Lavabonun musluğundan akan suyu avuçlarına doldurup yüzüne vurdu Halil Kara. Aynadaki yansımasından, yüzündeki kırışıklıkları seyretti bir süre. Yarım saat önce ayrılmış olduğu toplantı bu kez yormuştu sanki onu. “Yaşlandım mı ne?” Diye geçirdi aklından. Daha elli dokuz yaşındaydı ve gençliğinde belirlediği hedefler yeni yeni şekillenmeye başlamıştı. “Yapacak çok işin var, ne yaşlanması” diye söylenerek uzaklaştı aynanın karşısından. Eline geçirdiği havluyla yüzünü kurulayarak odaya geçti.

Pazarlarda çorap satarak başladığı ticaret hayatı inişli çıkışlı bir grafik çizdikten sonra yoluna girmiş, hayallerine adım adım yaklaştırmıştı onu. İstanbul ve İzmir’de ki ikişer mağazadan sonra Ankara’da da bir mağaza açmıştı altı ay önce. Bugün İstanbul’dan Ankara’ya geliş sebebi de yeni mağazasının yöneticileriyle yaptığı toplantıydı zaten. İşlerin istediği gibi ilerlediğini bizzat müşahede ettikten sonra şoförüne izin verip dinlenmek için günü otelde tamamlamaya karar vermişti. Yol yorgunuydu. Uçaklara alışamadığı için özel arabasıyla yolculuk yapıyordu. Ömrü, mağazaları arasında mekik dokuyarak geçiyor ve eşinin; “şoförünü benden daha çok görüyorsun” sitemine maruz kalıyordu çoğu zaman.

Eşi aklına gelince biraz neşelendi. O huysuz kadına kalsa, işleri çoktan iki oğluna devredip evde pineklemeli, eş dost ziyaretlerine zaman ayırır olmalıydı artık. Çalışmak onun hayatının merkeziydi. Farklı ne yapabileceğine dair en ufak bir fikri yoktu ki. “Ben daha o kadar yaşlanmadım” diyerek kapatırdı her zaman mevzuu.

İşte yorgunluğu geçmişti bile. Pencereye doğru yaklaştı. Dördüncü kattaydı. Perdeyi aralayıp caddeyi seyre koyuldu. Sonbahar yerini kışa bırakmak üzereydi. Yol kenarlarına dikilmiş ağaçların henüz dökülmemiş olan tek tük yaprakları, yeşile küsmüş gibi kahverenginin birçok tonunu barındırıyorlardı üzerlerinde.

Rüzgârın yardımıyla uçan, solgun kavak yaprağına takıldı birden gözleri. Göremediği bir açıdan caddeye fırlamış, seyir halindeki arabaların arasında dans ediyordu adeta. Havalanıyor, yere düşüyor, bazen gözden kayboluyor ama sonunda bir taksinin veya kamyonun arkasından tekrar ortaya çıkıyordu. Üzerinden geçerek onu parçalara ayırabilecek binlerce tekerleği umursamıyordu bile.

Perdeyi çekip yatağa uzanmaya karar vermişti ki korktuğu oldu. Süratle gelen bir minibüsün önünden kaçmaya, kıvraklığı yetmemişti bu kez kavak yaprağının. Asfalta yapışmış gibi bir süre olduğu yerde hareketsiz kaldı. Sağından solundan geçen araçların rüzgârıyla kıpırdarken, korkudan titriyormuş gibi görünüyordu. Birkaç dakika önce ki umursamaz halinden eser kalmamıştı.

