ÇİNGENE GÜZELİ GÜLLÜ YE KAŞ

http://www.cagdaskirsehir.com/images/space.gif

      Güdük İreşid’in oğlu Hasan ile Yağcı Hacı'nın oğlu Ömer, emsal oldukları gibi çocuklarından beri candan iki iyi arkadaştılar. Onların çocukluklarında köyde ilkokuldan başka göze batacak doğru dürüst ne bina, ne ev, ne konak, ne de üzeri kiremitle örtülü bir dam vardı. Evlerin temeli taştan örülür, üzeri kerpiçle tamamlanır, damına sırıklar atılıp üzeri de sap, saman ve toprakla kapatılırdı. Radyo öyle her evde olmaz, olan evler de haberi dinlemek için dolup taşardı.


Gerek Güdük İreşid, gerekse Yağcı Hacı fakir kişilerdi. Güdük İreşid zamanında savaşlarda üç kardeşini şehit vermiş, çiftçilikle geçinen ufak boylu birisi olduğundan adının önüne Güdük lakabı konmuştu. Boyu doğuştan mı kısaydı, yoksa yaşlanınca bükülüp küçüldüğünden mi bu lakabı aldı, kimse bilmez.


Yağcı Hacı ise tarlası tapanı olmayan, geçimini elverişli günlerde köy köy çerçilik yaparak, Ağustos veya Eylül aylarında yetişen zeyrek denilen mahsulün ücret karşılığı yağ çekme makinesinde yağını çıkarmakla karşılardı. Belki o da yağcı lakabını bundan almıştır. Onun çıkardığı yağı köylü kışın o katıksız günlerinde çığırtma denilen hamuru ateşte kızartıp yerdi. O da çok nefis olur, yiyen bir daha yerdi.


Hasan’la Ömer her akşam olduğu gibi o akşamda yemekten sonra hafızın evi ile müdürün evinin arasındaki boşlukta buluştular. Delikanlılığa yeni adım atmışlar, sakal ve bıyıkları yeni terlemeye başlamış, kızlara ayna tutacak yaşa gelmişlerdi.


Ömer kara yağız delikanlı, Hasan ona bakarak biraz sarışın, iki yakışıklı arkadaş idiler. O yıllarda köylerde genelde elektrik yoktu. Bu yüzden sokaklar geceleri ışıl ışıl değil, adeta zifiri karanlık olur, ayın belirli günlerinde o gün bulut olmaz ise doğan ayın ışığı ile aydınlanırdı. Seyfe Gölü'nün üstünden doğan ay ilk önce kocaman olur, gölün üzerine bir kızıllık çökertir, her gün biraz daha küçülerek yerini karanlığa terk ederek kaybolurdu. O gün geceye adeta zifiri bir karanlık hakimdi, Yaş Kemal’in kapısından Yeni Camii yönüne doğru giden ayak sesleri kulaklarına aksetti. Bu ayak sesleri gecenin bu vaktinde olsa olsa nişanlıya giden birisine ait olabilirdi.


O yıllarda nişanlıya gidecek delikanlı ortalıktan el ayak çekilince evden çıkar, bakkala uğrar, oradan aldığı çereze (kuruyemişe) ilaveten çorap, yazma, mendil, krem, ayna gibi lazım olan şeyleri alıp gecenin karanlığında kimseye görünmeden nişanlısının evinin yolunu tutardı. Çok tedirgin ve dikkatli olurlardı. Öyle ya üç-dört arkadaş bir olur karanlıkta hadi önünü kesip döverler, elindekileri alırlarsa ya da nişanlısının ev komşularından müzümsüzün biri fark edip taşlar, bir yerini yaralarsa.


