olmuştur. Kavram olarak karşılaştırmalı edebiyat, iki farklı edebi metni çeşitli yönlerden karşılaştırma anlamını taşımaktadır. Gürsel Aytaç ise şu ifadeler ile tanımlar: “Görevi, işlevi farklı dillerde yazılmış iki eseri konu, düşünce ya da biçim bakımından inceleyerek ortak, benzer ve farklı yanlarını tespit etmek, nedenleri üzerine yorumlar getirmektir.”[2] Bu tanımdan yola çıkarak karşılaştırmalı edebiyat biliminin edebiyat dünyasında etkileşim gücünü, yazar ve okuru bir diğer milletlerin yazarları ve okurlarıyla fikir alışverişi ve kültürleşme olanağını sağladığını söyleyebiliriz. Karşılaştırılmalı edebiyatın ilk örnekleri Batı’da 18. yy.ın sonları ile 19. yy.ın başlarından itibaren görülmeye başlanmıştır. Türk edebiyatında ise karşılaştırmalı edebiyat 1990’lı yıllardan itibaren önemli gelişme göstermeye başlamıştır.

Türk edebiyatında anlatımın tekniği, C. adlı karakterin yapısı ve romandaki mekân ile edebiyatımızda post modern roman anlayışının ilk kırılmalarına imzasını atmış olan Yusuf Atılgan ve Rus ve dünya edebiyatında yarattığı etki ile kendisinden sonra gelen birçok edebiyatçıya öncü olmuş Dostoyevski bazı noktalarda benzerlikler taşımaktadır. Yusuf Atılgan eserlerinde bireyin bunalımı konusunu esas aldı. Kahramanların bilinçaltını irdeleyerek onların eğilimlerini saptamaya çalıştı. Özellikle Aylak Adam ve Anayurt Oteli eserlerinde yalnızlık temasını da dâhil ederek bu bireyin ruh halini ve psikolojik durumunu irdeledi. Yabancılaşma, bunalım, yalnızlık ve soyutlama gibi temaları başarılı bir şekilde işleyen Yusuf Atılgan modern Türk edebiyatının önemli kalemleri arasında yerini aldı. Dostoyevski ise eserlerinde insan ruhunun derinliklerine inerek, kişisel iç çatışmaları konu edinmiştir. Psikoloji, eserlerinde olmazsa olmaz temel bir öğe olmuştur. Acıma duygusunu okura derinden hissettirmiştir. Bütün bu gözlemler ışığında Yusuf Atılgan ve Dostoyevski’nin eserlerinde kullandıkları tema ve anlatım tekniklerinin benzer yönleri olduğunu görmekteyiz.

 

Usta Kalem Dostoyevski ve Birey Olamamış Bir Birey

“İnsan varoluşunun sırrı yalnız yaşamak değil,

Uğruna yaşanacak bir şeye sahip olmaktır.”

Fyodor Mihayloviç Dostoyevski

“Fyodor Mihailoviç Dostoyevski, (Moskova 1821-Petersburg 1881). Moskova’da yoksullar hastanesinde doğdu. Babası doktordu.  On üç yaşında Moskova’nın en ünlü yatılı okuluna verildi. On altı yaşında babasının zoruyla Petersburg Askeri Mühendislik Okulu’na verildi. Aynı yıl annesini kaybetti. 1839’da babası kendi toprak köleleri tarafından öldürüldü.”[3] Babasının ölümünden sonra Dostoyevski’ye çok küçük bir miras kaldı. Babasına duyduğu nefret ve öfke sebebiyle onun ölümünü istediği düşüncesine kapılan Dostoyevski bu düşünce sebebiyle bunalıma girdi. Hayatının kalanını yoksulluk ve zorluklar içerisinde geçireceğini bilmesine rağmen kendini kitaplara ve edebiyata adadı ve ilk romanı olan İnsancıkları yazmaya koyuldu. Tamamlanan eser daha sonra dönemin ünlü edebiyat eleştirmeni Belinski tarafından “toplumcu romanın bizde ilk örneğidir bu” sözleriyle beğeni kazandı. Kısa bir sürenin ardından konusu benliğin ikiye ayrılışı olan Öteki romanını tamamladı. Fakat bu roman İnsancıkların aksine beğeni değil tepki topladı. Dönemin edebi çevresi yazarlardan toplum meseleleriyle ilgili ve gerçekçi hikâyeler bekliyordu, düş ve gerçek arasında bocalayan eserlere ise büyük bir tepki gösteriyordu. Tüm bu tepkiler ve dışlanma karşısında Dostoyevski kabuğuna çekilmeyi uygun gördü. “Dostoyevski siyasete de aşırı ilgi duydu. 1848’de tutuklandı ve ölüm cezasına çarptırıldı; ölüm cezası darağacındayken dört yıl sürgün cezasına çevrildi. Omsk’a gönderildi ve orada, 1850-1854 yılları arasında hayatı bir kedi canlılığı içinde yaşadı.”[4] Yaşadığı bu trajik olayı kardeşi Michael’a bir mektubunda şöyle anlatmıştır:

