PİYASADA ARABALARIM ÇALIŞIR!
-Tüm canlılar gibi insanlar da doğanın
kanununa uyup doğar, büyür, yaşar ve en sonunda da ölürler.
-Yaşamları
boyunca kimi kişiler varlıklı ya da bunun tersi fakir olarak “hayatın
zorlukları” ile mücadele verirler.
-Şu anda ne durumda isek bu bizlere tapulu
değildir. Atalar “gün ola hayır ola, sabaha ne olacağı belli mi olur. Bir
bakarsın nereden nasıl gelmiş bilinmez, ya malından ya canından olursun…”
demişler.
-Dünya malı dünyalıktır. “Mal sahibi mülk
sahibi hani nerde bunun ilk sahibi(?)…” diyenlerde zamanla ölüp yok olmuştur.
-İyi gününle övünme, kötü gününe yerinme,
“Allah kösengiyi dibine kadar yakacak değil ya çıkmadık candan ümit kesilmez…”
Ramazan tuttuğunu un eden, iri-kıyım, uzun
boylu, babayiğit bir gençti. Babası onu askere gitmeden önce evermişti. Köylük
yerde geçimleri olan çiftlik ve hayvancılık karın doyurmuyordu. İşin farkında zamanla
varan Ramazan babasının karşı çıkmasına rağmen aklına uyduğu birkaç arkadaşının
peşine düşerek çoban durmak için Konya’nun yolunu tutar.
Konya’nın Çumra ilçesinin bir köyün de bir
ağanın koyunlarını gütmek için önce çeltek, sonra da aradan geçen süre
içerisinde ‘baş çoban’ olarak elde deynek dağ bayır dolaşır.
Ramazan aslında bu işleri yapacak birisi
olmadığının kendisi de farkında ama elinden başka bir şey gelmediğinden
mecburen çobanlığa katlanmak zorundadır.
Konya’dan iki yıl içerisinde biriktirdiği
üç-beş lirayla köyüne döner. “Hazıra dağ dayanmaz”ın farkında olduğundan bu
parayla ne işler çevrilir(?) köyde kimler ne iş yapar (?) bunları tek tek
araştırır.
Gerek büyükbaş, gerekse küçükbaş hayvandan
iyi anladığından dolayı bunların alım ve satımını yapmaya karar verir.
Bazen yalnız olarak, bazen da yanına
ortakçı alarak işini ilerletir. Yıllar sonra gerek ticari dürüstlüğü, gerekse
borcuna olan sadıklığıyla “Tosunburunlu Ramazan” diye adından söz ettirmeye
başlar.
Hatta
namı öyle duyulur ki diğer meslektaşları gittiği köylerde onun akrabası
olduğunu beyan ederek “ticari kredi” elde etmenin kolaylığına tenezzül ederler.
Ramazan yorgun-argın alış-verişten köyüne
döndüğünde yastık, yorgan, döşek adeta ona diken olup batmakta, “köydeki
tarla-tapan ilerde kimin karnını doyuracak (?) çocukların sonu ne olacak (?)”
diye düşünmekten yatakta bir beri bir öte dönmekte, bazen diri sabahı uykusuz
getirmektedir.
Ramazan “beden gücü ile değil akıl gücüyle
iş gören, para kazanan” bir yapıya sahipti.
Bin
bir zahmetle köy köy toparlayıp şehirdeki hayvan pazarında ya da kasaplara sattığı
etlik hayvanların parasını bazen
alamamakta bu yüzden de maddi sıkıntı çekmektedir. Günlerdir yastığa kafasını
koyduğunda aklında yer eden bir kasap dükkanı açma hevesi onun beynini
tırmalamakta, “şehre göçersem hem alım-satıma orda devam ederim, hem de kasap
dükkanını çalıştırırım” diye hayaller kurmaktadır.
Bu
vesile ile oğulları Mustafa, Muhittin ve Erdem’i de okutarak hayatlarını
kurtarmak hevesindedir.
Bir
Pazar günü Kırşehir hayvan pazarına erkencecik gelmiş, eldeki hayvanları da
kısa bir pazarlık sonucunda bir adama ‘azına-çoğuna’ bakmadan satmıştı. Köyüne
dönerken yolu Aşıkpaşa Mahallesi’nden geçtiği için orada derici Hacı Ömer’in
‘kiralıktır, yazan evi gözüne ilişir.
Atmışlı yılların ortalarıydı göçü şehre
getirdiğinde, ev oturulacak gibi değilse de olsun, şimdilik onlara yeterdi.
Nasıl olsa ilerde daha iyisine taşınırlar veya olmazsa biraz sıkışıp bir ev
satın alabilirdi.
Ramazan eskisi gibi yine hayvan alım-satımına
devam ediyordu. Bunun yanında bir arkadaşının tavsiyesine uyarak fabrikalardan
toptan küspe, kepek alıp besicilik yapanlara satarak geçimlerine katkıda
bulunuyordu.