Hasan'la Ömer karanlıkta sesin geldiği yöne iki koldan bir müddet yerden buldukları veya önceden hazır ettikleri taşları fırlattılar. Adam nişanlıyı, mışanlıyı bir tarafa bırakıp adeta uçarcasına kaçtı. Adam kaçarken çat diye çıkan bir sesi fark eden bizimkiler, sesin geldiği yöne koştular. Geceleyin sesler daha net ve çok çıktığı için bu sesin kaçan kişiden düşen aynaya ait olduğunu, akabinde korkunun yarattığı şaşkınlıkla çerez torbasını da atıp kaçtığı kanısına vardılar. Hasan hemen cebindeki el lambasını çıkarıp Yaş Kemal’in kapısının önüne tutup yeri ışıkla aydınlatmaya çalıştı, lambanın pili zayıf olduğundan bir şey görünmüyordu. Fakat Ömer keskin gözleriyle mi fark etti, yoksa el yardımıyla mı bilinmez, yerde yatan kamayı bulup cebe indirirken lambanın zayıf ışığında Hasan'a hafifçe sevinçten gülümsüyordu. Hasan elindeki el lambasını hemen söndürüp oradan hızla uzaklaşıp püsküllünün harman yeri ilerisindeki Güneyin Çayı denilen derede soluğu aldılar. Alelacele kamayı gözden geçirdiler. Ömer kamayı tanımıştı. Kama az önce taşladıkları Kör Cuma'nın oğlu Osman'a aitti. Ömer, Osman'dan bu kamayı elde etmek için çok kafa yormuş, onu kandırıp da kamayı bir türlü elde edememişti, kısmet demek ki, bugüneymiş. Köylü gençler o zamanın en iyi silahı olan kama ya da biz denilen ucu gayet sivri çelik çividen yapılma tahtadan saplı alete veya iyi bir bıçağa korunmak, saldırmak için sahip olurlardı. Çok az kimsede tabanca bulunur, genelde fakir köylü ve gençlerde olmaz, ancak hayallerini süslerdi. Ömer ile Hasan cığıl cığıl yanan bu kamayı günlerce, aylarca sırayla taşıdılar, bundan da kimseye bahsetmediler. Çünkü köy küçük, foyaları çabuk meydana çıkar, eldekinden olurlardı. Ne de olsa Osman yaşça onlardan büyük olduğu için yerine göre tek düşürüp döver kamayı tekrar ele geçirirdi.
Ağlamışların Hasan Hüseyin, Ömer ile Hasan'dan yaşça bayağı büyük, evli barklı biriydi. Beş mermi alan toplu tabancası vardı ki değ-me gitsin. Düğünlerin baş davetlisi olup kayınların önde gideniydi. Gençler onun tabancasına gıpta ile bakar ki sormayın gitsin. Adamın pozundan yanına varılmazdı. Tabancaya her delikanlı gibi bizimkiler de özeniyordu. Ama paraları olmadığı için ne onun alımına, ne de kama ile takasına yanaşmaya cesaret edemiyorlardı. Tek sermayeleri eldeki kama idi, onunla tabancayı değişmek için teklifte bulunsalar bu kez belki foyaları meydana çıkardı.


Ne olursa olsun bu kamayı elden çıkarıp tabancaya sahip olma cesaretini gösterdiler. İş olacağına varsın deyip Hasan Hüseyin ağabeylerinin evinin yolunu tuttular. Uzun süren pazarlıkların sonunda adama kama ile üç beş lira verip hevesleri kursaklarında komayıp tabancanın sahibi oldular. Keyiflerine diyecek yoktu. Az şey mi, o yaşta, o zamanda çok kimsenin alamadığı, rüyalarında bile göremediği tabancaları vardı. Arada köyden uzaklaşıp yaylada, inde Tereli’de Üç Kuyu denilen yerlerde atış talimleri yapıp tabancayı deniyorlardı.
Arkadaşlarına caka satıyorlar, düğünlerde sırasıyla bol bol mermi yakıp neşelere neşe katıyorlardı. Gel gör ki, mermi parası onların keselerini biraz zorluyordu. Kamada olduğu gibi tabancayı da sırayla taşıyorlar, azar işitme korkusuyla durumu babalarından saklıyorlardı.
Silah ortaklığını böylece uzun bir müddet devam ettirdiler. Bahar mevsimi başlarında her yıl olduğu gibi o yılda köye Çingeneler gelmiş, çadırlarını kurmuşlar, köylüye lazım olan kalbur, kasnak, çinaar, un elemek için elek yapmaya, kalay yapmaya başlamışlardı bile.