Trafiğin tenhalaştığı bir anda sürünürcesine kaldırıma doğru süzüldü yaprak. Bir su tahliye oluğuna doğru uçup gözden kayboldu. Tekrar ortaya çıkar umuduyla bir süre daha pencere başında bekledi Halil Kara. Fakat beklediği olmadı. “Deliriyor olmalıyım” diye düşündü. Kuru bir yaprakla bu kadar ilgilendiğine göre…

Pencerenin başından ayrılarak, yatağa uzandı. Gözlerini kapatıp uyumaya çalışıyordu ki, beyninde çakan kıvılcım aniden doğrulmasına sebep oldu. Kalbi hızla atmaya başlamıştı. “Bu bir işaret” cümlesi dökülüverdi dudaklarından. Sezgileri, bir an önce geri dönmesi gerektiğini haykırıyordu sanki. Yataktan kalkıp sehpa üzerine bıraktığı cep telefonuna uzandı. Şoförünü aramayı düşünüyordu ki, Ankara’da oturan nişanlısıyla gününü geçirmesi için izin verdiğini hatırlayıp vazgeçti. Otelin telefonundan resepsiyonu aradı; “bir taksi çağırır mısınız lütfen? Yarım saat içinde yola çıkmak üzere hazır olsun.”

 

            * * *

 

“Yok, yok, yok.” Kim bilir kaçıncı kez gözden geçirdiği fotoğrafları hışımla elinden fırlattı Osman Kara. Marangoz atölyesine dönüştürülmüş oda da, onlarca fotoğraf çalışma tezgâhının üzerine saçılmış, birkaç tanesi de yere dökülmüştü. Derin bir nefes çekip sakinleştikten sonra yere dökülenleri toplayıp tezgâhın üzerine bıraktı. “Bu çocuk hiçbir işi doğru yapamayacak mı?” Diye söylendi. “Bir saattir ortalarda yok. Alt tarafı nalburdan birkaç malzeme alıp gelecekti. Şeytan diyor git kendin hallet…”

Son sözünden sonra, daire kapısına doğru hızlı adımlarla yürüyüp kapıyı açtı. Giriş katta oturuyordu. Beş adım daha atsa apartmandan dışarı çıkabilecekti. Gözlerinin karardığını hissetti. Nefesi de sıklaşmıştı. Kapıyı kapatıp geri dönerek bir tabureye oturdu.

Agorafobi. Hastalığının adı buydu. Evden dışarı çıkamıyor, düşüncesi dahi öldüresiye korkutuyordu onu. Üç sene önce, en yakın dostunu kaybetmesiyle sonuçlanan trafik kazasını yaşadığından beri bu durumdaydı.

Ağabeyi Halil’in, yanında çalışıyordu o zaman. Mağazalarının ürün temin ve sevk işlerinden sorumluydu. Kısa süre önce işe aldırdığı askerlik arkadaşı Murat’la, İzmir’de ki mağazalara sevkıyat için yola çıkmışlardı. Yeni işinde ilk yolculuğuydu Murat’ın. Yaptığı hatalı sollama yüzünden son yolculuğu da oldu. Karşı yönden gelen bir kamyonla kafa kafaya geldikleri an gözlerinin önünden hiç gitmiyordu… Kafasını sağa sola sallayarak o anın görüntülerinden sıyrılmaya çalıştı. Fiziki yaraları çabuk iyileşmişti ama bu durumu kalıcı gibi görünüyordu.

Kaza en çok ağabeyi Halil Kara’yı etkilemişti. Sevkıyat işini kardeşine verdiği için kendini sorumlu tutuyordu. Kendi evinde hapis hayatı yaşaması, habis bir ur gibi yiyip tüketiyordu onu. Aralarında ki on beş yıllık yaş farkı ve babalarını erken kaybetmiş olmalarından zaten bir baba gibiydi ona. Şimdi daha çok üzerine düşüyor, tüm ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyordu. Evleri çok yakın olmasına rağmen yanına taşınmasını istemişti. Ama o karşı çıkmış, hatta sıklıkla arayacağını bildiği için telefonunu dahi iptal ettirmişti. Devamlı gözünün önünde kalıp ağabeyinin üzülmesini istemiyordu. Buna katlanamazdı. Dışarıyla bağlantı sağlaması için yatılı bir eleman tutmakta bulmuşlardı çareyi, en son.

