DEDEMİN DEFTERİ IV (Sevinç Gözyaşları)


   Beton yolun üstüne çizdiğimiz çizgilere basmadan seksek oynuyorduk. Birimiz basmaya görsün “ suya bastın suya bastın !” diye kıyameti koparıyor, onu oyun dışına, beklemeye alıyorduk. Kendimiz başarı gösteremeyince rakibimizin başarısızlığı hiç gözümüzden kaçmazdı. Normalde bu kadar sakin bir oyun bile birden en koşmalı, yakalamalı ve tabii ki en bağırmalı oyunlarımızdan biri olurdu. Şimdi bile ara ara yere bakarak yürürken “ Bunla iyi çizgi oynanır, iyi kale oynanır, belki iyi beştaş oynanır" diye bakındığım hatta çok beğenip yanıma aldığım taşlar var. 

   Anneannemin yeni kiracılarının iki kızı Ayşe ile Neşe de bizimle oynuyordu. Birbirinin kopyası ama biri büyük biri küçük modeli iki kız kardeş... Yerden taşımı (ki biz mallik derdik) alıp yeni basamağıma atacakken karşımda, sokağın başında bize doğru gelen bir asker gördüm.

   -Aaa... asker!

Bütün arkadaşlar, hep birlikte o tarafa baktık. Ayşe’yle Neşe birdenbire, çığlık çığlığa;

   -Aağbii...Ağbiiim gelmiiiş!

Biz durduk, kızların heyecanını, mutluluğunu seyretmeye başladık. Asker, elindeki torbayı yere attı, sonra diz çöküp kollarını açtı. Küçük Neşe atlayıp boynuna sarıldı. Kısa bir süre birbirlerine sarılarak durdular. Ayşe de bir koluyla ağabeyine sarılıyor, bir yandan da Neşe’yi çekiştiriyordu, “ bırak bırak ben de sarılayım”.

   Askere gitmek önemli bir olaydı. Mahalleden bir genç askere gideceği zaman bütün komşular uğurlamaya gelirdi. Asker bütün büyüklerin elini öper, dualarını alırdı. Eğer babalarımız o saatte gelemeyecekse eve para bırakırlar, sıkı sıkı tembihlerlerdi; “bunu cebine harçlık koyun” diye. Ayşe’yle Neşe’nin bir ablaları, anneleri ve nineleri vardı. Ağabeyden haberimiz yoktu, meğer o da askermiş.

   Oyunumuzu o dakikada bıraktık. Ben eve koştum. Bir an önce anneye müjde vermek istiyordum. Bu mutluluğun içinden kendime pay çıkarmak iyi olurdu. 

   Kiracılarla birlikte ortak kullandığımız avluda, Fadime Ana zeytin tuzluyordu. Çatalla tek tek dildikleri zeytinleri büyük bir leğene dökmüş, iri taneli kaya tuzuyla karıştırıyordu. Elbisesinin kollarını dirseğine kadar çemremiş, önüne bağladığı eski bir çaputtan önlüğü de yağ lekesi içinde kalmıştı. 

   - Ayşe’yle Neşe’nin ağbisi geldi askerden.

   -Ne?…Ne dedin sen?

   O sırada arkamdan bir ses;

   - Anaa...ana ben geldim.

   Asker ağabey Neşe’yi kucağına almış, bir elini de Ayşe’nin omzuna koymuş, yanımıza geldi. Bizim mahallenin en gürbüz çocuğu Mehmet de askerin torbasını iki eliyle tutmuş, taşımaya çalışıyordu. Bu işte zorlandığı belliydi ama torbayı yalnız taşımakta ısrar ediyor, yardım etmek isteyen diğer çocuklara “ ellemeyin, ben taşırım” diyordu.

   -Oyyy guzuuum... anan gurban olsun.

   -Anam... 

   Asker, kızları bırakıp anasına sarılmak, elini öpmek istedi. Fadime abla, tuzlu-yağlı ellerini üniformaya değdirmeden uzanıp oğlunu yanaklarından öptü. Bunu yaparken gözü de evlerinin penceresindeydi. 

