Taşları ve sıvası yer yer aşınmış, yosunlu, yüksek bahçe duvarına sırtını yaslamıştı. Yüreğindeki sızıyı olabildiğince derinden hissetmeye çalışıyordu Süha. Duvarın öte tarafındaki komşuları, eşyalarını küçük bir kamyonete yükleyip taşınmıştı bir gün önce. Sevdiği kız da kamyonetin arkasındaki eşyaların üzerine oturmuş, tek kelime etmeden, yüreğinde yangın başlatan alevli bakışıyla veda etmişti kendisine. Şoför kamyonetin arka kapağını kapatırken çıkan metalik gürültü, kıyameti olmuştu delikanlının. Uğurlayanlar tek tek dağılmış ancak Süha, kamyonet çoktan sokağın ucundan kaybolduğu hâlde, uzun süre orada çakılı kalmıştı. Bütün gece, bir daha göremeyeceği o bakışın sahibini düşünmüş, sık sık yorganı başına çekerek hıçkırıklara boğulmuştu.

 
Öfkeli bir isyan kapladı benliğini birden. Sağ elini yumruk yaparak diğer avucuna vurdu şiddetle. “Böyle bitmemeliydi!” diyerek inledi. Sonrasında, aşk denizinin kabaran dalgaları arasında ölüm kalım mücadelesine girişti duyguları. “Ah Verda! Siyah gonca gülüm! Koklayamadan solacak mısın gönlümde?”
 
Doğruldu. Vaktiyle duvarda açmış olduğu oyuğa gözünü uydurup, sanki sevdiği kızı yeniden görebilecekmiş gibi, yan bahçeyi seyretmeye daldı. İşte, şu mavi boyalı, demir kapıdan bahçeye çıkardı Verda. Elinde ya sepet olurdu, yıkadığı çamaşırları ağaç aralarına gerilmiş olan iplere asmak için, ya örgü torbası, ya da satırlarında kendini aradığı bir kitap. Tam karşıda, özensizce birbirine çatılmış tahtaların üstündeki iri, şişkin minderlere oturur, arada bir türkü tuttururdu ince, titrek sesiyle. Komşu oğlunun kendisini gözetlediğini bilir ama farkında değilmiş gibi davranırdı. Fabrikada çalışan babasının kazandığı üç - beş kuruşla kıt kanaat geçiniyorlardı. Fakirlik boyunlarını bükmesine rağmen o ve ailesi hiçbir vakit bundan yakınmamış, onurlu duruşlarıyla çevrelerinin takdirini toplamışlardı. Bu evden taşınmaları da fakirlikten kaynaklanıyordu aslında. Elini çalıştığı fabrikada makineye kaptıran babası Hüseyin Bey, o saatten sonra şehirde tutunamayacaklarını anlayarak köylerine göç etmeye karar vermişti.
 
Bunu öğrenir öğrenmez, hislerini genç kıza açmak için fırsat kollamaya başlamıştı Süha. Nihayet bir akşamüstü, alışveriş yaptığı marketten çıkarken, genç kızın yanına yanaşmış, konuşmak istediğini söylemişti. Verda, “Etraftan görürlerse anneme yetiştirirler. Ne söyleyeceksen çabuk söyle.” demişti. Süha’nın eli ayağı birbirine dolaşmıştı nedense. Hazırladığı hiçbir cümleyi kuramıyor, kekeliyordu. Kendini toparlayarak yeni bir öneride bulundu: “Hemen söylenecek gibi değil. Yarın akşam bu saatte üç sokak arkadaki postanenin köşesinde bekleyeceğim seni. Lütfen beni kırma, mutlaka gel, olur mu?” Genç kız “peki” deyip hızlıca uzaklaşmıştı yanından. Dünyalar Süha’nın olmuştu.
 
Ertesi gün, bir yazılım firmasında beraber çalıştığı, en yakın arkadaşı, dert ortağı Oktay’a müjdeyi vermiş, “Bu akşam kıza evlenme teklif edeceğim; inşallah kabul eder. Çok heyecanlıyım.” demişti. Oktay’ın “Dereyi görmeden paçaları sıvama, sakin ol biraz.” uyarılarına da hafiften bozulmuş, “O da bana karşı boş değil. Aksi olsaydı hissederdim arkadaşım. Bu iş tamam, merak etme.” diye cevap vermişti. 
 