Hiç evlenmemişti Osman. İçinde bulunduğu durum açısından bakılınca, bu belki de hayırlı bile olmuştu. Meşgul olmasını sağlayacak işler bulmalıydı kendine. Ufak ahşap eşyalar yaparak zaman geçirmeye başladı önce. Bu şekilde kendini hala işe yarar hissedebiliyordu.

Sonra hedef büyüttü. Uzun zamandır gidemediği mahallede ki caminin, maketini yapmaya karar vermişti. Caminin değişik açılardan yüzlerce fotoğrafını çektirmişti yanındaki elemana. Çalışmaya başladığı ilk zamanlarda oldukça zorlanmıştı. Fakat parçalar yerine oturmaya başladıkça hoşuna gitmiş, daha bir azimle uğraşır olmuştu. Sırf kubbe, belki altı aydan fazla zamanını almıştı. Minareleri ve avlusuyla odanın dörtte birini kaplıyordu neredeyse. Maketi, bir gün evden çıkartmak gerekirse, kapıdan çıkartılamayacak kadar büyük olduğu için pencerenin sökülmesi gerekecekti.

Bu arada ev, evden çok atölye görünümünü almıştı. Ortalık marangoz aletleriyle doluydu. Neyse ki artık bitmek üzereydi. Az önce tamamladığı musalla taşını da avluya monte ettikten sonra, aslının aynı olacaktı neredeyse. Fakat tam yerine oturtması için gereken açıya sahip bir fotoğraf yoktu elinde. Birkaç dakika önce ki kızgınlığının sebebi de buydu. Eleman işini yine eksik yapmıştı. Gerçi ne kadar kızarsa kızsın birkaç dakikayı geçmiyordu bu durum. Onun eli ayağı gibiydi.

Kapıda dönen anahtar sesini duyduğunda “nihayet” diye söylendi. “Şükür gelebildin Ahmet” diye bağırdı. Elinde poşetlerle odaya giren eleman cevap verdi;

— Kusura bakma Osman ağabey. Nalburdan dönerken Halil ağabeylerin evinin önünden geçtim. Kapıda ki hareketliliği görünce neler olduğunu öğrenmek için uğradım.

Sesi titriyordu.

— Üzgünüm, Osman ağabey… Halil ağabey…

     Sözlerini tamamlayamamıştı ya da tamamladıysa bile Osman, artık gerisini duyabilecek durumda değildi. Gözleri, tezgâhın üzerinde yerine monte edilmeyi bekleyen musalla taşına takılı olduğu halde olduğu yere yığıldı.

 

* * *

 

Yola çıkalı birkaç dakika olmuştu. Taksinin arka koltuğunda derin düşüncelere dalmıştı Halil Kara. Taksicinin konuşmasıyla kendine geldi.

— Otele gelirken şehir dışına çıkacağımızı bilmiyordum efendim. Evim, yolumuzun üzerinde. Müsaade ederseniz, beş dakika uğrayıp bir ihtiyaçları var mı sormak istiyorum. Malum, geceyi yalnız geçirecekler.

Bir an önce İstanbul’a dönmek istese de taksiciyi kıramadı. “Olur” manasında başını sallayarak onay verdi. Az sonra bir evin önünde durdular. Taksici dediği gibi beş dakikada işini halledip geri dönmüştü. Kontağı çevirdi ve yeniden harekete geçtiler.

— Teşekkür ederim efendim.

— Önemli değil.

— Normalde, şehir dışına pek çıkmayız biz. İnsanın başına ne geleceği belli olmaz. O yüzden biraz para bıraktım. Annesiyle küçük kardeşini de bizim oğlana emanet ettim.

O ana kadar pek dikkat etmediği şoförü aynadan süzdü. Otuz beş kırk yaş aralığında olmalıydı. Temiz yüzlü, güven uyandıran bir siması vardı. Konuşmayı seven bir yapıda olduğu hemen belli oluyordu.

Kafasındakilerin dağılması için kendisinin de konuşmaya ihtiyacı vardı.

— Yetişkin bir oğlunuz mu var?