   - Hadi çık da neneni gör... ben elimi yur gelirim.

Ayşe Nene pencere kenarında oturur, ara sıra “ şunu yap... bunu yap” diye gelininden veya genç torunu Tülay’dan bir şeyler ister bazen de önüne konan malzemeyle oturduğu yerden yemeklik hazırlardı. Onu ilk defa merdivenin başında, ayakta görüyordum. Asker ağabey basamakları ikişer atlayıp ninesine sarıldı. 

   -Neneem... ver elini öpiim.

Ayşe Nene, torunu elini öpünce, onun yanaklarını avuçlayıp gözlerinden öptü. Başında fesi, alnında gökkuşağı renkleriyle çizgi çizgi dokunmuş alın bağı, hepsini kaplayan beyaz yaşmağı vardı. Buruşuk yanakları, örtüsünün kenarından dışarı çıkan kınalı saçları gözyaşlarıyla ıslanmıştı. Bir eliyle gözlerini sildi,bir eliyle torununu kendine çekip bir daha öptü. 

   -Yavrum...aslanım... davulla zurnayla gönderdik seni... başkalarının yurdunda, ellerin evinde mi bulacaadın bizi?!… Oyy guzuum...

     ......

   Eski bir konaktan bozma evimizin her gözünde, her odasında ya okumak için şehre gelmiş öğrenciler ya da Neşegil gibi çocuklarını okutmaya gelen aileler oturuyordu. Uzanıp bakan meraklı bakışlar “ Gözün aydın Fadime bacı” lar bir müddet devam etti. Biraz sonra her komşu, o gün -Allah ne verdiyse- birer tabak yemek gönderdi, “askerimiz yesin can olsun, kan olsun, Allah guc guvvat versin” dualarıyla...

   Oysa ben, her şeyden öte, bir şeyi çok merak etmiştim. Hemen benden büyük birini bulup sormam gerekiyordu. Önce ablamı buldum. Benden 7 yaş büyük, kesin biliyordur. Hem o, ortaokula gidiyor.

   -Ayşe Nene asker torununu görünce ağladı.

   -Ee…ne var bunda?

   -İnsan sevinince güler, ağlamaz ki.

   -İnsanlar çok çok sevinince de ağlar. Buna da sevinç gözyaşları denir.

   -Çok çok sevinmenin sonu ağlamak mı?

   -Evet... çok çok sevinir, gülerken ağlamaya başlar.

İlk defa sevinç gözyaşlarına şahit oluyordum. Bunu iyice öğrenmem lazımdı. Madem öyle...insanlar çok çok ağlayınca da gülmesi lazım. Sevinç gözyaşları varsa üzüntü gülmesi de vardır. Bunu da sordum;

   -İnsanlar çok çok sevinince ağlıyor pekiii çok çok ağlayınca da gülüyor mu? Üzüntü gülmesi var mı?

   - Yok... sevinçten ağlamak var da üzüntüden gülmek yok. Olursa “deli” derler zaten.

İşte burayı anlamadım. Yoksa ne güzel kendimce çözümler buluyordum. Mesela bir insan çok çok hastalanınca birdenbire iyileşebilir, defterimizde bir dolu hata yaparsak bir gün hatasız yazabiliriz. Çok çok sinirlenip etrafımızı kırıp geçirirken son raddede sakin bir insan oluruz... ama yokmuş öyle bir şey. Sadece çok çok sevinirsek sevinç gözyaşlarıyla ağlayabilirmişiz. Daha büyük birine yine sormalıyım. 

    Annem mutfakta, dedemin perhiz yemeğini hazırlıyordu. Az yağlı, az tuzlu...ekmek yerine havuç veya patates veya yağsız pilav... Dedemin en nefret ettiği şey...

   - Anne! İnsanlar sevinince ağlar mı?

Yaptığı işten başını kaldırmadan;

   -Evet insanlar sevinçten ağlar...

   -Nasıl?…Niye?

   -İnsanlar çok çok çok sevinince o mutluluğu taşıyamaz ağlar.