 

22 Aralık, 1849

(Hapisten)

“Bugün 22 Aralıkta hepimizi Semyonovski meydanına götürdüler. Orada bizlere ölüm hükmümüzü okuduktan sonra öpmemiz için haç verildi ve başlarımızın üzerinde hançer kırıldı. Mezar tuvaletlerimiz de (beyaz gömlekler) hazırlanmıştı. Sonra içimizden üçüncü ölüm yerine getirmek için kazıklardan yapılmış çitin önüne götürdüler. Ben sırada altıncıydım. Üçer kişilik topluluklar halinde çağırıyorlardı bizi. Ben ikinci toplulukta olduğum için, bir dakikadan fazla ömrüm kalmamıştı. O zaman seni düşündüm kardeşim benim. Son anımda kafamda yalnız sen vardın. Belki de hayatımda ilk defa seni ne derece sevdiğimi o zaman öğrendim sevgili kardeşim. Son ayrılık da en yakınımda duran Plestçeiev ile Dourov’u duyduk. Direklere bağlanmış olanlar geri getirildiler ve bizlere İmparator Hazretlerinin hayatımızı bağışladığını bildiren yazısını okudular. Sonra son hüküm okundu. Sadece Palm affedilmişti. Aynı rütbeyle birliğine yollandı.”[5]

F.Dostoyevski

Dostoyevski hapishane hayatı sırasında sara hastalığına yakalandı. Bu hastalık hayatının kalan dönemlerini de sürekli olarak etkiledi. Dostoyevski hayatı boyunca iki evlilik yaptı. İlk evliliği 1857 yılında Maria Dimitrievna ile oldu. Bu evliliği süresince maddi durumunun yarattığı olumsuzluklar eksik olmadı. Eşi vefat ettikten sonra ise sekreteri Anna Grigoryevna ile evlendi. Bu evlilik Dostoyevski’nin ölümüne dek sürdü.

Dostoyevski hakkında yetirince bilgi elde ettikten sonra yazarın diğer yapıtlarından dil ve teması bakımından daha coşkun, romantik ve duygusal yapıtı olan “Beyaz Geceler” adlı eserin iç ve dış yapısını inceleyelim.