Ne yazık ki haklı çıkan Oktay’dı. Postanenin köşesinde buluştuktan sonra bir kafeye gitmişlerdi; çaylarını yudumlarken aşkını itiraf etmişti delikanlı. Öyle gelip geçici bir sevda değildi onunki. Niyeti çok ciddiydi ve en kısa zamanda evlenmek istiyordu Verda ile. İkna edici uzun bir konuşma yapmıştı. Aldığı cevap ise kısacıktı: “Teklifin beni onurlandırdı fakat bu mümkün değil. Beni affet, ne olur.” Bu sözlerin ardından, inci gibi gözyaşları süzülmüştü pembe yanaklarına ve yerinden kalkıp koşar adımlarla uzaklaşmıştı oradan.
 
Neden kabul etmemişti ki? Onun da kendisini sevdiğini biliyordu. Hatta yüzde yüz emindi duygularının karşılıklı olduğundan. Buluşmaya gelmesinden belliydi işte. Mutlaka önemli bir sebep vardı reddedişinde ama günlerce düşündüğü hâlde bir türlü çözememişti. Tekrar görüşebilmek için aradığı fırsatı da vermemişti Verda. Âdeta kaçıyordu kendisinden. Bahçeye de çıkmaz olmuştu. Bu tavrı, yaşadığı kâbusun üzerine tuz biber ekmişti.
 
Birden, bahçenin taşlık kısmına yakın gül ağacının dalına tutturulmuş, mavi bir toka dikkatini çekti. Yüreği küt küt atmaya başlamıştı. Zira bu tokayı tanıyordu. İki ay kadar önce satın almış, kırmızı, janjanlı bir kâğıda sararak duvarın öte tarafına atmıştı. Tokayı Verda’nın saçlarında gördüğü andaki mutluluğu ise kelimelere dökülemeyecek boyuttaydı. Şimdi ise tam bir hayal kırıklığı yaşıyordu. Demek sevdiği kız, hediyesini bile reddetmişti. Yıkılmış, gücenmişti. “Bunu hak edecek ne yaptım Allah’ım?” diye söylendi.
 
Onu orada bırakamazdı. Taşların çıkıntılarına basa basa duvara tırmanıp yan bahçeye atladı. Tokayı gül dalına bağlayan ipinden kurtardı. Öptü, kokladı. Verda’nın saçlarının kokusunu içine sindirmek istiyordu. Sonra cebine koyup aynı şekilde tırmanarak kendi evinin bahçesine geçti. Yüzü, defalarca tokatlanmış gibi kıpkırmızı kesilmişti. Ne yapacağını bilmez vaziyette dondu, kaldı öylece.
 
Duyduğu ses üzerine toparlanıp elinin tersiyle gözyaşlarını sildi. Annesi onu çağırıyordu: “Süha! Süha!” Ayaklarını sürüye sürüye, mağlup bir komutan edasıyla, eve doğru, annesinin yanına giderken cevap verdi: “Efendim anne! Geliyorum.”
 
xxx
 
“Zeynep! Zeynep!”
 
Zeynep sesin geldiği tarafa dönünce, koşarak yaklaşan Süha’yı gördü. Yan yana geldiklerinde sordu: “Hayırdır Süha! Bu telaşın da ne?”
 
Derin derin soluklandıktan sonra söze girdi delikanlı: “Ta yolun öbür ucundan beri sana yetişmeye çalışıyordum. Nefes nefese kaldım ama yakaladım çok şükür.”
 
Zaten iri gözleri vardı Zeynep’in. Daha da irileştirerek delikanlıyı baştan aşağı süzdü. “Bir şey mi diyecektin?”
 
“Şey… Sen Verda’nın yakın arkadaşıydın. Kaç defa birlikte gördüm sizi. Samimiydiniz. Benden söz etmiş miydi sana hiç?”
 
“Etmez olur mu?” dedi Zeynep. “Ona âşık olduğunu biliyorum.”
 
Aşkı böyle pat diye yüzüne vurulunca mahcup oldu delikanlı. Alnında biriken terleri silerken “Ya, öyle mi?” dedi fısıldayarak.
 
Zeynep böyleydi oldum olası. Lafı uzatmaz, kestirmeden derdi ne diyecekse. Utandırdığını anlayınca ekledi: “Gel şu parka oturalım; derdin neyse anlat.”
 