Özellikle benimle ilgileniyor gibi değildi. Sorularımla kafasını karıştırırsam dedeme yanlış ölçüde yemek yapabilirdi. O yüzden fazla bir şey soramadan dışarı çıktım. 

   Dedem namazını kılmış, sedirde oturmuş annemin getireceği yemeğini bekliyordu. O kesin bilirdi. Herkeslerden büyüktü çünkü...

   - Dede, insanlar sevinçten ağlarmış.

Dedem oturduğu yerden irkilmiş gibi sıçradı. Bana baktı.

   - Hee...ağlar.

   -Pekii üzülünce de güler mi?

   - Yok... Üzülünce de ağlar. amma bak ikisi de farklıdır. Birinde sevinçten ağlarsın, mutlusun. Öbüründe çok çok üzülmüşsün ağladıkça daha da ağlarsın... hatta yapacak bir şey yoksa, hüngür hüngür ağlarsın.

   -En iyisi sevinçten ağlama yani.

   -Tabii... Bak sana bir şey söyleyim...Aslında sevinçten ağlamak da yok. Sevinçten ağlamak olsaydı, üzüntüden gülmek de olurdu.

   - Ama Ayşe Nene sevinçten ağladı...

   - Ayşe Nenen, torununu görünce çok sevindi... o ayrı... ama torununu kendi evinde, kendi köyünde karşılasaydı daha çok sevinirdi. Ordan taşınıp, bilmedikleri bir yere gelmeleri, torununun da hiç bilmediği bir adresi arayıp sorması, yabancı bir yere gelip anasını, bacılarını, nenesini bulması acı geldi. Yani o, sevinçten değil...üzüntüden ağladı gene.

   Dedem ne çok şey biliyor böyle... onun yaşına gelirsem ben de bilir miyim acaba? Keşke hep yaşasa da bilmediğim her şeyleri her zaman ona sorsam...

   O sırada annem elinde tepsiyle yanımıza geldi.

   - Hadi sehpayı dedenin önüne çek de yemeğini yesin.

Hemen denileni yaptım. Dedem için bir şeyler yapmak bana ayrı bir gurur verirdi. Öyle ki bir gün, fenalaştığında büyük boy, ince hikaye kitabımı onu yelpazelemek için kullanmışlardı da “ Dedemi benim kitabımla yellediler diye sevinmiştim. 

   Anneme yeni öğrendiğim şeyi söylemek istedim;

   - Dedem diyor ki sevinçten ağlamak olmazmış, gene de üzüntüden ağlanırmış.

   - Ha öyle mi? Pekii sevinçten ağlayanlar niye ağlıyormuş?

   -İçlerinde sakladıkları başka bir üzüntüleri varmış da ondan ağlıyorlarmış.

Annemin gözleri birden dolu dolu oldu. Dedeme baktım, sanki o da annemin gözlerinde dolaşan hüzün bulutunun sebebini biliyordu. Başını çevirip avluya bakıyor gibi yaptı, o da dokunsan ağlayacak gibi duran gözlerini kaçırıyordu belli ki. Annem kendini toparlamaya çalışarak;

   - Hadi...dedeni rahatsız etme... yemeğini yesin... sen git oyna...

İkisinin de çok iyi bildiği, belki beraber yaşadıkları bir hatıraları vardı, büyük ihtimal. Sevinçten ağlama deyince de o günü hatırladılar... Acaba neydi, biraz daha büyüyünce bana anlatırlar mı ki?…

    

   ******

    Bir gün, bizim beton yolumuz uzun süpürgelerle süprüldü. Üstüne savanlar, çullar yayıldı. Sonra bir kamyon dolusu buğday onların üstüne döküldü. Ayakkabılarını çıkaran komşu kadınlar, buğdayları o yaygıların üstüne serdiler. Bütün sergi bizim bakkalın önünden başlamış, öbür bakkalın önüne kadar her yeri kaplamıştı.     