— On üç yaşında koca delikanlı. Sorumluluk almasını bilecek yaşta.

Önce çocukluğunu düşündü Halil Kara, sonra çocuklarını. Evine en yakın olan mağazada tezgâhtar olarak çalışıyorlardı. İkisi de askerliğini yapmış koca adamlar olmalarına rağmen, sorumluluk verip sırtındaki yükü azaltmayı tercih etmemesinin kendince sebepleri vardı.

— Sık seyahat eder misiniz efendim?

 — Evet. Hem de sık sık.

— Ne iş yapıyorsunuz?

 — Halil Kara Giyim Mağazaları’nı duydun mu hiç?

— Evet. Birkaç ay önce bizim durağın olduğu semte bir şubesi açıldı.

— İşte o Halil Kara, benim.

— Memnun oldum efendim. Yalnız…

— Yalnız ne?

— Sizin gibi bir insanın taksiyle yolculuk yapması ilginç diye düşündüm.

— Öncelikle, sizin gibi sözüne katılmıyorum. Bende, herkes gibi sıradan bir insanım. Taksiyle yolcuğa gelince, uçaklardan hiç haz etmem. Kendi arabamla seyahat etmeyi tercih ederim. Bugün, İstanbul’a dönmek hesapta olmadığı için de şoförüme izin vermiştim.

— Ve geri çağırmadınız!

— Nişanlısıyla birlikte geçireceği bir güne engel olmak istemedim. Yarın, kendi döner artık.

— Anlıyorum efendim. Yalnız yolculuk yapmayı seviyorsunuz sanırım. Normalde sizin gibi insanlar… Özür dilerim. Yani yanınızda bir yöneticiniz, muhasebeciniz ya da avukatınız yok.

Biraz suskun kaldıktan sonra cevap verdi Halil Kara.

— Hayat dediğimiz yola, yalnız başımıza çıkmıyor muyuz zaten?

— Evet, ama yola yalnız devam etmiyoruz. Bir sürü insanla tanışıyoruz. Ve iyi ya da kötü pek çok şey geliyor başımıza.

— Hayat yolda başımıza gelenler değil, yolun kendisidir.

— Haklısınız fakat ben yine de dinlenme tesislerini kaçırmak istemezdim.

Hiç böyle düşünmemişti Halil Kara. Kendini bildi bileli çalışıyordu. Onun hedefleri vardı. Yolda izler bırakacaktı. Yola çıkmayı kendi seçmese de hedefi kendi belirlemeliydi.

— Peki, sen neden taksi şoförü oldun? Sabit bir yerde çalışmayı düşünmedin mi?

— Babam, şehirlerarası otobüs şoförüydü. Yaz tatillerinde onun yanında yolculuk etmek hoşuma giderdi. Oradan kanıma işlemiş olmalı. Bir mekânda saplanıp kalmak sizin gibi benimde tahammül edemeyeceğim bir durum.

— Benim gibi?

— Evet efendim. Bu yaptığınız yolculukları sizin namınıza yapabilecek bir sürü çalışanınız olmalı. Ama kendiniz yapmayı tercih ediyorsunuz. Anladığım kadarıyla yollar benim gibi sizinde tutkunuz.

— İlginç bir tespit… Şu yol tutkusunu biraz açar mısın?

— Denerim efendim. Hepimiz iyi kötü, doğru yanlış bir yol tutturmuş gideriz. Hayat süreriz yani. Varmak istediğimiz menzile ulaşmak için aştığımız uzaklıktır yollar. Kimi zaman, istediğimiz yere götürür bizi. Kimi zamansa, tahayyül dahi edemeyeceğimiz mekânlara. Bazen sorunlar çıkar. Çözüme ulaştığımız anlarda doğru yolu seçmekle övünürüz, ulaşamadığımız zamanlarda da yollardır günah keçisi. Yolumuza çıkanları da yola sereriz bazen.

Acı acı gülümsedi Halil Kara;

— Bazen de yola seriliriz.

