Kısa sürede
gökyüzünü kaplayan kara bulutlar sağanak halinde tetik düşürmeye başladığında,
hazırlıklı olanlar bir bir siper etmeye başlamıştı rahmetliklerini bedenlerine.
Hazırlıksız yakalananların sığınacak bir saçak altı bulmak için koşuşturması,
caddedeki ahvali pencerelerinin ardından izleyenler için eğlenceli bir seyir
haline gelmişti. Ardı ardına dökülen damlalarda memnu- niyet arayan iki gurubun
aksine, durumdan keyif alıyormuşçasına ağır adımlarla ilerleyen bir kişi daha
vardı caddede.
Islanmış
bedenine acıyarak bakan insanların, ruhlarına acıyan bir bakış fırlattı.
“Bulutlara bahşedilmiş gücü bilselerdi…” diye düşündü. “Rahmet damlalarını
taşıyan meleksel dokunuşları hissedebilselerdi… Islandıkça ağırlaşan
elbiselerine inat, düşleriyle düşlenen rahmetin hafifletici etkisinin
memnuniyetinde olurlardı.”
Oldukça dinç
görünmesine rağmen, yüzündeki çizgiler yarım asırı devireli bir hayli zaman
geçtiğini anlatmaya yetiyordu. Islanmasına rağmen en ufak bir buruşma belirtisi
göstermeyen üzerindeki pantolon ve ceketin, usta bir terziyle kaliteli bir
kumaşın bir araya gelmesiyle oluştuğu belliydi. Belli markaların, kısıtlı
seçenekleriyle giyinen insanların hangi gelir gurubuna dâhil olduğunu
etiketleyen ortamda, giyim tarzı, maddi durumunun kalburüstü olduğunun
ispatıydı.
Varmayı
planladığı bir hedefi yoktu aslında. Günlerdir içini kaplayan sebepsiz sıkıntı
bugün tavan yapmış, işyerinden dışarıya güçlükle atmıştı kendini. Rahmet
damlalarının yüzüne vurmaya başlamasıyla kalbi ferahlamış, adımları
yavaşlamıştı. Çevreye bir bakış attı. Nerede olduğunu biliyordu. Bilmediğiyse
neden orada olduğuydu.
Caddeyle
paralel ilerleyen çocuk parkının önüne kondurulmuş otobüs durağına doğru ağır
adımlarla ilerledi. Durağa sığınan birkaç kişinin gözlerinden ve dudaklarının
üzerinde beliren alaycı kıvrımlardan akıllarından geçenleri okuyabiliyordu.” Daha
fazla dayanamayacağı belliydi.”
Lise öğrencisi
olduğu üniformalarından belli iki delikanlıdan biri hafif geri çıktıktan sonra
seslendi;
- Gel amca.
Daha fazla ıslanma.
Başını olumsuz
manada iki yana salladıktan sonra, durağın diğer ucundaki iki ufaklığa takıldı
gözleri. Yağmura parkta yakalanınca ıslanmamak için durağa kaçmış olmalıydılar.
Yetişkinlerdeki isyanın aksine, durumdan haz alıyormuş ifadesi vardı onlarında gözlerinde.
Daha küçük olanı, elindeki kare kâğıt parçasını camdan duvara yaslayarak enine
ikiye katladı. Sonra bir daha enine ikiye… Ve sonra çapraz katladı. İstediğini
yapamamış olmalıydı ki, kâğıdı biraz daha büyük olana uzattı.
- Ben
yapamıyorum. Bana gemi yapar mısın?
- Kaç kere
gösterdim, dedi diğer çocuk katları geri açarken. Böyle katlayarak gemi
yapamazsın. Sadece zarf yapabilirsin.
Ufaklığın eski
haline döndürdüğü kâğıttaki kat izlerini görünce ihtiyar adamın gözlerindeki
kimsenin fark etmediği iki damla yaş yağmura karıştı. Neden orada olduğunu
artık biliyordu. Aklı karşı çıksa da, arınması için yağmurun tek başına yeterli
olmadığını, kalan adımları da atması gerektiğini kalbi seziyordu. Ağır
adımlarla ilerleyerek durağın önünden uzaklaştı.
Nihayetlenen
yağmur, hissettiği ferahlama hissini de çekip almıştı. Ayakları ağır adımlarla
hedefine götürürken düşünceleri de yıllar öncesine götürdü onu.