Eserde kendini dış dünyadan soyutlamış, kendi içselleştirdiği ve kurguladığı ortamda yaşayan bir adamın dört gece içerisinde başından geçenleri anlatılmaktadır. Hikâyenin ana karakteri olan yazar Petersburg’da yaşayan ve hiç arkadaşı olmayan biridir. Aşırı hayalperest ve duygusal bir yapıya sahiptir. Tamamen hayal dünyasında yaşamaktadır ve bunu da yazar şu sözlerle ifade eder; “Oda kararıyor, tininde ıssızlık, yüreğine bir ağırlık çöküyor; çevresindeki düşler saltanatı yıkılıyor, düş gibi uçup gidiyor; kendisi ise düşlediklerini anımsamıyor. Ama göğsünü ürperten ve heyecanlandıran belirsiz bir duygu, yeni bir arzu iştah açısı bir biçimde düş gücünü gıdıklıyor, uyarıyor ve bir sürü yeni düş topluyor. Küçük odada sessizlik hâkim; yalnızlık ve tembellik düş gücünü okşuyor; düşler usul usul alev alıyor ve mutfakta sakince çalışan yaşlı Matryona’nın kendisine kahve pişirdiği cezvedeki su gibi hafiften kaynamaya başlıyordu. İşte düş gücü azar azar fokurdamaya başladı ve işte az önce öylesine amaçsızca aldığı, ancak üçüncü sayfasına kadar okuduğu kitap da elinden düşüyor. Düş gücü yine uyarılmış, havaya girmiş ve birden yine yeni bir dünya, göz kamaştırıcı bir yaşam bütün parlak enginliği içerisinde karşısına açılıyor. Yeni bir düş; yeni bir mutluluk!”[6] Kahramanımız Petersburg’u kendi ile bağdaştırmıştır. Sürekli olarak Petersburg sokaklarında dolaşır, insanları ve evleri inceler. Yine böyle dolaşmaya çıktığı bir gün şehrin dışına kadar yürür ve eve dönüşü sırasında nehir kenarında bir kızın ağlamakta olduğunu görür. Kadınlarla arası iyi olmamasına rağmen ona yanına gitmek ister. Fakat kız, kahramanımızın farkına varınca orayı terk etmek ister. Kahramanımız kızın peşinden gitmek ister fakat sonradan vazgeçer. Tam bu sırada kızın peşine başka bir adam takılır ve kızı rahatsız eder. Kahramanımız bu sırada devreye girerek kızı adamın elinden kurtarır ve kıza evine kadar eşlik eder. Aslında tam anlamıyla olaylar bu noktadan sonra başlar. İkisi arasında bir etkileşim oluşur ve ertesi gün buluşmak için sözleşirler.  Yine de Nastenka, (kızın adı) kahramanımızdan kendisine aşık olmamasını ister. Aksi takdirde dostluklarını bitireceğini ifade eder. Kahramanımız çaresiz kabul eder. Daha sonra birbirlerine hayat hikâyelerini anlatırlar. Kahramanımız yalnız ve hayalci biri olduğunu tüm dürüstlüğü ile anlatır. Nastenka’nın da ondan pek bir farkı yoktur aslında Nastenka görme engelli ninesiyle birlikte yaşamaktadır. Anne ve babasını küçük yaşta kaybetmiştir. Nastenka’nın bütün günü ninesine zaman ayırmakla geçmektedir. Evlerinin küçük bir tavan arası vardır ve bu tavan arasını taşralı bir adama kiralarlar. Nastenka bu adama âşık olur. Adamın iş sebebiyle Moskova’ya gitmesi gerekir. Nastenka onu da götürmesi için adama yalvarır fakat adam maddi imkânsızlıklar sebebiyle onu götüremeyeceğini, bir yıl sonra geri döneceğini ve döndüğü zaman o da isterse ondan başkasıyla evlenmeyeceğini söyler. Ertesi gün adam Petersburg’dan ayrılır. Kahramanımızın Nastenka ile karşılaştığı gün bir yıl dolmuştur fakat adam sözünde durmamış ve Nastenka’ya geri dönmemiştir. Aralarında samimi bir dostluk başlar. Bu arada kahramanımız Nastenka’ya âşık olmuştur. Nastenka günden güne üzülmektedir. Kahramanımız daha fazla dayanamaz ve Nastenka’ya onu sevdiğini söyler. Nastenka ilk başta çok şaşırır fakat kiracıdan ümidini kesmiştir ona değer vermediğini düşünür ve ona gerçekten değer veren bu adamın sevgisine karşılık vermesi gerektiğini hisseder ve Nastenka’da onu sevdiğini söyler. Petersburg sokaklarında el ele, mutluluk içerisinde dolaşır ve evlilik hayalleri kurarlar. Tam bu sırada karanlıkta kendilerine doğru yaklaşmakta olan bir adam görürler. Nastenka birden durur, bu adam o kiracıdır. Nastenka hemen ona koşar ve boynuna sarılır ve el ele tutuşarak oradan uzaklaşırlar. Ertesi gün Nastenka kahramanımıza bir mektup yazar. Mektupta bir hafta içerisinde evleneceklerini, onu affetmesini ister ve özür diler. Kahramanımız tüm bu olanlara karşı Nastenka’ya kızmaz tam tersi ona yaşattığı dört gün için minnet duygusu içerisindedir.