— Evet efendim. Şimdi ön camdan gittiğimiz istikamette ileriye baktığınızda ne görüyorsunuz?

— Yolun gittikçe daralarak sonunda bir nokta haline geldiğini.

— Peki, arka camdan geriye baktığınızda?

— Geride bıraktığımız yol için aynısını.

— Şu haliyle bulunduğumuz konum, yolun en geniş yeri gibi bir görünüm arz ediyor değil mi?

— Görünüm olarak evet.

— İşte çoğu insan bu görüntüye kanıp, kendisi için en ferah yerin bulunduğu mevki olduğuna inanıyor ve yamacına yerleşiveriyor. Ama biz öyle değiliz. Bizim için, keşfedilecek yepyeni ufuklar bulunur her zaman.

— Bu noktada hemfikiriz.

— Teşekkür ederim efendim. İşte ben buna, yol tutkusu diyorum.

— Fakat az önce “dinlenme tesislerini kaçırmak istemezdim” dedin. Yeni ufuklara erişimi geciktirmek değil mi bu?

— Bunun adı yükü paylaşmaktır efendim. Paylaştıkça hafifleyip daha hızlı yol alabiliriz.

— O zaman da kendi çizgilerimize hem başka renkler karıştırmış, hem de esnetip rayından çıkartmış oluruz.

— Ben, fazladan rengin etkisinin olumlu olacağına inanıyorum efendim. Ve çizgiler çelik bir yay gibidir. Ne kadar esnetirsek esnetelim, titreyip eski şekillerine dönerler yine.

Taksicinin, yoldan gözünü ayırmadan aracı sürerken bir yandan da gayet mantıklı sohbet etmesi hoşuna gitmişti Halil Kara’nın. Yabancı olmasına rağmen, daha önceden tanıyormuş gibi garip bir his vardı içinde.

— Değişik düşüncelerin var. Birkaç sene önce olsa çoğuna katılırdım belki. Ama şimdi zor…

Dikiz aynasından, soran gözlerle baktı taksici.

— Aslında, üç sene öncesine kadar işlerimi kısmen paylaşıp yükümü azaltan birileri vardı benim. Sonra bir kaza oldu.

— Üzüldüm efendim. Umarım çok kötü bir durum oluşmamıştır.

— Bir çalışanımı kaybettim. Ve öz kardeşim, evinden dışarı dahi çıkamıyor şu anda.

— Geçmiş olsun efendim. Kalıcı bir sakatlık mı?

— Hayır, sakat değil. Bir çeşit korkuya kapıldı.

— İnşallah bir an önce korkularını yener.

— Umarım.

— Kazanın, sizi çok üzdüğü belli oluyor efendim. Yanlış anlamayın ama sanki kendinizi suçluyormuş gibisiniz.

Bu kez cevap vermemeyi tercih etti. Güneş batmış, ortalık iyice kararmıştı. Trafik gayet sakin akıyor, tek bir korna sesi dahi duyulmuyordu. Zihni düşüncelerle meşgul olmasa yolculuğun bu kadar rutin geçmesi dikkatini çekebilirdi belki.

— Müsaadenle ben biraz dinlenmek istiyorum.

— Tabi efendim. Rahatınıza bakın.

Kardeşini düşündü Halil Kara. “Tabi ki ben suçluyum” cümlesi boğazına oturdu. Neden göndermişti ki kardeşini İzmir’e? Ailesinden kalan tek yadigârı hedefleri uğruna kullanmasaydı, belki o da şimdi kendi yolunda, kendi çizgilerini çiziyor olacaktı.

Mengeneyle bütün vücudu sıkılıyormuş gibi hissetti. Gözleri kapandı. Ağzından belli belirsiz sözcükler dökülürken boynu yana düştü. Bilincini kaybetmişti.

 

* * *

 

Kendine geldiğinde, aracın artık hareket etmediğini fark etti Halil Kara. Sağa sola bakındı. Gelmişlerdi. Osman’ın, maketini yapmaya çalıştığı caminin avlusunun önünde, park halinde duruyorlardı. Yorgunluktan sızıp kalmış olmalıydı. Taksicinin uyanmasını beklediğini düşünüp evine yönlendirmek istedi.

