Muteber bir yanılgıya denk düştüğümü bilmek…
evet, ben bir yanılgıyım.
Göğün ritmine ayak uyduramayan bir
yağmur damlasıyım: hem hüznüne hem sevgisine kefil.
Duraksadığını görür gibiyim belki de
duraksaması gereken benimdir gel gör ki; aymazlığında mevsimin hele ki Kasım
ayına böyle bedbaht girmişken.
Ölçümünde duyguların kaç şiddetine
denk düştüğünü bilmiyorum içimdeki depremin hele ki dış görünüşte ufak tefek
mimiklerin dışında açık da vermezken.
Gelip gidiyorum.
Kurguluyorum hayalleri sonra
kurcalanıyor yüreğim. Bir telaş ki sorma gitsin.
Makyaj yapılmamış her doğallık benim
tercihim bu yüzden üzüntünün pembe dokunuşlar yaptığı yüzümde ve gözlerimde
neyi ne amaçla saklamam gerektiğini bilmeden ve hüznü tüm doğallığıyla
yaşıyorum.
Y/aşıyorum.
Aştığım ne mi?
Çok şey yine de kimselere
beğendiremediğim varlığımın hiçliğe denk düştüğü.
Maruzatım yok çünkü açığım yok lakin
açık ara farkla önde gidiyorum: hem depreşen umutsuzluk hem derinleşen yaş
çukurları sonrasını inan ki dile getirmek bile istemiyorum hatta sana sormaktan
da korkuyorum ne de olsa yok yakınken illa ki bir sonuç cümlesi koyarsın hikâyemin
sonuna.
Allah’a yakın durduğumu bilsem de ne
zaman ki çöksem çökkün varlığımla çömez duygularım bir olup derinlerde telaffuz
ediyorum yalnızlığımı ve yine sadece O’nunla paylaşıyorum korkularımı.
Zaman ne çok şey gösteriyor/muş ve
keşke zamana dur desem.
En sevdiğim karede sabitlensem
sevdiklerimle ve zaman donsa kalsa ansızın; üstelik yolculuğum da sonlansa ve
ben sadece bir kareye sığdırsam mutluluğumu ve tüm hüznümü yok saysa Yaratan.
O hoş görse de insanları mutlu
edemediğimin bilincinde bir münafık gölge tarafınca reddedildiğimi biliyorum: o
gölge akabinde tüm gölgeler ve sahipleri.
Hayatı iki yarım küreye ayırdım ben
yazmaya başladığım ilk günün milat olduğunu da çok sonra fark ettim.
İçimin dışımın bir olduğu Sırat
Köprüsünden düşmezden önce yazmaya başladım belki de bu günü asla
göremeyecektim ve peşinen yitip gidecektim aslında yitip gittiğimin de umarsızlığına
vakıfım ne de olsa pek aldırış eden yok bana. Varlığım yokluğum ne anlama
geliyor diye düşünmekten akıl tutulmasına kadar ruhumu örseleyen ne çok şey.
Konunun bağdaş kurduğu o eksende bir
pervane misali duygularımın çevresinde dönenip duruyorum sanırım ölüm göz
kırptığında hayata beni benden eden bu korku yüzünden atfettiklerim pek de
hedefine varmıyor.
Çömez bir sevgi bağımlısı iken insan
çocukluğumda geçen zaman içerisinde daha da ivme kazanıyor bu duygu: gel gör ki
karşılığı olmayan selamlar ve bir acının mutluğa yol açtığı gerçeğine tanıklık
edip hayatın acımasız yüzünü görmek bazı şeyleri yok ediyor.
Misal mi?
Yaşama sevincime ket vuran…
Daha da beteri ölümü sık düşünmek.
Ölümden çıkıp da yola yaşama tutunmak
neye denk düşer?
Bağdaşmadığımı da biliyorum hani
günümüz insanıyla.
Bir ön görü filan da değil bilakis
gerçeğin ta kendisi.