Güneş batmak üzereydi ve zayıflayan güneş ışığı gölgelerin hızla ufalmasını, giderek kaybolmasını sağlıyordu. Süha biliyordu ki bu gölgesizlik, çok kısa sürecek olan, ara bir dönemdi. Biraz sonra şehir; ay ışığı, sokak lambaları, geçen arabaların farları ve evlerin yanan ışıkları sayesinde yine gölgelere bürünürdü. “Nihayet, benim de peşimi bırakmayan şüphe ve merak gölgelerim kaybolacak.” diye düşündü genç adam. Saçlarını hafiften esmeye başlayan rüzgârda abartılı kafa hareketleriyle daha bir dalgalandırarak, sert adımlarla yürüyen Zeynep’e göz ucuyla baktı. “İşte, sorularımın cevap bankası bu kız. Haydi, hayırlısı!” dedi içinden.
 
Sakin bir köşedeki banka oturdular. Genç kız, oturur oturmaz, yanına çuval gibi fırlattığı, battal boy çantasını karıştırmış ve bulduğu paketten bir sigara çekerek yakmış, içmesi için delikanlıya da uzatmıştı.
 
“Hayır, teşekkür ederim.” dedi Süha, “Kullanmıyorum.”
 
Dudaklarını büzerek sigarasının dumanını gökyüzüne doğru üfledi Zeynep. “İyi yapıyorsun. Keşke ben de içmesem!” Göz açısına giren herkese huzursuzluk verecek derecede kımıl kımıldı. Kâh üst üste attığı bacaklarını değiştiriyor, kâh eğilip pabuçlarının, olmayan tozlarını siliyor, ya da yakasını, kol ağızlarını çekiştiriyordu. Şu birkaç dakikada bile Süha’nın içine fenalık getirmişti. Konuşmaya başladı Zeynep: “Eee, ne söyleyecektin? Dökül bakalım.”
 
Aklına takılanları sevdiği kızın arkadaşına sormak isteyen oydu ama Zeynep’in dominantlığı karşısında, sanki sınava çekiliyormuş gibi hissetti kendini birden. Ürkekliği sesine de yansımıştı: “Ona âşık olduğunu biliyorum dedin az önce. Peki, Verda da bana âşık mıydı?”
 
“Evet, âşıktı. Hem de ne biçim! Şüphen mi vardı?”
 
“Yoktu elbette. O yüzden evlenme teklif etmiştim ona. Taşınacaklarını duyunca, hayatımdan ebediyen gideceğinden korktum. Aceleye getirmem bu sebeptendi. Nerede yanlışlık yaptığımı anlayamıyorum. Hiçbir açıklama da yapmadı üstelik. Bu beni daha da çok kahretti.”
 
Sigarasını yere atıp ayakkabısının ucu ile uzun uzun çiğnedi genç kız. Kollarını dizlerine dayayıp başını iki elinin arasına aldı. Vereceği cevabı sanki çimenlerin arasında bulacakmışçasına bir müddet öylece kaldı. Sonra yavaş yavaş doğruldu. Süha’nın gözlerinin içine racon kesercesine baktı ve yine kestirip attı sözü: “Açıklama ha! Kolay mı sandın?”
 
“Ne, neyi… Anlayamıyorum! Bilmece gibi konuşma lütfen. Çektiğim acıyı görmüyor musun? Anlatacaksan anlat artık!”
 
Delikanlının sabrının tükenmek üzere olduğunu fark etmişti Zeynep. Hâlâ buralarda yaşıyor olsaydı sırrını asla ele vermezdi arkadaşının. Gelgelelim, karşısındaki, omuzları çökmüş, umutla cevap bekleyen delikanlının biçareliği yüreğine dokunmuştu. Karşılaştıklarından beri takındığı, üstenci tavrı sonlandırmış, samimi bir havaya bürünmüştü şimdi. “Tamam.” dedi, “Anlatacağım. Söyleyeceklerim sende kalacaksa ama… Söz mü?”
 