Büyük oğlu Mustafa’yı koltuk, kanepe
imalatı yapan bir esnafın yanına çırak olarak vermiş, oğlu Muhittin kale
ortaokulunda eğitime başlarken diğer oğlu Erdem’inde ilkokula kaydını
yaptırmıştı. Ramazan bir yandan alım-satımla uğraşırken bir yandan da kasap
açmak için boş dükkan arama telaşındaydı.
Mahalleye yeni taşındıkları için daha
kimseleri tanımıyorlardı. Hanımı evde ev işleriyle uğraşırken kendisi de boş
zamanlarında kapıya çıkıyor nerde iki adam görürse selam verip onlarla
şurdan-burdan konuşma bahanesiyle tanışıyor, zamanla hoşuna giden birisi olursa
ahbap oluyordu. Akşamlarıda arada sırada “hoş geldiniz’e” evlerine komşulardan misafir geldiği oluyordu. Bir akşam evde
otururlarken kapıları döğülmüştü. Gelenler evlerinin az ilerisinde oturan hafif kırmızı
benizli, orta boylu, zayıf ,başı kasketli , hafiften beli bükük bir adam ile
gayet şişman , giyecekler eskimsi, eli yüzü bakımsız, başında eskimeye yüz
tutmuş yazması olan hanımıydı. Hoş
beşten sonra sağdan soldan konuşmaya başladılar. Ramazan babasının yanında
“ayıp olur diye” konuşmayı değil, susmayı tercih ediyordu. Misafirle daha çok
babası hasbihal ediyor, ancak kendisine bir soru sorulursa o zaman cevap
veriyordu.
Gelen misafir ne için şehre göçtüklerinden
tut ki ne iş yaptıklarına ve yapacaklarına kadar her şeyi sorarak yeni komşuları hakkında
bilgiler edinmeye çalışırken bir yandan da “aman şu komşu şöyle, bu komşu
böyle” diye de aklı sıra onlara akıl vermekten geri kalmıyorlardı.
Vakit bayağı ilerlemişti. Adam kalkmak için
hanımına işaret ettiğinde o zamana kadar suskun suskun konuşulanları dinleyen
Ramazan birden babasının orda oturduğunu unutarak “komşu siz ne iş tutar, ne
ile geçinirsiniz (?)” diye sorduğunda babasıyla göz göze gelip utandı. Bir
kusur etmişcesine başını yere eğdi. Belki bu soruyu babası adama soracaktı.
Yaptığından utandı, kızardı…Evin içine adeta bir sessizlik çökmüştü….Adını
sonradan öğrendikleri Hamal Hurşut adeta böyle bir soru bekliyormuşcasına
keyf alarak
ortamın
sessizliğini “PİYASADA ARABALARIM ÇALIŞIR” diyerek bozduktan sonra “iyi
geceler, siz de bize gelin komşular, bekleriz…” Biraz yutkunduktan sonra “Bak
şunu demeyi unuttum, sekiz-on ton kadarda hurda teneke sahibiyim!” deyip ardına
bakmadan vakarlı bir şekilde hanımı arkada kendisi önde evine doğru yürüyüp loş
sokak lambası ışığında gözden kayboldular.. …
Misafirler gittikten sonra evde büyük bir
şaşkınlık havası hakim oldu. Bu nasıl bir işti. Adam “piyasada arabalarım çalışır” diyordu. Ama giyimleri kuşamları hiç
de öyle göstermiyordu. Demek ki onlar görmüş geçirmiş, zenginliğin bir emanet
olduğunu bilen kişilerdi. Başkaları gibi zenginlikleriyle öğünmüyorlar, ona
göre yaşam tarzı çizmiyordu. Bu ne vakardı!...
Demek
ki “kaplumbağanın toprağı biter” diye az az yemesinde ‘bir keramet’ vardı!..
Ramazan ve ailesi kendi aralarında bu
konuyu enine boyuna uzun uzun tartıştılar. Yaşamlarını bu komşu ailenin
davranışlarına göre ayarlamaya karar verdiler.
Ramazan
günün birin de bir yakınından çarşıda bir kasap dükkanının ‘devren satılacağını’
öğrenir. Pazarlık yapmaya giderken yolu Çarşı caminin önünden geçer. Tesadüf bu ya orada birkaç gün önce evlerine misafir
gelen karı-kocayı bir iki adet dört tekerlekli itme arabayla müşteri beklerken
görür ve şok olur.
Adam
evlerinde “piyasada üç-dört arabamız çalışır” dediğinde meğer bu arabaları
kastetmiş de onlar “kendisine arabamız nedir (?)” diye sormamışlar haliyle
bunları kamyon zannederek komşularının zengin aile olduğu kanısına varmışlardı.
Ramazan
onlara selam verip “hayırlı işler” diyerek oradan ayrılırken‘hiçbir şeyin
farkına varmamış gibi davranarak yoluna devam etti… Durumu yanlış anlamanın
üstünde durmaya pek değmezdi. Nasıl olsa herkesin bir şekilde karnı doyuyordu
ya…