Delikanlıydı.
Askerlik görevini kısa süre önce tamamlamış, hayatına yön verecek kararları
uygulama olgunluğuna erişmiş pırıl pırıl bir delikanlı. Ufak bir çorbacı dükkânı
vardı babasının, tatil zamanlarında yardım için takıldığı. Kendi yağlarıyla
kimseye muhtaç olmadan kavrulabiliyorlardı. Annesi ev hanımıydı. Kardeşi yoktu.
Kardeşi gibi sevdiği çocukluk arkadaşı, can dostu Sırrı’yı saymazsak.
Sağır ve
dilsizdi Sırrı. Seslerinin rengi sırdı belki birbirlerine. Ama Sırrı dendi mi
Ali, Ali dendi mi Sırrı ayrı düşünülmezdi. Bir beyaz tebeşir, işaret dilinde öğrenilen
birkaç kelime yetiyordu anlamalarına dostluğun rengini. . Hem öyle beyaz ışığın prizmadan dökülen kırıkları gibi de değil.
Varlığı bilinmemiş, bilinse de bulunamamış. Daha sonraları dudak okumayı
öğrendiğinde, daha dudaklarına dökülmeden okuyabiliyordu aklına düşen
kelimeleri.
Küçük bir
bakkal dükkânı açma fikrini Sırrı’yla paylaştığında, biriktirdiği bütün
parasını zulasından çıkarıp koymuştu önüne. Gülümsemiş çocukluk yıllarını
hatırlamıştı, Sırrı’nın parasını sakladığı yeri görünce. Sıvaları dökülmüş
kömürlüğün, delikli tuğlalarıydı ilk zulaları. Altı misket, dört gazoz kapağı,
avuçlarının şeklini alana dek sıkılmış birer kartopu. Tek gecenin düşlerine
yetecek kadardı kartoplarının kelebeklerden kısa ömürleri. Tuğladaki yaşlıktan
başkasını bırakmamışlardı arkalarında. Ve kömürlüğün,
bir akşam saklambacının en gözde kuytu köşesi olduğu akranları tarafından
keşfedilene kadar sürmüştü misket ve gazoz kapaklarının ömrü.
Yüzde on iki buçuk olarak belirlemişlerdi kâr oranlarını. Yüzde onu
onlara kalacak, yüzde iki buçuğu ihtiyaç sahiplerine dağıtılacaktı. Dükkânı
açtıklarında işler beklentilerinden daha iyi gitti. Toptancıdan aldıkları
mallar kısa sürede tükeniyor, yerlerine yenilerini koymak için tekrar
toptancıya koşuyorlardı. Yinede sermayelerindeki darlık, istedikleri atılımı
yapmalarını engelliyordu.
Bir zaman bu şekilde idare ettikten sonra bir akrabasını getirmişti Sırrı.
Onun ekleyeceği sermaye ile işleri daha da büyütebilirlerdi. Öylede oldu. Daha
büyük bir dükkâna taşınarak çeşitleri çoğalttılar. Sonra bir kişi daha katıldı
aralarına… Daha sonra bir kişi daha… Sayıları sekize ulaştığında üç büyük
marketin sahibiydiler artık. İşler yolunda görünüyordu.
Haftalık rutin toplantılarından sonuncusuna katıldığında, durumun hiçte
sandığı gibi yolunda olmadığını anlamıştı. Diğer herkes ondan önce gelmiş,
aralarına son katılan kişinin başkanlığında toplantıya başlamışlardı bile.
Maddi durumu diğerlerinden çok daha iyi olsa da, o da herkesle eşit hisseye
sahipti. Katılım sırasına göre toplantıya başkanlık edebilecek son kişiydi.
Kurucusu olduğu için toplantılara kendisi başkanlık yapmıştı o zamana kadar,
şimdi ne değişmişti ki? Durumu yadırgasa da sesini çıkarmadan boş bir
sandalyeye oturdu.
Elindeki kâğıdı ikiye katladı toplantıya başkanlık eden kişi. Sonra bir
daha ikiye… Daha sonra bir kerede çapraz katladı. Üçgen şeklini alan kâğıt
parçasını havaya kaldırarak konuşmaya başladı;
-
Önce böyleydik, dedi. Kâğıdı katladığı yerden açarak devam etti. Sonra böyle
olduk.