Çingene aşireti belirli bir yerleşim yerleri olmayan o yıllarda at arabalarıyla “o köy benim, bu köy senin” gezen gezginci kişilerdi. Erkekleri kalbur, kasmak gibi lüzum olan şeyleri yaparlar, hanımları da bunları satarken, yanlarında da sırtta taşıdıkları bohçalarda kumaş, sofra bezi vs. sokak sokak dolaşıp satıp geçimlerini temin ederlerdi. Bazen de köylü kadınların fallarına bakarlar, çocuğu olmayanların güya tedavilerini yaparlar, çok nadir olarak da uyutma denilen kandırma şekliyle onların altınlarını gasp ederlerdi. Köylüler eli boş kalınca doğru Çingen çadırlarına koşar, orayı boş bırakmaz, yerine göre yarenlik ederken nasıl çalıştıklarına, kalayı neyle yaptıklarına, gümüşü nasıl parlattıklarına boş yere kafa yorarlardı. Ömer ile Hasan da bunlardan biriydi. Arada çadıra uğrarlar, mesleklerinden başka ne işi yaptıklarını sorarak hem meraklarını gidermeye çalışıyorlar, hem de onların samimiyetini kazanma yollarını seçiyorlardı. Bir şeye ihtiyaçları olup olmadığını yerine göre bunu karşılamaya yardımcı olacaklarını söylüyorlardı. Bu tür gidiş gelişler az buçuk onlarla samimiyet ve güven ortamı doğurmuş, asıl amaçları başka olan iki arkadaşa şansları daha çabuk yardımcı olmuştu. Onlarla alışverişe önce tabancalarına mermi almakla başladılar. Adamlar bilinen işleri haricinde tabanca, mermi gibi yasal olmayan gayri meşru işlerle de uğraşıyorlardı. Çadıra diğer bir gidişlerinde mermilerinin düğünde bittiğini, tekrar mermi alacaklarını bahane edip asıl amaçlarına ulaşmanın hesabı içindeydiler. Eğer Çingenelerde tabanca var ise pazarlık yapıp ucuza alacak iki tabancaları olacak ya da iyi bir para alırlarsa kendi tabancalarını onlara satacaklardı. Bu sayede üzerine beş on lira koyup iyi kaliteli bir tabanca sahibi olabilme imkanı doğacaktı.
Selam verip hoşbeşler yapıldı, altlarına birer el dokuması minder atıldıktan sonra hal hatır faslı başladı. Adamlardan orta yaşlı ile genç olanı kalbur yapıyor, yaşlı olanı da elindeki gümüş yüzüğü parlatırken yan gözlerle gelenleri süzüyor, asıl amaçlarını öğrenmeye çalışıyordu. Oğlum gelinlere söyle de kahve yapsınlar diyerek genç olana yumuş buyurdu, o da bunu diğer çadırdaki hanımlara iletmek için dışarı çıktı. Çadırın içi gölge ve serin olsa da meşinimsi bir koku bizimkilerin burun deliklerine işliyor, sıkıntıdan buram buram terliyorlardı. Buyurun tekrar hoş geldiniz diyerek yaşlı adam söze başladı.


- Mermiden başka bir şey isteyecekmişsiniz gibime geliyor, benim yapabileceğim bir şey ise amenna emriniz olur.


Hasan konuşmayı Ömer'e göre daha iyi becerebilen kabiliyete sahipse de ticari ve ikna yönünde terazi kefesinde Ömer'den biraz hafif kalırdı. Kendilerinde bir tabanca olduğunu, bunu varsa iyi bir tabancayla değişmek istediklerini veya bedelini verirseniz size satmayı ya da sizde aynısı varsa anlaşırsak satın almayı diye sözü uzatırken Ömer tabancayı belinden çıkardı. Tabancayı orta yerde duran masa yerine kullanılan ekmek tahtasının üzerine koydu. Yaşlı adam tabancayı usulen eline alıp yalancıktan süzüp değersiz anlamında bir tutum sergileyerek o değilden tabancayı aldığı yere koydu. Adam cin gibi yapıya sahip birine benziyordu, ama bunu gençlere belli etmemenin çabası içindeydi.