   Oyun oynayamıyorduk ama serginin ucundan kıyısından, yuvalarına buğday taşıyan karıncaları seyrediyorduk. Ara sıra bir kaç güvercin buğday tanelerini gıt gıt gıt yiyordu. Buğdayın başına bir bekçi koydular. Elindeki uzun çubukla bazen “ kış kış” diyerek kuşları, bazen de “ hoyt hööt” diyerek bizi kovalıyordu. Oyun yerimiz avlu ile bakkal arasında kalmıştı. Bir gün “ öff sıkıldım ne zaman toplanacak bu buğdaylar” diyecek oldum. Annem hemen “ Komşunun buğdayları... tarladan geldi, kuruması lazım... bu arada yağmur yağmasın veya hırsızlar çalmasın diye düşüneceğine, sıkıldım diyorsun.” diye azarladı. “ Bir zamanlar, bizim de tarlamız vardı, biz de buğdayları bu yola sererdik. En büyük korkumuz da yağmurdu... Yağmur bir yağsın, sel gelir aşşaa dereye kadar akar gider. Her gün havaya bakardık, yağmur var mı diye...”

   Bir hafta sonra, bütün buğdayları harallara koyup, ambara kaldırdılar. Yine yolumuz bize kaldı... Bilmiş bilmiş “ iyi ki yağmur falan yağmadı” diye de konuştuk bir müddet. 


******

   Dedem öldüğünden beri eski neşesi kalmayan bakkalımızın kilitli kocaman kapısı önünde oturmuş, bilmece sormaca oynuyorduk. Birden bire hava karardı, gök gürlemeye başladı. Hemen sonra bardaktan boşanırcasına yağmur... Çok sürmeden beton yolun üstü suyla kaplandı. Bizim dizimize kadar gelen su, önüne kattığı çeri çöpü sürüklüyordu. Bir zamanlar orda serili olan buğday hâlâ duruyor olsaydı, kimse kurtaramazdı herhalde. Çünkü her şey çok hızlı gelişmişti. Yağmur, azıcık diner gibi olunca da herkes evine gitti. 

   Ben de eve geldim. Yapacak bir şeyim yoktu. Ya kitap okuyacaktım ya da evcilik oynayacaktım. Dedemin odasına girdim. Önce babamın kalemlerine birer birer isim koydum. Çekmecelerin içinde saklambaç oynattım. Sonra oyun bitti, hepsini boy sırasına göre dizip uykuya gönderdim. Bu arada karışık çekmeceyi de farkına varmadan düzeltmiş oldum. Defterleri, dosyaları, kağıtları, romanları, cep foto-romanlarını... boylarına ve türlerine göre yerleştirdim. En küçük defter, dedemin defteriydi. Hepsinin üstüne de onu koydum. Epey bir zaman geçmişti. Yemek saati, ilaç saati, namazı, camiden dönme saati, cami arkadaşları... meğer dedemin günlük proğramına ne kadar alışmışız. O olmayınca,zaman geçirmek ne zormuş... 

   Defteri gayri ihtiyâri elime aldım. Bir çok hikayesini okumuşum. Okumadığım var mı diye karıştırıyordum ki bazı yerlerinde gözyaşı izi olan bir sayfaya rastladım. Merakla bir iki yere göz gezdirdim. “Sevinç mi, gurur mu, küçücük çocuğu bu kadar ezmenin üzüntüsü mü bilemediğim gözyaşlarıma engel olamıyordum.” Cümlesiyle kendime geldim. Sayfaları hızla çevirip hikayeyi baştan okumaya başladım...


******

   Bir zamanlar anasının yanında, zengin ağalara tutma’lık yaptığım köyde artık ben de toprak sahibi olmuş, hatırı sayılır ölçüde mal- mülk edinmiştim. Artık benim yanımda tutmalar vardı. Çiftlik evimizde işlerimize yardım etsin diye tuttuğumuz iki aileyle birlikte yaşıyorduk. Kadınlar evin kadın işlerini, erkekler erkek işlerini yapıyordu. 

   Zamanı gelince bulgur kaynatmak, turşu kurmak, meyve-sebze kurutmak, erişte kesmek, peynir mayalamak... bunları kadınlar, ekip-biçmek, patos çekmek, değirmene gitmek, tamir-tadil yapmak, hayvanlara bakmak... bunları da erkekler iş bölümü içinde yapıyorduk. Çocuklarımız beraber oynuyor, beraber yapılan yemekleri aynı sofrada yiyorduk. Sabah-akşam lambalı, antenli radyodan yurttan sesler, türküler dinliyorduk. Ajans zamanları herkes susuyor sadece radyo konuşuyordu.