— Düz devam et, üçüncü soldan döneceğiz.

— Gelmemiz gereken yere ulaştık efendim.

Bu kesin cevap karşısında afalladı.

— Burası, tam olarak benim gitmek istediğim yer değil.

— Üzgünüm efendim. Görevim gelmeniz gereken yere getirmekti, gitmek istediğiniz yere götürmek değil.

İyice şaşırdı. Zihni darmadağınıktı. Minareden gelen sala sesini işitti. Yanlış olan bir şeyler vardı. Hatırlamaya çalıştı. Ankara’dan hareket ettiklerinde henüz akşam olmamıştı. Gece yarısı evine varmış olmalıydı. Oysa neredeyse öğlen olmuştu. Zayıf bir ses tonuyla sordu.

— Neler oluyor?

— Çizgiler kâğıdı tüketmez belki ama gün gelir kalem tükenir efendim.

Kavak yaprağını hatırladı birden. Geri dönmesi konusunda içinde hissettiği dayanılmaz baskıyı… Kendisinden bir şeyler gizlendiğine dair hisse kapıldı.

— Olamaz, diye haykırdı! Osman... Osman’a bir şey oldu kesin.

Araçtan dışarı fırladı. Belinin hizasına gelen duvarın üzerinden bir hamlede atlayıp avluya ulaştı. Musalla taşının üzerinde duran yeşiller içindeki tabutu gördü. Gözyaşları içinde üzerine kapandı. İki seneyi aşkın bir zamandır maketini yapmaya çalıştığı bu camide son bulacaktı demek onun çizgisi. Hayatında dökmediği kadar gözyaşı döküyordu şimdi. Hedefler, yollar, izler, her şey anlamını yitirmişti.

Başını kaldırdığında, cenazeye doğru yaklaşmakta olan kalabalığı gördü. İki oğlunun desteğiyle ayakta zor durabilen eşi feryat ediyordu. Yanına gidip boynuna sarılarak, beraber ağlamak istedi. Kendinden önce, üçüne birden sarılan kişinin yüzünü görünce şok oldu. “Osman” dedi. Osman’dı bu. Yaşıyordu. Üstelik üç sene sonra evden dışarı çıkmıştı. O zaman tüm sevdiklerini gözyaşına boğan bu cenaze kime aitti?

Şaşkınlığın son sınırındaydı. Bir anda aklından geçiveren düşünceler doğrultusunda indiği taksinin durduğu yöne döndü. Ne taksi vardı ne şoför. Sadece yeşil bir cenaze arabası... “Aman Allah’ım” dedi. “Ölen benmişim.”

Gözlerini yumdu. “Demek buraya kadarmış” dedi. Osman daha birkaç aylıkken vefat eden babasını hatırladı. Kundaktaki kardeşi ve annesine bakabilmek için, çocuk yaşta çalışmaya başladığı günleri. Sırtında çorap çuvalıyla, daha güneş doğmadan tezgâh kapabilmek için pazara koşmalarını. Öylesine kanına işlemişti ki çalışmak, mağazalar zincirine sahip olduğunda bile duramamış, tatil yüzü görmemişti. Ama memnundu yine de. En azından eşinin, evlatlarının, kardeşinin geleceğini güvence altına almıştı.

Gözlerini açıp cenaze arabasına baktı son bir kez. Gülümsedi. Demek, Ankara’dan evine geldiğini sandığı taksi, aslında onu son yolcuğuna taşıyan bu cenaze arabasıydı. Peki, ama taksici kimdi? Cevabı bu dünyada öğrenemeyecekti artık.

“Artık gitmeye hazırım” diye düşünürken tekrar gözlerini yumdu. Bundan sonra neler olacağını merak ediyordu. Kafasının içinde bir ses yankılandı.

— Halil Bey.

Bir anlam veremediği ses, ismini tekrarladı.