Reddi güç kabulü güç bir insan da
oldun mu hele…
Kehanetlerin iz düştüğü ya da
hayallerin kundaklandığı belki de en kötüsü beklemekten imtina ettiğin. Beklediğin
ne ise ya da gelmesini asla istemediğin ve ölüm ne zamanki göz kırpsa hele ki
yanı başındaki insanlarsa bu tuzağa düşen… gerçi kaderi tuzak addedip günaha
girmek de olası bu anlamda ben sadece uzağında kalmak istiyorum.
Uzağımda kalan ne çok şey ve ne çok
insan.
Üstünkörü duygular da değil hani
içimde körüklenen. Habis bir ur gibi; endişenin mahal verdiği bu da yetmezmiş
gibi huzurun irtifa kaybettiği…
Sevgiden çıkıp da yola… yoldan çıkıp
da düşmüşken umutsuzluğa…
Gerisi geliyor.
Ve o kocaman kara delik daha da
büyüyor belki bu yüzden vazgeçiyorum:
Sevmekten vazgeçiyorum ama kendimi.
Beklemekten vazgeçiyorum ama bir
sonraki mevsimi.
Sormaktan korkuyorum ne de olsa
kızdırmak istemiyorum en çok da… en çok da gülümsemekten korkuyorum. Bir hurafe
mi yoksa mutluluk, diyenlerdenim ne de olsa.
Kardeşimin gözlerindeki mavi içimi
delerken ve aynı maviyi ben göğe yansıtamazken aslında elimden hiç bir şey
gelmezken…
Yorgun değil yılgın.
Yılgın da değil sadece yılları ne amaçla
heba ettiğimi düşünüp bilfiil kendime kızgın…
Maziden dert yanıp andan koptuğum.
Yarınları düşünüp kendimden kaçtığım.
Kendimden kaçıp kaçırdığım durakların
soluk ruhuma nakşettikleri…
Solan bir çiçeğin ardından gözyaşı döker
mi insan?
Ya da sonlanmış hayatların hesabını
tutup biteviye sürgün mü edilir mutluluk?
Yalancı baharlardan medet umup kışı
erteler mi insan?
Aşktan korka korka sever mi için
için?
İçli benliğin içli dışlı olduğu
sürgün ve yetim yürek hep mi dışlanır?
Dışlanan bir ömrün hicabından daha
kötü ne olabilir ki?
Dehlizin karanlığında belki de kara
deliğin beyaza tutkunluğunda hep mi süregelir düş kırıklığı?
Çetelesini tutmaktansa yeni baştan
başlamak mı?
Hırpalanmaktan kasıt gidip geldiğim
duygular biteviye körüklendikçe doğamdakileri yansıtamadığım gerçeği ile yanı
başımdaki insanlara ve kalemin sofrasına buyur ettiğim gönül insanlar…
Aşka ve sevgiye düşen biraz muhalif
ve detaycı en çok da en çok da… durağan bir duyguda sabitlenip kalmak belki de
en güzeli hele ki adı mutluluk ve umut bileşkesi ise gel gör ki; hicran bu
denli kök salmışken…
Sabitlendiğim andan kopup gelenler
belki de yarın şimdiden hükmederken hala mutlu bir karede yanıp sönen onca ışık
sanırım duygu huzmesinden yarınlara ve imkânsızlığa sürüklenen…
Dar bir geçitte büyüyen bir hegemonya
tıpkı boyutsuzluğumun diz çöktüğü o sarmalı kendince uyarlayıp bir düş ülkesine
yolculuk yaptığım inancı ile bir nebze de olsa huzuru yâd etmek yine asılı
kaldığımız inanç sayesinde bertaraf edebilmek hem de en ücra duygunun bile gün
yüzü göreceği inancı ile tıpkı hayatın telaffuz ettiği kendini gerçekleştirmek
adına yola düştüğümüzün de ispatı iken…