   Köyün ilk traktörünü de ben almıştım. Önünde bir kulpu vardı, önce onu çeviriyor, sonra çalıştırıyorduk. İlk zamanlar, gürültüsünden, bütün bebeler korkup ağlamaya başlarlardı. Traktörün üstünde bir baca vardı, gazı verdikçe bacanın kapağı açılıyor, ordan duman çıkıyordu. “Traktör” demeyi kimse becerememiş, “ Motor” demiştik ona. Üstündeki yazıyı okuyabilen “Bunun adı forsun’muş” diyordu. Sırayla köyün tarlalarını biz sürüyorduk. “Hâllağa’nın forsonuna sürdürdük”, “Biz de sürdürceez” sohbetlerin ana konusuydu. Traktörün “köten”i hem daha derin kazıyordu hem de daha kısa bir zamanda tarlaları bitiriyordu. İki tane de “Naylon” aldım, bazen tren gibi peş peşe takar öyle götürürdüm. Ona da “Römork” denirmiş. Öğretmen öyle söyledi. Yazarken yazabildim de bir türlü söyleyemedim. 

   Çalıştık, Allah da verdi. Hayırsız bir evlat da gelip hepsini batırdı. Demek ki imtihanımız evladımızdanmış. Önce radyoyu sattık, sonra Motoru... Kurtaramadık, iflasımız devam etti. Sırayla toprak satmaya başladık. Bu, nasıl bir borçmuş bir türlü bitmedi. Her şey gitti, ev duruyordu. Tutmalara da yol verdik, çalışacak toprak yok ne yapsınlar... onlar da gitti. 

   Çukurova’ nın verimli toprakları üstünde “aç kalma mucizesini” de yaşadık.

   Her cuma “dostlar pazarda görsün” diye şehre gidiyordum ama hiç bir şey alamadan geri dönüyordum. Ne gaz yağı, ne tuz, ne şeker, ne de sabun... Eve geldiğimde bizim garının gardaşları bir şeyler getirmiş olurdu. O mahcubiyeti de yaşadım. 

   Bir gün pazara gitmedim. Akşama doğru, pazardan gelen at arabaları yol üstünde olduğumuz için, evimizin önünden geçmeye başladılar. Biri de kapının önünde durdu. At arabasında daha 8 yaşında olan kızım vardı. O gün dayısıyla şehre gitmiş. Dayısı ve dayı oğullarıyla eve yük indirdiler. Öyle bir torba, bir sandık değil... Araba dopdoluydu... 

   - Kızım bu ne? Nerden, nasıl aldın?

   - Köye gelen çerçilerden duydum saman alanlar varmış şehirde.

   -Eee...?

   - Ben de dayıma sordum, samanınızı naapacaanız diye. O da “ heeç yakarık, anız neyim ne varsa” dedi. Ben de “yakmayın bana verin” dedim. O da “olur” dedi.

   - Dayının samanı ne kadar olacak ki?

   - Ahmet emmimden de istedim, o da verdi. 

   - Yasin ağbimden de istedim. Kimden istediysem verdi. Bayram dayım, Yasin ağbim hepimiz bizim eski motorla samanları çektik, balyaladık, sonra naylonlara yükledik şehre götürdük. Orda da sattık. 

   Kayınçom bana “ Oğluna deel sen gızına bak, daha 8 yaşında aklı nelere eriyor... kimin aklına gelirdi ki.. dedi. Ben hayretler içinde dinliyorum. 

   -Parayı kaybetmeden, çaldırmadan nasıl getirdin? 

   - Parayı banka diye bir yer varmış oraya yatırdım. Banka müdürü amca çok yardım etti. Hatta bana “Sen bu kadar akıllısın niye okula gitmiyorsun? Baban seni okula yazdırsın” dedi. Evin bulgurunu, ununu, yağını neyim alacak parayı bana bıraktı, gerisini bankaya yatırdı, bu da defteri bak... 