Bu eserin dikkat çeken en temel noktası aslında başlığında gizlidir. Dostoyevski’nin “Beyaz Geceler” ismini seçmesinin temel sebebi nedir? Petersburg kentinin coğrafi konumu nedeniyle Mayıs ayının sonlarından Temmuz ayının ortalarına kadar havanın sürekli olarak aydınlık olması durumu söz konusudur. Bu sebeple Dostoyevski bu ismi tercih etmiştir. İnsan âşık olduğu zaman gönlünün ferahladığını ve dünyasına aydınlık geldiğini görebiliriz. Gecelerin gündüzlere karıştığını ve gözlerin her şeyi daha canlı ve parlak gördüğünü biliriz. Nitekim eser de kahramanımız da bu süreç içerisinden geçtiğini görmekteyiz. Hikâyenin sonunda ise Nastenka’nın mektubunun ardından kahramanın ruh hali, yaşadığı odanın yaşlanması, karşıdaki evin köhneleşmesi, kısacası beyaz gecelerin griye ve siyaha dönüşmesi ile verilmek istenen; hayata bakış açısının ve bireyin psikolojik halinin gördüğümüz her şeyde ve hayatımızda ne kadar etkili olduğunun en temel kanıtıdır.

 

 

 

Yusuf Atılgan ve Tepkisizleşmiş Biri; Bay C.

Belki de insanlar kendi kendilerini düşünmek,

Hayaller kurmak için yeteri kadar yalnız

Kalamadıklarından anlayışsız oluyorlardı.

Yusuf Atılgan

“Yusuf Atılgan, 25.08.1921’de Manisa’nın Göktaşlı mahallesinde dünyaya gelir. Yazarın kendi ifadesine göre bu tarih, ay itibariyle gerçeği yansıtmaz. Gerçek doğumu 27 Haziran’dır ki bu da yazarımızın resmi tarih kayıtlarının aksine iki ay daha uzun yaşadığını gösterir.”[7] Nüfus cüzdanındaki adı Yusuf Ziya Atılgan’dır. Babası Hamdi, annesi Avniye’dir. Atılgan’ın eğitim hayatına ilk adım attığı yer Hacırahmanlı köyüdür. İlk üç yılı burada okuyup son iki sınıfla ortaokulu Manisa’da okumuş ve liseyi Balıkesir paralı yatılı okulunda bitirmiştir. Atılgan liseyi 1939 yılında edebiyat bölümünden mezun olarak bitirir ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne girer. 1945’te edebiyat öğretmeni olarak Maltepe Askeri Lisesi’ne girdi. Ancak üniversite yıllarında Komünist Parti’yle ilişkili olduğu gerekçesiyle on ay hapse mahkûm edildi. Cezası bittikten sonra Manisa’da bir köyde yaşamaya ve çiftçilikle uğraşmaya başladı. 1976 yılında İstanbul’a döndü. Atılgan İstanbul’a yerleştikten sonra 1980’de Milliyet ve Can yayınlarında çalışmaya başladı. Yazar Türk Edebiyatına birçok önemli eser kazandırdı. Bunların en başında da Aylak Adam romanı gelmektedir. Aylak Adam romanın kahramanı olan Bay C. kendini toplumsal değerlerden soyutlamış, her duruma karşı olan ve yaşanılan hayatı saçma bulan biridir. Berna Moran Bay C.’yi şu sözlerle anlatıyor; “C. aydın bir kişidir ve gerçek sevgiyi bulabileceği tek kadını arar. C. toplumun benimsediği tüm değerleri sahte ve gülünç bulduğu için yalnızdır.”[8] Roman kahramanı Bay C. kendisine miras kalmış evlerin kirasıyla geçinmekte ve kendisini “aylak” olarak görmektedir. C tutunacak bir şey yani gerçek sevgiyi arar. C’nin başından iki aşk macerası geçer. İlkinde üniversite öğrencisi Güler’den umduğunu bulamayan  Bay C., yaz aylarında gittiği pansiyonda karşılaştığı eski sevgilisi ressam ve kişilikli Ayşe ile de olaylı bir aşk süreci yaşar. Bir an mutluluğa ulaştığını zannetse de yine yalnızlığa gömülür. C bir gün boşluk duygusu içinde dalgın dalgın yürürken mavi yağmurluklu bir kızı yıllardır aradığı kişi zanneder. Kızın bindiği otobüse yetişmek için koşarken bir taksinin altında kalıp ezilme tehlikesi atlatır. C aradığı kadını bulmuş ve hemen kaybetmiştir. Artık bir daha da bulamayacaktır.