Kâğıdı ilk haline getirene kadar açmaya devam etti. Kat izlerinin
oluşturduğu sekiz üçgeni parmaklarıyla saydıktan sonra;
- Güçlerimizi birleştirerek bu kadar
büyüyebildik. Artık daha fazla büyümek istiyorsak kar oranımızı artırmalı, ihtiyaç
sahiplerine dağıtılan bölümü kaldırmalıyız. İsteyen kendi payından istediği
miktarı kendisi dağıtır zaten.
- Asla,
diyerek ayağa fırlamıştı. Bu işletmeyi kurarken değişmeyecek tek kuralımız, kar
oranının sabit kalmasıydı.
-
Sanırım herkes sizinle aynı fikirde değil Ali Bey.
İnsanların önüne düşen yüzlerini acı bir gülümsemeyle izledi. Son bir
umutla Sırrı’ya döndü. Yüzüne bakmıyordu. Yanına gidip omzundan tutarak kendine
bakmasını sağladı. Masanın üzerinde duran kalemle kâğıdı önüne çektikten sonra;
-
Söylesene Sırrı. Bu işletmenin kar oranı yüzde on iki buçuktur. Ve öyle
kalacaktır desene.
Sırrı’nın
kâğıdın üzerine yazdıklarını okuduktan sonra şok olmuştu. “Buradaki tek yüzde
on iki buçuk senin hissen.”
-
Çoğunluk bizde olduğu için, ister kararlarımıza katılırsınız yolumuza devam
ederiz. İsterseniz hisselerinizi bize devredebilirsiniz.
Hırsla kapıya yöneldiğinde, gitmesini engellemek için kolundan tutan
Sırrı’ya döndü.
-
Seni affetmeyeceğim. Yüzünü bile görmek istemiyorum artık.
Gözlerini para hırsı bürüyen arkadaşları tarafından resmen kovulmuştu
kurucusu olduğu işletmeden. Kendini dışarı attığında ferahlamasını sağlayan tek
şey, bardaktan boşalırcasına yağmaya başlayan yağmur olmuştu.
Aradan geçen onca yıldan sonra, ayakları istemsiz olarak Sırrı’nın
oturduğu mahalleye sürüklemişti onu. Görüşmese de gidişatlarını uzaktan takip
ettiği için hala aynı evde oturduğunu biliyordu. Ayrılmasının üzerinden çok bir
zaman geçmeden ortaklar birbirine girmiş, marketler birer birer kapanmıştı.
Tek katlı müstakil evin tokmağına vurduktan kısa bir süre sonra eski
kapı gıcırdayarak açıldı. Sonradan oğlu olduğunu öğrendiği orta yaşlı bir adam
açtı kapıyı.
-
Sizi tanıyor muyum?
-
Sanmıyorum. Ben Sırrı Yalçınla görüşmek için gelmiştim.
İçeriye buyur ettikten sonra;
-
Maalesef babam çok hasta… Hatta son nefesini vermek üzere bile diyebilirim. Ama
sanki birini bekliyor gibi.
Yatağının
başına vardığında gözleri birleşti. Kelimelere ihtiyaçları yoktu artık.
Bakışlarıyla biri helallik diledi, diğeri hakkını helal etti. Sırrı Yalçın’ın
son nefesini vermesiyle boşalan avucundan yere bir kâğıt düştü. Buruşmuş kâğıdı
yerden alarak okumaya çalıştı. “Beni affedeceğini biliyordum. Geleceğini
biliyordum.”
Her ne kadar bekliyor olsa da babasının son nefesini vermesiyle gözyaşlarına
boğuldu Sırrı’nın oğlu. Kendisi gibi gözyaşlarına boğulan ziyaretçinin yüzüne
alıcı gözüyle bir kere daha baktı.
-
Şimdi tanıdım sizi. On İki Buçuk mağazalar zincirinin sahibi Ali Beysiniz. İlk
mağazanızı açtığınızda babam annemi gönderir, lazım olsun olmasın alış veriş
yaptırırdı sizden. Sebebini hiçbir zaman öğrenemedim.
-
Araya küskünlük girse de eski dostlar böyle yapar evlat.
Derin bir ‘ah’ çektikten sonra sözünü tekrarladı.
- Eski
dostlar böyle yapar…