— Halil Bey.

Korku ve merakla karışık bir halde gözlerini açtığında, gülümseyen bir bayan yüzüyle göz göze geldi. Bir yatakta olduğunu fark etti.                  Gülümseyen bayan tekrar konuştu;

— Bizi çok korkuttunuz Halil Bey. Neyse ki kendinize geldiniz.

— Neredeyim ben? Ne oldu bana?

— Kaldığınız otelde kalp krizi geçirmişsiniz Halil Bey. Şanslıymışsınız ki sizi zamanında hastanemize yetiştirdiler.

 

* * *

 

Kalp krizi geçirdiği günden beri başından ayrılmayan eşi ve çocukları, taburcu olduğu gün özel bir ambulans kiralayarak evine götürdüler Halil Kara’yı. Kapıdan içeri girdiğinde yaşadığı sevinç kelimelerle tarif edilebilecek türden değildi. Osman, odanın ortasında kollarını açmış kucaklamak için onu bekliyordu. İki kardeş kırk yıldır hasret gibi birbirlerine sarıldılar. Ev halkı gözyaşlarına boğulmuştu. Halil Kara, titreyen sesine hâkim olmaya çalışarak konuştu;

— Başaracağını biliyordum. Bak, evden çıkmışsın. Üstelik buraya kadar gelmişsin.

— Benim geldiğim yol ne ki? İki sokak bir cadde geçtim alt tarafı. Asıl senin gidip geldiğin yol hepimiz için çok uzundu.

Hala merak içindeydi.

— Ama nasıl?

— Bizim Ahmet, Ankara’da kalp krizi geçirdiğini öğrenmiş. Bana söylemeye çalışırken kendimden geçmişim. Bir düş gördüm. Yapmakta olduğum cami maketi kocamandı ve ben içinde geziyordum. Bir ara dışarı çıkmak istedim. Ama hangi kapıya gittimse musalla taşı önüme çıkıp yolumu kesiyordu. Sonra rahmetli Murat çıktı birden ortaya. Çocuklarını okuttuğumuz için minnettar olduğunu belirtti önce. Sonra; “İşini bitir ve bilmediğin, engelleyemeyeceğin kaderden korkup saklanmayı bırak” dedi. Ayılınca, musalla taşını yerine monte ettim. Ve işte buradayım.

Kara ailesi yaşadığı sıkıntılı günleri geride bırakmıştı artık. Eşinin ve çocuklarının “bize mal mülk değil, sen lazımsın” baskısı Halil Kara üzerinde etkili oldu. İşlerini yavaş yavaş evlatlarına devretmeye başladı. Caminin karşısında bulunan pasajın girişindeki dükkân boşalınca kiralayıp, Osman’a bir mağaza açmaya karar verdiler. Dekor olarak kullanmayı düşündükleri maketi, Osman’ın evinden çıkarabilmek için tüm pencereyi kestirmeleri gerekti. İki kardeş içeriden maketin çıkarılışını izlerken, Osman;

— Gördüğüm düşte Murat bir söz daha söylemişti ama anlamsız geldiği için o gün anlatmadım.

Halil, merakla baktı kardeşinin yüzüne.

— Dedi ki; “Bazen bizim için en ferah yer, hakikaten bulunduğumuz mevki olabilir.” Ne demek istedi, hala anlamadım.

Gülümsedi Halil Kara.

— Ben anladım kardeşim… Ben anladım.

Ne düşündüğünü anlamak istercesine ağabeyinin yüzüne baktı. Bir anlam çıkaramayınca;

— Her neyse, dedi. Artık uzun yolculuklardan uzak durman gerektiğini de anlamışsındır umarım.

— Asla, dedi Halil Kara. Bir yolculuk iki hastayı tedavi edebiliyorsa, onları hırslarından ve korkularından arındırabiliyorsa uzak durabilmem mümkün değil…

( İki Sokak Bir Cadde başlıklı yazı Kalibredost tarafından 4.08.2018 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.