Süha “Söz!” derken elini uzatmıştı genç kıza. Aşağı yukarı salladılar kollarını tokalaşırken. Güven sağlayan sözleşme merasimi bitince Zeynep devam etti konuşmasına:
 
“Verda yalnız seni değil, şimdiye kadarki bütün taliplerini reddetti. İçlerinden bir tek sen… Sevmişti işte! Hislerini sadece benimle paylaşıyor, benimle dertleşiyordu. Henüz üç yaşındayken talihsiz bir kaza geçirmiş Verda. Su istemek için mutfağa gidip annesinin eteğini çekiştirmiş. Annesi de o sırada elinde bulunan tavadaki kızgın yağı, ayaklarının dibindeki kızının omzundan aşağı döküvermiş. Uzun süre hastanede yattıktan ve takip eden senelerde birkaç ameliyat olduktan sonra, boynunu ve kolunu eskisi gibi hareket ettirmeyi başarmış doktorlar ancak vücudundaki derin yanık izlerini yok edememişler. Fakir oldukları için estetik ameliyat da olamamış. ‘Bu hâlimle kimseyle evlenemem.’ derdi. Öteki taliplerini geri çevirirken hiç umursamamış, üzülmemişti. Ama dedim ya; sen başkaydın onun nazarında. Resmen, kör kütük, deli divane âşık olmuştu zavallıcık. Bütün umutsuzluğuna rağmen besleyip büyüttüğü sevdasını, maalesef yüreğine gömdü sonunda.”
 
 “Sebep bu muydu yani? Neden bana söylemedi? Ben onu her hâliyle kabul ederdim. Yanık izlerini umursar mıydım sanıyordunuz, Allah aşkına? Sen niye söylemedin, ha? Niye anlatmadın? Bu muydu arkadaşlığın?”
 
Bir çırpıda öfke dolu soru yağmuruna tutulan Zeynep ne cevap vereceğini bilemiyordu. Şehri kaplayan akşamın karanlığı, onun ruhunda peydahlanan suçluluk duygusunun membaıydı sanki. Süha’nın, gözyaşlarından sırılsıklam ıslanan yüzündeki gizlenemez acı, pişmanlığını bir kat daha arttırdı. Meçhul bir el boğazını sıkıyordu âdeta. Nefes alması bile zorlaşmıştı. Tıslar gibi “Özür dilerim.” diyebildi.
 
Bir müddet derin bir sessizliğe bürünmüş vaziyette, öylece iç dünyalarına kapandılar. Sessizliği, yanındaki çantasını omzuna asarak gitmek üzere ayaklanan Zeynep bozdu. “Yapabileceğim bir şey varsa…”
 
Ellerini “yok” manasına iki yana açan Süha, tam kız uzaklaşırken kararını değiştirip seslendi: “Verda’ya nasıl ulaşabilirim? Bir telefon, bir adres… Bana yardım et lütfen. Bu saçmalığa bir son vermek istiyorum. Böyle bitemez. Bitmemeli!”
 
Zeynep geri dönerek elini delikanlının omzuna koydu. “Bitmek zorunda kardeşim. Anla artık. Verda bu takıntısından vazgeçecek gibi değil. En ufak bir umudum olsaydı şu anı yaşıyor olmazdık zaten. Onu ikna ederdim seninle evlenmeye. Çok uğraştım; olmadı. Unutmaya çalış, hayatına devam et. Başka çaren yok. Allah yardımcınız olsun; ne diyeyim? Dertleşecek bir arkadaşa ihtiyaç hissedersen, ne zaman olursa olsun, fark etmez; beni arayabilirsin.” Ve hızla arkasını dönerek koşar adım uzaklaştı Süha’nın yanından.
 
Müteakip yedi ayda sık sık buluşmuştu Zeynep ve Süha. İlk birkaç buluşmadan sonra Oktay da katılmıştı aralarına. Verda konusu diğerleri için kapanmış olsa da, Süha bir türlü unutamıyordu sevdiği kızı. Oktay ve Zeynep arkadaşlığı ilerletmiş, sevgili olmuşlardı. Onların mutlu mesut hâlleri delikanlının aşk acısını daha da depreştiriyordu. Sonunda ısrarlı tutumu sonuç vermiş, Zeynep’ten Verda’nın adresini almayı başarmıştı. Yola çıkmadan önce yapacağı bir iş kalmıştı sadece.
 