   -Bankaya yatırmak nerden aklına geldi? Madem öyle eve de getirirdin. 

   - Eve getirmem. Parayı görünce anam gene ağbime verir. Sen de gene pazara gidemez olursun...

   Hiç bir şey söyleyemedim. Bazen çocuktur ne anlar diyoruz ya... Kız benim pazara boş gidip boş geldiğime bile dikkat etmiş. Bunu da kendine dert edinmiş, üstelik çözümünü de bulmuş. Allahım hikmetinden sual olunmaz, biri imtihanım, biri mükafatım... ikisi de evladım...

   Paranın hepsini değil, ihtiyacımız kadar olanını yanında getirmiş. Banka müdürü, kızımın entarisinin cebine koymuş, üstünü de iğne iplikle diktirmiş, düşürmesin diye. 

   O gün kızımın akıllılığına sevindim, onun kadar düşünemediğim için kendime kahrettim. Gururumu, şerefimi kurtardığı için de... ağladım...ağladım...sevinçten mi gururdan mı bilmediğim bir ağlamayla...

    ******

   Bir dahaki sene köyden bir kaç aile şehre taşındı. Şehirdeki eski konaklarda oturanlar, evlerini satıp daha büyük şehirlere gidiyorlarmış. Benim de aklıma yattı. Şehirde belki iş de bulurdum. 

   Elimizdeki son kalan evi de satıp şehirden eski, bir hayli yıpranmış bir konak aldım. Karımın “ köyüm daha güzeldi, şeher şeher dedin de  ne istedin evimden.” söylenmelerine aldırış etmeden her gün bir yerini tamir ederek evi elden geçirmeye başladım. Şehirde ne yapılır tam bilemediğimden köydeki hayatın aynısını yaşıyorduk. Bahçeye bir şeyler ekiyorduk, tavuk besliyorduk. Köyde uzun yıllar “avrat tarlası” diye tenezzül etmediğim 30 dönümlük bir tarla vardı. Onu da artık ekmeğe başlamıştım. İki atlı bir atarabası aldım. Tarlaya onunla gidip geliyorduk. 

  Uzun yıllar ekilmeyen tarla bu sene ekilince, buğdaylar daha bir güzel, başaklar daha bir dolu oldu.  Ekinleri biçtirdik, buğdayları harallara doldurup at arabasına yükledik. O arabayla evin önüne kadar geliyor, elimizdeki buğdayları, beton yolun üstüne seriyorduk. Bütün yiyeceğimiz buydu. Bulgur, dövme, yarma, setik, un... hepsi bu buğdaydan olacaktı. Başlarda bizimle birlikte gelen kızımı evde bıraktık. “Senin de yorulmana gerek yok, işimiz bitti zaten. Bu, son araba...” deyince kız da “Tamam “ dedi.

   Karı-koca arabaya bindik, son seferimize çıktık. Beton yolun devamı yokuş aşagı iniyordu. Şimdiki ortaokul binası o zaman yoktu. Oraya kadar gelince Kadirli yolu’ na dönüyorduk. Tarlanın yeri, köy ile ortaokul arasında, yol kenarındaydı. At arabası ile yakın bile sayılırdı. Son kalan haralları arabaya yükleyip gidecektik.

   Tarlaya geldiğimizde hafif bir hışırtıyla eserken içimizi ürperten bir rüzgar geçti. Hemen göğe baktım. Kayseri tarafından kara kara bulutların geldiğini gördüm. “Amanın Allah vermiye... yağmur mu geliyor?”

   Acele acele haralları arabaya yükledik, duracak vakit yoktu. Hemen yola koyulduk. Gökyüzü hızla kararıyordu, yetişmemiz mümkün değildi. Atları kırbaçladım. Ok gibi fırlayan atlar, bizi yokuşun başına kadar getirdi. İri iri damlalarla yağmur birden bastırdı. Hiç olmazsa arabadakileri kurtaralım diye yol kenarındaki haşmetli harnup ağacının altına çektim arabayı. Haralların üstünü brandayla kapatıp, bir köşesini de karıyla benim üstüme çektim. Yağmurun dinmesini beklemeye başladık.