Eserler Arasında Benzer ve Farklılıklar; Beyaz Geceler-Aylak Adam

Dostoyevski’nin Beyaz Geceler adlı eserinde yazarın hayatı ile birçok noktanın uyum taşıdığı görülmektedir. Nitekim yazarın hayatının uzun bir dönemi yalnızlıklar -mahkûm kaldığı dönemler- ve zorluklarla geçtiğini görmekteyiz. Tüm bunların neticesinde kitapta kahramanımızın hayatı tamamen bir arayış içerisinde sürüp gitmektedir. Aynı durum Aylak Adam romanında kahramanımız Bay C. ile örtüşmektedir. Bay C. hayatı boyunca onu içinde bulunduğu boşluktan ve yalnızlıktan kurtaracak bir şey aramaktadır. Belki de iki eser arasında en büyük ortak noktanın da burada ortaya çıktığı görülmektedir. Her iki kahramanın da büyük bir arayış içerisinde olduğu ve bu arayışın onları gerçekten hayata döndüreceklerine inanmakta olduklarını görebiliriz. Aylak Adam romanın da yazar Bay C.’nin arayışını şu sözlerle; “Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğe tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin –‘Veli ağanın öküzleri gibi öküz yoktur,’ demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi!”[9] ifade eder. Nitekim bu arayışın sonunda da kaderleri ortak bir payda birleşmektedir. Çünkü her iki kahramanımız da aradıkları gerçek sevgiyi bulduklarını zannettikleri bir an da ansınızın onu kaybetmektedirler. Kaderlerinin bile bu kadar ince bir çizgide benzerlik göstermesi belki de her iki kahramanın aslında farklı dönemlerin aynı kişilik tipleri olduğunun yegâne kanıtıdır. Belki de kendilerini bu arayış içerisine iten en temel sebep, diğer insanlardan farklı bir yapıya sahip olmalarıdır. Bu yüzden diğer insanlar onları anlamamakta ve dışlamaktadırlar. Oysaki her ne kadar insanlardan kaçmalarına rağmen yine de aradıkları şeyin bir insan olduğu gerçeğini görmekteyiz. Fakat bu insan farklı diğer tüm insanlardan farklı, gerçekten onları anlayabilecek biridir. Yusuf Atılgan, Aylak Adam romanın da Bay C.’nin farklılığını şu sözlerle;“İçinizde boşluklar yok. Neden bende sizin gibi olamıyorum? Bir ben miyim düşünen? Bir ben miyim yalnız?” (s.39) ifade etmiştir.

Her iki yazarın da manevi olarak zor zamanlar geçirdiği bilinmektedir. Özellikte Dostoyevski darağacından son anda kurtulup, uzun bir süre sürgünde yaşayıp ve bu zaman sürecinde de sara hastalığı gibi zorluklarla mücadele vermiştir. Tüm bu zorluklar onun yaşamında derin yaralar açmıştır ve hayatının kalanında büyük boşluklara sebebiyet vermiştir. Bu durum göz önünde bulundurulduğu zaman Beyaz Geceler adılı eserinde yalnızlık, bunalım, hiçlik ve huzursuzluk temaları çerçevesinde şekillendiği görülmektedir. Nitekim benzer durum Yusuf Atılgan’ın başından geçmektedir. Yusuf Atılgan kısa bir dönem mahkûm olarak kalmış ve bu dönem ruhunun derinliklerine tüm olumsuzlukları ile yansımıştır. Bu bakımdan Aylak Adam romanında bu acıların izlerini gözler önüne serilmektedir.

Her iki eserin diğer bir ortak noktası ise farklı dönemlerde yazılmalarına rağmen dillerinin ve konularının duygu, hüzün ve coşkunluk açısından benzerlik taşımalarıdır. Beyaz Geceler adlı eserde kahramanımızın başından geçenler okura büyük bir hüzün tablosunu yansıtmaktadır. Özellikle kahramanın Nastenka ile geçirdiği o dört beyaz gecenin yani aşkı, sevgiyi, mutluluğu ve huzuru bulduğu zamanı ansızın ve çaresiz bir şekilde kaybetmesi okur da derin bir sarsıntıya sebebiyet vermektedir. Beyaz gecelerin yerini tekrardan karanlık ve umutsuzluğa bırakması olayı tıpkı Bay C.’nin bütün ömrünce aradığını gerçek sevgi ve sadakati çok kısa bir an içersinde kaybetmesi gibidir. Bu durum akıllara şu soruyu getirmektedir: Sevgisiz kalmak bireyi karanlık ve mutsuzluğa mahkûm eder mi?