 Bir gece çığlıkları çınlattı ortalığı. Apar topar hastaneye kaldırıldı. Aradan geçen iki ay içerisinde de her dakika Verda’yı düşündü, kavuşacağı günü iple çekti.
 
 
xxx
 
Nihayet o gün gelmişti. Haziran sonuydu. Arabadan köyün girişinde iner inmez, sıcak, kuru bir hava dalgası yalamıştı yüzünü. Güneş gözlüğünü taktı, şapkasını kaşlarının üstüne kadar indirdi. Çantasını sırtlayarak, yemyeşil ağaçların arasında koridor gibi uzanan, ince yoldan ağır ama emin adımlarla yürümeye başladı. Kuş gibi çırpınan kalbinin tik tak sesini ayaklarına tempo yapmış, etrafı seyrediyordu diğer yandan. Ne güzel bir yerdi burası. İnsanın içine ferahlık veren manzaranın tadını çıkarmaya çalışıyor, tertemiz havayı ciğerlerine çekiyordu derin nefeslerle. Tek tük dizili evler, ilerledikçe birbirlerine yakınlaşmaya başlamıştı. Yanından geçen köylülerin meraklı bakışlarına aldırmadan köy meydanına kadar geldi. Hemen sağ tarafında köy kahvesine doğru yönelse de, son anda gözüne ilişen, az ilerideki bakkala sormaya karar verdi Verda’sının evini.
 
“Selamün aleyküm ağam.” dedi kapı önündeki tabureye çökmüş olan yaşlı adama. Alışverişe gelmiş bir müşteri zannettiği gencin selamını alır almaz ayaklanıp dükkânının içine girmeye yeltenen adamcağıza hemen engel oldu Süha. “Yok, bir şey almayacağım. Hüseyin Bey’in evi ne tarafta, diye soracaktım ağam. Bir sene kadar önce İstanbul’dan gelmişti ailesiyle. Tanıyor musun?”
 
“Heee, tanıyorum tabii. Ne edecen ki?”
 
“Ziyarete geldim. Görüşmek için… Evleri ne tarafta acaba? Bana bir tarif etsen diyorum.”
 
Yaşlı bakkal, tarif etmek yerine, gözüne kestirdiği, küçük bir oğlanı el kol sallayarak yanına çağırdı: “Ahmet! Gel bakayım buraya hele.” Çocuk ikiletmeden yanlarına yaklaştı. “Bak, bu abini Hüseyingillerin evine götürcen. Tamam mı? Oyalanma, hadi düş yola bakim.” Çocuk elindeki bilyeleri cebine koydu. Tozlanan paçalarına bir - iki şaplak attıktan sonra, elini gözüne siper ederek şöyle bir süzdüğü delikanlının önüne geçti. “Şu tarafa… Beni takip et abi.” dedi.
 
Alçak bir bahçe duvarının kapısının önünde durmuştu çocuk. İnce sesiyle “İşte, bura!” dedi.
 
“Burası mı? Emin misin?”
 
“Bura dedim ya! Ben gidim mi abi?” dedi çocuk, gözlerini kırpıştırarak.
 
Cevap vermeden önce elini cebine attı delikanlı. Çıkardığı beş lirayı çocuğun avucuna sıkıştırdı. “Evet, git tabii. Teşekkür ederim. Bununla da kendine bir şeyler alırsın. Hadi bakalım; sen dön artık.”
 
Çocuk hoplaya zıplaya yanından uzaklaşınca bahçe kapısının mandalını açtı ve tek katlı, oldukça eski duvarlarıyla, kırık dökük kiremitleriyle zamana meydan okuyan eve doğru ilerledi. Sağ elinin orta parmağını sivrilterek kapıyı birkaç kez tıklattı. Kapıyı açmak yerine gelenin kim olduğunu anlamak için yandaki pencereden başını uzatan kadını hemen tanıdı. Hüseyin Bey’in hanımı, Verda’nın annesi Makbule’ydi. O da tanımıştı delikanlıyı. Önce bir “Aaa!” çekti hayretle. “Hayrola Süha, senin ne işin var burada? Hoş gelmişsin.”
 
“Hoş buldum. Şey…” dedi ama kalakaldı delikanlı. Vakit kazanmak gayesiyle, sırtından çantasını indirerek yanına koydu. Düşünceler beyninden şimşek hızıyla akıyordu. Annesi evdeyse Verda da evde olabilirdi. Ancak, sevdiği kızı sormak münasebetsizlik olur diye düşündü.
 
“Hüseyin Bey evde mi? Çağırsanız, size zahmet...”
 
