Zaman aşındırdı tüm yalanlarımı: üstü
örtülü bir elem içimdeki dize başları.
Şiirler aşırıyorum ölülerden aslında
konuştuğum ruhlarına şiirler yazıyorum belki de inandığım en büyük yalan, şiir
yazdığım.
Beyitlerin gücündeyim içimdeki İlahi
Sevdamı yere göğe sığdıramadığım ve Allah rızası için sevdiğim her güzel insan
belki de kendine tapan bir münafıkla her kesiştiğinde yolum, başımı kesmeliydim
deyip sonramı ve sonrasını lav ettiğim.
Öncemle barışık olduğum mu yalan?
Ya da bir sonram olmadığı.
Kuytuların gizeminde ben bir tohumum
ve her gece içimden fışkıran o deli dolu çiçekler aslında bir gecelik her biri:
sabaha kuruttuğum içimdeki derya az sonramı tescil eden ve ben isyanlarımı
öldürüp beni bağrına basarken yüce Yaratan biliyorum ki; çaresizlikten yazıyorum
ben de tıpkı Didem Madak gibi.
İçimdeki kibri öldüreli çok oldu yine
de kinaye yoluyla kibirli addedilen bir sefilim ben: en çok aşka inanan ve
İlahi Aşkın coşkusuna adım adım nail olan.
Sözcüklerin esiriyim oysaki bendim
onları bu güne kadar kendine esir eden.
Alıntılar var yüreğimi dağlayan.
Bir of çeksem yıkılacak dağlar var
aslında anbean üstüme yığılan nice kaya parçası ve ben tabiatın doğasına bile
karşıyım aslında fıtratımda hep bir yenilgi hep bir yanılgı.
Üzünçlerin kelamına esir düştüm madem
ve mademki çatık kaşlarımda sallandırdığım mazim düşmüyor yakamdan…
Yaş’lanıyorum.
Zaman daralıyor.
Yas’lanıyorum.
Yaslandıklarıma arzuhalimi sunuyorum
sonra çekiliyorum huzurundan ve Allah rızası için sevdiğim insanlardan bana
dönen o esinti yok mu…
Bazen cefanın yükü aslında sefamı
sürdüğümü düşünenlere biat içimde çöreklenen o yine vazgeçilmez beşinci
mevsimim hani nerede ise beni benle yaşatan bir hüsrana yenik düştüğümün de
garantisi. Gel de anlat şimdi.
Belki de bir Ah’lar Ağacı var içimde
yine Didem Madak’tan miras: aslımı çözemediğim aslımı inkar edip aslıma dönük
yüzümde asılı kaldığım belki de o mermer mezar taşı üstüne şiirler dokumak
istediğim ve mezarıma çiçek yerine şiir getirmelerini isteyeceğim vasiyetimi
yazacağım bin şiir sonrası.
Güçlü bir el silkeledi beni sonra
Sanırım Tanrı’nın eliydi.
Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan.
Binlerce yeşil gözü olan bir zeytin ağacı gibi,
Çok şey görmüşüm gibi,
Ve çok şey geçmiş gibi başımdan,
Ah...dedim sonra
Ah!
İç ses, diye söylendim
Çocukken şöyle dua ederdim Tanrı’ya:
Tanrım bana hiç erimeyen,
Kırmızı bir bonbon şekeri yolla.
Eski tül perdelerden gelinlik biçerdik
Kardeşimle kendimize durmadan,
Olmayan çayları,
Olmayan fincanlardan içerdik.
Olmayan kapıları açardık,
Olmayan ziller çaldığında.
Siyah papyonlu olurdu mutlaka
Resim defterimizdeki damat.
Yedi günde yarattığımız dünya
Mutlu olurduk pastel koksa.
Ve şimdi şöyle dua ediyorum Tanrı’ya:
Olanlar oldu tanrım
Bütün bu olanların ağırlığından beni kolla!
(Didem Madak)
Öfkemi sabit kıldığım bir akşamüstü.
Gecemde taklalar atan baykuşlar.
Günümü çalan bayat aryalar.
Aklımı yitirdiğime delalet aslında
her yazdığım şiir.
Yazmayı maharet bilip sanki muaf
tutulduklarıma inat ben düşmüşken aşkın peşi sıra…
Neyi sevdiğim ve kimi mi?
Kimleri kimsesi var mı yok mu peki
hele ki sevgiyi maruzat belleyip varlığına atıfta bulunduğum…
Ve içimi silkelesem hangi cümleleri
azat edeceğim ya ben ne zaman azat edileceğim?
Tüy sıklet imgeler fısıldarlarken
kendi aralarında ben müneccim gibi tek tek anlamlandırıyorum içimdeki alt
yapıyı ve her nasılsa kat mülkiyeti olmayan bir bir bina gibi yeniden
dönüşüyorum: kâh şiir oluyorum, şaibeli; kâh hikâyeler örüyorum kuş
kondurduğumu sanıp başımı kendi ellerimle okşarken.
Kuzguna madem güzel gözüküyor
yavrusu, deyip içime içime sokuyorum onca özneyi ve özene bezene yazdıklarıma
bir bakıp bir güldüğüm aslında ağlayacağımın da ayak sesi iken peşinen
gülücüklerin çağladığı yüzüm.
Her şey karman çorman oysa.
Hayatım bir tefrika ve ben de sır kâtibiyim
içimdeki Sultan’ın: belki de Sağır Sultan tarafından lanete uğratıldığım o çok
sesli iç dünyam.
Bazen cafcaflı gözüken bazen hicabın
izdüşümü belki kekremsi bir yalnızlık belki de yaşama sevincinin sönüşü
ansızın.
Belki’lerin toplamında elde
edemediğim net bir sonuç yine irkilerek uyandığım her satır başı, ben kıyameti
kollarken içimdeki o penceresi olmayan kara kutu.
Yine içimin nidalarının konduğu bir
bant kaydı.
Yine derlediğim türkülerin asla
çalmayacağı bir radyo.
Belki de ani bir refleks kondurduğum
her cümleyi kendime mal edip kendimi de edebiyata mal etmişken: geniş açılımlı
bir düş ama asla kibir değil asla da yalan.
Sadece düş ürünü.
Hayatımın düşsüz geçmeyen neredeyse
tamamında beni yaşama bağlayan da tek öngörü.
Mağlup geldiğim her ne ise aslında
kim olduğumun sorgusunda sadece kendime yüklendiğim ve demir aldığım o
sonsuzlukta sonlanmayı dilediğim zaman zaman.