Bu iki eserin benzerlik yönünden dikkat çeken bir ince ayrıntısı ise kahramanların isimsiz olmasıdır. Aylak Adam romanın da kahramanın ismi Bay C. olarak ufak bir ipucu olarak verilse bile Beyaz Geceler romanında kahramanın ismine yönelik en ufak bir ayrıntı bulunmamaktadır. Bu iki eserde kahramanların isimsiz olmasının temel nedenine bakmak gerekirse, her toplumunun değer yargılarına ve kalıplaşmış düşünce biçimini irdelemek gerekir. Hiçbir toplumda isimsiz bir varlık ve birey düşünülemez fakat her iki eserde de kahramanlarının isminin olmaması toplumunun kalıplaşmış yargılarından sıyrılma ve bu yargılara bir tepki niteliğinde olarak düşünülebilir. Bununla birlikte bireyin kendini soyutlaması ve içe kapanıklık öğelerinin varlığına sebebiyet vermektedir. Aynı zaman da sadece bu iki eserde değil birçok dünya ve Türk edebiyatındaki eserlerde isimsiz kahramanların varlığı görülmektedir. Bunların en başında Stefan Zweig’ın Satranç kitabındaki Doktor B. karakteridir. Doktor B.’nin uzun bir süre bir oda da tek başına kaldığı ve mecburen de olsa toplumdan soyutlandığı görülmektedir. Orhan Pamuk’un Kar romanındaki K. ve Franz Kafka’nın Dava romanındaki K. karakterleri de bunlara örnek verilebilir. Bu liste uzayarak gitmektedir. Nitekim tüm bu karakterlerin isimsiz olmalarının yanı sıra kendilerini toplumdan soyutlamış ve sabitleşmiş değer yargılarını kabul görmemeleri ortak noktaları olarak belirtilebilir. Yazarların oluşturdukları kahramanlara isim vermemesinin bir diğer sebebi ise bu karakterlerin hayattan, yaşamdan, toplumdan ve varlıklarından bir iz bırakmadan geçip gitmelerini istemesi olarak da görülebilir. Bu durum aslında bir çeşit tepki biçimidir. Her şeyi anlamlandırma çabasına karşı, saçma ve değersiz bulma görüşü ile var olan kalıpların dışına çıkarak yaşam dünyasını yansıtmadır.

Bu iki eserin ortak bir diğer noktası ise bölümlere ayrılma yönleridir. Beyaz Geceler eserinde kitap günlere ayrılmış bir şekilde bölümler oluşturmaktadır. Dört gece, Nastenka’nın öyküsü ve bir sabahtan oluşan bölümler bulunmaktadır. Yazımızın önceki kısımlarında da belirttiğimiz üzere tüm bu geceler aydınlıktır. Eserin bitimiyle birlikte geceler tekrardan kararmakta ve olumsuz bir hava dâhil olmaktadır. Aylak Adam romanın da ise bölümler dört mevsimden oluşmaktadır. Romanın son kısmı güz mevsimi ile son bulmaktadır. Güz mevsimi bilindiği üzere hüzün mevsimi olarak kabul görmektedir. Kahramanımız Bay C.’nin tüm başından geçenler sonunda tıpkı Beyaz Geceler eserinde olduğu gibi derin bir hüzün ve üzüntü ile son bulmaktadır. Kitapların bu son bölümleri aslında dış unsurlarında örtüşmekte olduğunu göstermektedir. İki eserinde sonu okur için derin bir acıma duygusu ile son bulmaktadır.

Sonuç

Dostoyevski’yi eserlerindeki tema ve işlediği konular bakımından devrim yaratan bir edebiyatçı olarak nitelendirebiliriz. Rus ve dünya edebiyatının en usta kalemlerinden olan Dostoyevski kendisinden sonra gelen birçok edebiyatçıyı etkilemiştir. Türk edebiyatında ise bu isimlerin başında Yusuf Atılgan gelmektedir. Atılgan’ın eserlerinde yarattığı karakterlerin de her zaman için Dostoyevski’nin izlerini bulmak mümkündür. Aylak Adam romanında Bay C. bu durumu okur açısından net bir şekilde gözlenebilir kılmıştır. Aynı zaman da Atılgan’ın konuları işleyiş biçimi ve eserlerinde bulunan temalar Dostoyevski’nin düşünce ve zihin dünyası ile büyük oranda örtüşme göstermektedir. Söz konusu iki eseri ele alalım. Her iki eser de bireyin kendini soyutlaması, yalnızlık, bunalım, çöküntü, hüzün, karamsarlık ve tepkisizleşme derin ve sarsıcı bir biçimde işlenmiştir.