 “Zahmet olmaz da, o şimdi hayvan otlatmadadır. Yarım saate kadar anca döner. Sen istersen kahvede bekleyiver onu. Gelince gönderirim yanına. Olur mu?”
 
Canı sıkılmıştı Süha’nın. Yüzünü buruşturdu. “Kimseyi tanımıyorum kahvede. Konuşacak adam bulamam. Konuşsak ne diyeceğim? En iyisi, bahçede oturup bekleyeyim. Müsaade var mı?”
 
“Var, var! Sen dur hele. Geliyorum; azıcık bekle.” dedikten sonra pencereden kayboldu Makbule Hanım.
 
Elinde iki tabure ile yanına gelmiş, delikanlının bahçe köşesindeki erik ağacının gölgesine oturmasını sağlayıp, çay ikram etmek için aynı hızla eve dönmüştü.
 
Az sonra karşılıklı çaylarını yudumlarken sohbete daldılar. Şehirdeyken bu kadar sağlıklı görünmüyordu Makbule Hanım. Köy hayatı canına can katmıştı. Konuşkan, neşeli biriydi. Çok da akıllıydı. Süha’nın böyle ansızın çıkıp gelmesinin Verda ile bir ilgisi olduğunu sezmişti ancak sorguya çekmeyi uygun bulmamıştı. Meseleyi kocası ile konuşacaklardı nasılsa. İşi oluruna bırakmak en iyisiydi. Yine de lafın arasına Verda’nın komşu eve, arkadaşına gittiğini sıkıştırıvermişti.
 
Gerçekten de, yarım saat sonra Hüseyin Bey, elindeki uzunca değnekle güttüğü, yirmi civarında koyunla yolun başında gözüktü. Süha hemen ayağa fırlayıp üstünü başını düzeltti, adamın eve yaklaşmasını bekledi. Makbule Hanım da ayaklanmış, bahçe kapısını ardına kadar açmıştı. Sürünün içeri girmesine yardımcı olurken kocasına, “Bak kim geldi Bey! Süha’yı tanırsın. İstanbul’dan…” dedi. Kocası, Süha’ya “Hoş gelmişsin evlat.” diyerek sarılırken, o da sürüyü binanın arkasındaki ağıla doğru yönlendirerek gözden kayboldu.
 
Kısa bir hâl hatır sormanın ardından bahçeden eve geçmişlerdi. Hüseyin Bey misafirini iç sahanlığın hemen bitimindeki odaya aldı. Pencere önündeki sedire oturmasını izledi.
 
“Toz toprak içinde kalmışım gördüğün gibi evlat. Elimi yüzümü sudan geçireyim iznin olursa. Sen keyfine bak, sıkılma.”
 
Sesi baba şefkati kokan adama başını sallayarak karşılık verdi Süha.
 
“Tabii, buyurun.”
 
O dışarı çıkar çıkmaz etrafa göz gezdirmeye başladı. Oturduğu sedirin dışında, kenarda iki basit tahta sandalye, sandalyelerin karşı cephesinde, duvara bitişik yerleştirilmiş, oldukça iri iki yer minderi, köşede, içine birkaç parça süs eşyası konulmuş, cam kapaklı bölmesinin alt kısmında çekmecesi olan, dar bir konsol, ortada eski bir kilim… Konsolun üstünde küçük bir televizyon… Yan duvara da, içinde Kâbe’nin görüntüsü olan bir çerçeve asılmıştı. Tahminen altı metrekarelik odanın bütün eşyası bu kadardı. Bütün sadeliğine rağmen göğsü genişleten bir ferahlığı vardı buranın. Huzur duygusu çökmüştü üzerine. İç geçirip dalgınlaştı.
 
Hüseyin Bey’in sesiyle dalgınlığından kurtuldu.
 
“Tekrar hoş gelmişsin. Eee, söyle bakalım, hangi rüzgâr attı seni buralara. Şaşırmadım desem yalan olur hani.”
 
Sandalyenin birini çekip karşısına oturan adamın meraklı bakışlarını üzerine dikerek sorduğu soruya vereceği cevabın provasını daha evvel kim bilir kaç defa yapmıştı ama şimdi heyecanlanmış, kekelememek için birkaç defa yutkunmak gereğini duymuştu konuşmadan önce.
 