    İkimiz de konuşmuyorduk. Aklımızdan geçeni söylemeye korkuyorduk. Bu mevsim, okullar tatil olur olmaz,  herkes yaylasına giderdi. Konu komşudan kimse yoktu. Yola döktüğümüz buğdayları büyük ihtimal sel alıp gidecekti.

   Yağmur bir hayli yağdıktan sonra dindi. Atları sürdüm, yokuşa doğru ağır ağır giderken yol kenarlarına bakıyordum, otların çöplerin yanında buğday kalıntıları var mı diye.  Yavaş yavaş yokuşu tırmandık, bizim sokağa döndük. Sokak da üstüne buğday serdiğimiz beton yol da tertemizdi. Yağmur, her şeyi yıkayıp götürmüş, tek bir çöp bırakmamıştı. Karımla birbirimize baktık. 

   -Elimizde bir bunlar kaldı garı... gördün mü bak...Yere serdiğimiz savanlar bile yok.

   - Sel, nasıl bir selmiş... bırak buğdayı savanları bile süpürüp götürmüş... Naapak elimizde bu kaldı. Bulgur mu, un mu... nersinden tutacaaz ki... Bu sene de açız desene...

   Çaresizce atları avluya sürdüm. 

   Sel, yolla avlu arasındaki seti aşamamış, buraya girememişti. Ama yağmur iyi ıslatmıştı. Her taraf çamur içindeydi. Ne düşüneceğim, ne yapacağım bilemeden bakındım. Sonra haralın birini sırtıma alıp ambara doğru yürüdüm.  Ambarın kapısı açıktı. Gözlerimin karanlığa alışmasıyla birlikte sırtımdaki haralı yere bırakıp koştum.

   Küçük kızım bir tahta sedirin üstünde yatıyordu. Ambar, buğday doluydu. Üşümüş olacak ki tahta sedirde yatarken de buğdayların altındaki savanlardan birinin ucunu üstüne çekmişti. O kadar derin bir uykudaydı ki...

   -Hurim, meleğim, kızım... Sen mi taşıdın bu kadar buğdayı... nasıl...

   Hiç ses gelmiyordu. Sadece nefes alış verişini duyuyordum. Kucağıma aldım, eve çıkardım. Yatağına yatırırken terden sırılsıklam olmuş saçlarını öptüm. Yüzünü, ellerini, soğuk soğuk terleyen ayaklarını öptüm. Biraz ateşi vardı. 

   - Bak garı... bu çocuğa bundan sonra bişey demiiceen... şurdan kalk şuraya otur bile demiiceen... ona göre... hadi şimdi sirkeli su yap ateşi çıkmış.

   - Hepsini nasıl taşımış, nasıl akıl etmiş? Sen dedin miydi yağmur yağarsa kötü olur diye? 

   - Nasılı needeceen? Taşımış işte... Hadi çocuk hasta çabuk ol.

   Saatlerdir uyuyordu. Ara ara uyanır gibi oluyor, “Baba yağmur geliyor.” deyip yeniden uyuyordu. İki gün boyunca başında bekledim. Sadece abdest almak, namaz kılmak için kalkıyordum yanından. 

   İkinci günün akşamı ateşinin düştüğünü farkettim. Emin olmak için dudaklarımla alnına dokundum. Küçük kollarıyla boynuma sarıldı. 

   - Oh çok şükür uyandın...

   - Baba yağmur geliyordu. Buğdayları içeri taşıdım.

   - Biliyorum kızım... biliyorum.

   Daha fazla konuşamadım. Gözyaşlarım konuşmama engel oluyordu. Kızım uyandığı için seviniyordum, buğdaylar kurtulduğu için seviniyordum ama sevinç mi, gurur mu, küçücük çocuğu bu kadar ezmenin üzüntüsü mü bilemediğim bir sebeple gözyaşlarıma engel olamıyordum.

   





( Dedemin Defteri Iv Sevinç Gözyaşları başlıklı yazı Seferii tarafından 5.09.2018 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.