Kök salan devasa bir hulasası ömrün
gıyabında, tozutan fıtratın iç muhasebesi.
Devşirme bir hüzün tabiri caizse ve
savruk hecelerle ikbalinde yüreğin bir sure tadında hayat ve hüzün.
Efkârını uyuttuğum kadar uydurduğum
bir masal hiç değil, yine yenik düşmüşlüğün zirve yaptığı unutulmuşluğun acısı.
Hangi coğrafyada saklıyım?
Hangi muteber yürekte közüm?
Hangi sancıdır ön ismim?
Devasa romanların devrik cümlelerinde
ben yalnızlığın türküsünü söylerken içtenliğin katmanlarında yanlış anlamlar
buyuran yine evrendeki tescilli hayallerim.
Haber döşüyorum yüreğin tapulu
yalnızlığına. Şehir oluyorum sonra çünkü ben bu şehre aşığıyım bazense şiir
tadında bir ölüyü kıskanıyorum.
Bazen Süreya’ya düşüyor yolum bazen
İlhan’a zaman tütsü yakarken şiirlerinde üstatların ben için için yanıyorum
sonra soluyorum sonra dirilmeden gömün beni, diye haykırıyorum.
Duymazlığın ve aymazlığın ihbar
ettiği bir yenilgiyim ben ve hiçliğin şanına yakışır varlıksızlığımda var olma
savaşımdan hala dönemediğim.
Kilitli cümleler var aslında kilit
cümleler var nifak sokan gerçekle düşlerimin arasında sonra somurtup
oturuyorum.
Oğuz Atay’ın bahsettiği o tembel kış
güneşiyim aslında yaza dönük yüzümde ve bir yaz çocuğu olsam da dört gözle
bekliyorum kış mevsimini.
Tufan benzeri bir döngü içimdeki
tarhı darmadağın eden.
Meltem bildiğim rüzgârlar unuttu
unutalı beni ve zikrettiğim her duygu aslında aklıma fikrime mukayyet olsun
dileğimle Tanrının.
Uyutulmuş ne çok şiir aslında uyduruk
düzende ben matbu bir kâğıt misali, içimi doldurup sonra kırıştırıp benliğimi
çöpe atıyorum.
Kâğıt gibi bembeyaz yüzüm ne zaman
bir ölü görsem.
Kâğıt gibi beyaz alnım aslında
şaibeli gölgeler fink atarken civarda ben saklandığım hücremde bin misli
mutluyum yalnızlığın kıyılarında değil enginlerinde kulaçladığım defolu
varlığımla hayata bir sıfır yenik başlayanların da taraf tuttuğu o mecrada hala
nasıl safça süzerken etrafımı ve aklımın ermediği ne ise not aldığım sonra
notlarımı temize geçtiğim sonra ruhumu yıkayıp kırıştırmadan astığım giysi
dolabım.
Her uyandığımda açıp da kapağını ve
ruh durumuma uygun bir mizacı giyiniyorum sonra şehrin surlarına kaçıp eski
kimliğimi gömüyorum dibine.
Yeknesak bir tınıda mırıldanan şehir
çokça hicap duymakta tıpkı yalnızlığımı bölüştüğüm ve iki yaka bir araya
gelmezken nasıl oluyor da şehrin dokusunda iki yaka özlemle kavuşuyor
birbirine.
Yakası açılmadık espriler duyan bir
çocuğun şaşkınlığına haizim aslında şahit olduğum değil şahit tutulduğum ne çok
aksanı var şiirin ve şehrin.
Şirin yüzümle bazen aksi mizacımla
bazen aksıran iç sesimle… ben bu şehrin aşkına talibim.