Bu iki sarsıcı eserin, bireyin kendini ve yaşamanı sorgulaması açısından büyük önem taşımaktadır. Toplumun kalıplaşmış yapısını reddeden bu eserlerde birey büyük bir arayış içersinde olup ve bu arayışı bulmadan huzura eremeyeceğini okura sezdirmiştir. Bireyin yaşama tutunabilmesi açısından aradığı gerçek sevgi ve huzur, onu sonsuz mutluluğa ve yaşama bağlayacaktır görüşü hakim kılınmıştır. Bireyin toplumun sabitleşmiş ve hantallaşmış düşünce yapısını körü körüne kabul etmemeli, sorgulamalı ve daima arayış içerisinde olmalıdır. Tüm bunlar neticesinde her iki eser de acıklı ve hüzünlü bir şekilde son bulmaktadır. Bu durum akıllara şu soruyu getirmektedir; “Aslında toplum kendisine uymayanları felakete mi sürüklemektedir?”

Kaynakça

ATILGAN, Yusuf, Aylak Adam, YKY Yayınları, 27. bs., İstanbul 2012.

ATILGAN, Yusuf, Kendileri ve Kentleri/ Manisa, Sanat Olayı, Haziran 1981.

AYTAÇ, Gürsel, Genel Edebiyat Bilimli, Say Yayınları, İstanbul 2003.

AYTAÇ, Gürsel, Karşılaştırmalı Edebiyat Bilimi, Say Yayınları, İstanbul 2003.

BAYRAM, Yavuz Karşılaştırmalı Edebiyat Bilimi Ve Bir Uygulama, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Konya 2004.

BONAMOUR, Jean, Rus Edebiyatı, Dost Yayınları, Ankara, Mart 2006.

DOSTOYEVSKİ, Fyodor, Beyaz Geceler, (Çev. Nurşen Kocamaz), İlya Yayınları, İzmir 2010.

KOLCU, Ali İhsan, Batı Edebiyatı, Salkımsöğüt Yayınları, 7. Baskı, Konya, Kasım 2013.

DOSTOYEVSKİ, Fyodor, Dostoyevski’nin Mektupları, (Çeviren Zeyyad Özalpsan)2. Baskı, Ararat Yayınevi, İstanbul, Haziran 1973.

MORAN, Berna, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 2, İletişim Yayınları, 13. Baskı, İstanbul 2005.

YAVUZ, Hilmi, Roman Kavramı Ve Türk Romanı, Bilgi Yayınevi, İstanbul 1977.

 



[1] Gürsel Aytaç, “Genel Edebiyat Bilimi”, Say Yayınları, İstanbul, 2003, s.9

[2] Gürsel Aytaç, “Karşılaştırmalı Edebiyat Bilimi”, Say Yayınları, İstanbul, 2003, s.7

[3] Ali İhsan Kolcu, “Batı Edebiyatı” Salkımsöğüt Yayınları, 7. Baskı, Konya, Kasım 2013, s.392

[4] Jean Bonamour, “Rus Edebiyatı”, Dost Yayınları, Ankara, Mart 2006, s.54

[5] Çeviren Zeyyad Özalpsan, “Dostoyevski’nin Mektupları, 2. Baskı, Ararat Yayınevi, İstanbul, Haziran 1973, s.55

[6] Fyodor Dostoyevski, “Beyaz Geceler”,(Çev. Nurşen Kocamaz), İlya Yayınları, İzmir 2010, s.29 s.30

[7] Yusuf Atılgan, (Haziran 1981): Kendileri ve Kentleri/ Manisa, Sanat Olayı, İstanbul: s.6

[8] Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 2, İletişim Yayınları, 13. Baskı, İstanbul 2005, s.291 s.296

[9] Yusuf Atılgan, Aylak Adam, YKY Yayınları, 27. Baskı, İstanbul, Mayıs 2012, s.148 s.149

( Bir Mukayese Denemesi başlıklı yazı Fatih01 tarafından 9.06.2018 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.