Huzura Yolculuk
Yaşlı adam, haritadaki akarsuları andıran, şişkin damarlı,
buruşuk, titrek elleriyle dolap çekmecelerinden rastgele seçtiği birkaç parça
eşyayı bavuluna koydu. Birer adet kazak, gömlek, pantolon, iç çamaşırı ile traş
takımı… Ayaklarında ağırlaşan terliklerini sürükleyerek yatağına yöneldi. Hemen
yanındaki komodinin üstünde duran gümüş çerçeveden “Beni de götür.” der gibi
yalvaran gözlerle bakıyordu sevdiği kadın. Uzanıp aldı. Parmaklarının ucuyla
okşadı çerçeveden ayırdığı, sararmış fotoğraftaki mahzun yüzü. “Bu defa ben sana
geleceğim sevgilim. Ama bugün ama yarın… Korkma; çok sürmeyecek. Yalnızlık
ikimiz için de bitecek gayrı.” Fotoğrafı
kırıştırmadan, itinayla göğüs cebine yerleştirdi.
O esnada içeriye dalıp, bir hışımla fermuarını çektiği
bavulunu aynı hışımla dışarıya taşımış, daire kapısının dibine atarcasına
bırakıvermişti gelini Selma. O kadar üzgündü ki, başka zaman olsa hakaret
sayacağı bu edepsiz tavra hiç aldırmadı bile. En mutlu hatıralarını barındıran
yatak odasına, en ince noktasına kadar her yerini hafızasına kazımak
istercesine son kez baktı. Anne babasının yanında şaşkın yüz ifadeleriyle
bekleyen torunlarının yanına doğru yürüdü.
Oğlu Burhan, parmaklarında çevirdiği araba anahtarını
gösterip “Hazırsanız çıkalım haydi. Oyalanmayın daha fazla. Gecikiyoruz.” diyerek
karısını uyardı. Alıngan birisi değildi fakat evladının “Oyalanmayın.” sözü çok
gücüne gitmişti. Ne demekti şimdi bu? Oyalanmak bir yana, işin aslı, oldubittiye
getirilmiş, kandırılmıştı. Daha bu sabah “Bizimle kalamazsın artık baba. Yeni taşınacağımız
evimiz çok küçük. Rahat edeceğin bir yer bulduk sana. Gerçi biraz uzak ama… Hepimiz
için en iyisi bu olacak.” dememiş miydi, babalık duygularını çiğnercesine ve
emeklerini hiçe sayan bir nankörlükle? İtiraz veya tercih hakkı bırakılmamıştı
kendisine. Kaderine çaresizce boyun eğmişti çenesinden süzülen sıcacık gözyaşlarıyla.
Evet, başka bir eve taşınılacaktı. Hanımı Şahika vefat
ettikten sonra Burhan’ın “Boşuna kira vermeyelim. Bir başına yaşamamış olursun
hem. Yanına yerleşelim.” teklifini kıramamıştı. Aradan iki ay geçmeden oğlu
dert yanmaya başlamıştı. İşlerinin bozulduğunu, altından kalkamayacağı borca
girdiğini, bu çıkmazdan kurtulmanın tek yolunun ise iyi para eden baba evinin
satılarak daha küçük bir eve geçmek olduğunu söylemişti. “Başka çaresi yok mu
oğul? Bu evde annenin hatıraları var. Çok severdi burayı; biliyorsun. Kredi
çeksen, borçlarını erteletsen…” önerilerini hiç ummadığı şekilde, avaz avaz bağırarak
reddetmişti oğlu: “Bilmediğin işlere karışma baba! Sanki keyfimden satmak
istiyorum! Müşteri buldum bile. At imzayı; beni çıldırtma.”
Bekârken akıllı uslu tavırlarından gururlandığı,
yetiştirirken üzerine titrediği biricik evladına ekmek parası kazansın diye
açtığı işyeri iflas etmişti demek. “Ya gidip istersiniz ya da intihar ederim.”
diye dayattığı Selma ile evlendikten sonra huy değiştirip büyüklerine karşı saygısını
ve sevgisini yitirmesinde bu kızın parmağının olduğu gün gibi aşikârdı. Evin
satılma meselesinin de gelininin arzusu, hatta emri olduğunu iyi biliyordu.
Torunlarına duyduğu sevginin hatırına ve yalnız ölme korkusundan kabul etmişti
satışı. Gelin görün ki, evladı ailesine yeni yuva bulmuştu ancak kendisi, çöpün
kenarına bırakılan eski eşyaların akıbetine uğramıştı.
Başı dönüyordu. Ayakta duramayacağını hissetti. Dizlerinin
üzerine çökerek yere kapaklandı. Yorgun ruhu ihtiyar bedeninde üşüyor, kalbine
korkunç acılar pompalıyordu. Doğrulmaya çalıştı. Yapamadı. Zemin bir uçuruma dönüşmüştü.
Ne kadar direnmeye çalışsa da, kuvvetli bir pençe tarafından süratle dibe doğru
çekiliyordu. Üstelik aniden çıkan bir hortumun karşı konulamaz çekimine de kapılmıştı.
Onunla birlikte ne kadar anısı varsa her şey etrafında savruluyordu. Ayaklarına
buz gibi sular değince ürperdi birden. Uçurumun dibinden yükselen dev dalgalar,
kucaklayarak, incecik kumlu, uçsuz bucaksız bir sahile, incitmeden, şefkatle bırakmıştı
zayıf bedenini. Sahilin gerisindeki, cıvıl cıvıl kuşların ötüştüğü orman,
yemyeşil ağaçlarının yapraklarını hışırdatarak “Hoş geldin.” nidasındaydı. Işıl
ışıl gökyüzü, pembe, beyaz bulutlarıyla emsalsiz güzellikteydi. Tarifsiz bir
huzurla dolmuştu içi. Götürülmek istendiği huzurevi işte tam da burası
olmalıydı.
Son sözleri dökülüverdi kupkuru dudaklarından: “La ilahe
illallah, Muhammeden Resulullah.”
Çilekeş kozasından sıyrılarak ilk göz ağrısı Şahika’sının
yanına uçan, ölümsüz bir kelebekti şimdi.
Mücella Pakdemir
(
Huzura Yolculuk başlıklı yazı
M.Pakdemir tarafından
28.09.2018 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.