“Şeyyy, açık konuşayım; geliş sebebim Verda ile ilgili. Küstahlık saymayacaksanız size kızınızla ilgili duygularımı açmak istiyordum. Çekiniyorum aslında.”
 
Yüzü kızararak başını yere eğen delikanlıya babacan bir tavırla, onu rahatlatıcı bir tonla cevap verdi Hüseyin Bey: “Söyle evladım, çekinecek bir şey yok. Bak, onca yoldan gelmişsin. Derdin ne ise anlat. Elimizden geldiği kadar yardımcı oluruz elbet.”
 
“Allah razı olsun. Bana güven verdiniz. Anlatacağım.”
 
Evet, anlatacaktı da, kelimeler beyninin içinde çift kale, bol paslaşmalı bir maç yapıyordu sanki. Zihni allak bullak olmuştu. Sakinleşmek için, birbirine kenetlediği ellerinin parmaklarını çıtırdattı. Derin bir nefes alıp devam etti konuşmasına:
 
“İstanbul’dan ayrılmanızdan kısa bir süre önce Verda’ya evlilik teklifi yapmıştım. Sizi temin ederim ki son derece temiz hisler besliyordum kızınıza. Ona çılgınca âşık olmuştum ve onun da beni beğendiğini düşünüyordum. Teklifimi kabul etmemesine ve o zamandan itibaren benden sürekli kaçmasına rağmen, ben yine de annemi kızınızı istetmek için evinize gönderecektim ama buraya taşındınız. Nasıl yıkıldığımı anlatamam. Elim kolum bağlanmıştı. Ben de arkadaşı Zeynep’le irtibat kurdum ve reddedişinin sebebini öğrendim. Bebek sayılacak yaşta omzundan aşağı kızgın yağ dökülmüş, derin iz bırakmış vücudunda. Bütün taliplerini de bu yüzden geri çeviriyormuş. Beni de bu nedenle kabul etmedi tabii.”
 
 İkisinin de gözleri dolmuştu şimdi. Kısa bir suskunluk yaşadılar.
 
“He, öyle oldu. Yandı.” dedi Hüseyin Bey. “Her isteyenini geri çeviriyor. Beni bu hâlimle kimseler beğenmez, diyor. Elden ne gelir a oğul? Biz de anasıyla birlikte “kader” deyip kabullendik artık. En iyisi, sen şimdi yarasını depreştirme, kızım eve gelmeden evvel yola düş. Onun üzülmesine…”
 
Süha sözün burasında başını dikleştirdi. Sevdiği kızın babasının sözünü keserek sesini toklaştırıp itiraz etti: “Hayır, geri gitmem mümkün değil! Ya ben kaderimi ona benzetmişsem… Yine de vermez misiniz kızınızı bana?”
 
Delikanlının ne demek istediğini birden kavrayamamıştı Hüseyin Bey. Şaşkınlıkla sordu: “Kaderini Verda’ya nasıl benzetebilirsin ki? Kızın vücudu yanık. Yanık! Anlamıyor musun?”
 
“Ya ben de yakmışsam kendimi?”
 
“Tövbe ya Rabbim! Nasıl yani? Sen ne yaptın evladım? Yoksa…”
 
Süha aniden oturduğu yerden doğruldu. Adamın karşısına geçerek bir hamlede üzerinden tişörtünü soyup yere fırlattı.  
 
“Bu kadar yanık yeter mi? Verda hâlâ daha ‘yetmez’ derse, yetinceye kadar yakarım kendimi. Yine de vazgeçmem baba!”
 
Hüseyin Bey, gözyaşlarına boğularak, tüm benliğiyle kara sevdasını haykıran, gözü kara, yiğit delikanlıya sımsıkı sarıldı. Yeni iyileştiği kıpkırmızı izlerinden belli olan yaralarını öperken, yaşadığı acı dolu şaşkınlıktan dolayı daralan boğazından hırıltı şeklinde çıkan sesiyle yemin etti:
 
“Vallahi yeter, billahi yeter! Bana da, anasına da, Verda’ma da yeter! Cümle âleme de yeter oğlum! Böyle sevdaya kim karşı durabilir ki ben durayım? Demek ki aşk bazen, gerçekten de yanmakmış.” 
 
Mücella Pakdemir 

( Aşk Yanmaktır başlıklı yazı M.Pakdemir tarafından 25.09.2018 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.