Bu ara kahveler geldi. Kahveyi getiren kız mı, gelin mi bilinmez dünya güzeli bir huri idi. Dilber, Hasan'ın kahve verirken dikkatini çekti, bir an göz göze geldiler, gelin kahveyi ikram edip çadırdan çıkarken tekrar dönüp baktığında fırsatçı Hasan geline bir kaş atmıştı. Ömer ile yaşlı adam arasında sıkı bir tabanca pazarlığı sürerken dışarıdan çadıra aralıklarla elleri değnekli kişiler girip oturuyor birbirine Hasan'ı işaret ediyorlardı. Adamların gözlerinde kin, suratlarında öfke dolanıyor, Ömer'de bu işten gıcıklanmaya bir bit yeniği aramaya çalışıyordu. Yoksa adamlar çadırda kendilerini mi dövüp, tabancayı mı alacaklardı ya da işin içinde akıllara gelmeyen bir şey mi vardı...


O anda Hasan'a durumu öğrenmek için bir bakış fırlattı ki, Hasan uyanık biriydi, bu bakışlardan Ömer'in ne öğrenmek istediğini kavrar gibi olmuştu. Pazarlık pazarlıktan çıkmış pek ilgi kalmamış yine de yalan yanlış devam ediyordu. Hasan arkadaşının kulağına pazarlıkla ilgili bir şey söyleyeceğini, onun rızasını alacağını söyleyerek, etraftakilerin müsaadesini alıp Ömer'in kulağına eğildi. Ömer az önce ben kahve getiren geline bir kaş atmıştım her halde içeriye bu adamlar ondan doluştu.
Ömer, Hasan’a sen devamlı hiç durmadan etrafa kaş at tembihinde bulunurken ikisinde de ecel terleri dökülmeye başlamıştı.
Bulundukları yer Çatal kaya'nın az ilerisinde Kaya Bağlarının alt eteğinde Deli Yusuf'ların harman yeriydi. Köye bağırsan duyulmayacak kadar mesafede oldukları için onları kimse kurtaramazdı. Ömer pazarlık işini ufaktan ufaktan idare etmiş gözükse de aklı fikri çadırdan sağ salim çıkmanın, köye ulaşmanın hesapları içindeydi.


Meğer çadırdan dışarı çıkan gelin dışarıdakilere olayı olduğu gibi anlatmış, onlarda bu namus meselesi gelenlere iyi bir ders verelim diye anlaşıp eline geçirdikleri kötek ve değneklerle çadıra dolmuşlardı.


Hasan arkadaşının tembihi üzerine sağa sola kaş atmaya devam etse de oradan sağ salim kurtulmanın çok zor olacağını biliyordu. Ömer, yaşlı adama, “Ağa sen biraz durgunlaştın, pazarlık işini adeta bir tarafa bıraktın, hayırdır yoksa bir yanlışımızı mı gördün. Dışarıdan gelen arkadaş sana bizim anlamadığımız bir dilde (Çingene'ce) hakkımızda kötü bir şey mi söyledi” dedi. Kızgınlığı an be an artan, eli ayağı tir tir titreyen adama sitem edercesine, biraz da korkunun verdiği sıkıntıyla adeta çıkıştı.


- Bu eli sopalı adamlar niye birden bire çadıra doluştular neden bizim pazarlık işi rafa kaldırıldı?
- Adam, Ömer oğlum, ben size çadırımı açtım, yakınlık gösterdim, samimi oldum, fakat senin arkadaş az önce kahve getiren hanımıma yanlış yapmış.


- Biz de herkes gibi namusuna düşkün kişileriz, fakiriz, fukarayız, ama namusumuza göz koyana da gereği neyse onu yaparız. Bunun için dışarıdakiler çadıra eli sopalı girdiler, arkadaşına gerekli cezayı verecekler, sakın araya girme, onu arkalarsan sende nasibini alırsın.
Ömer söze girdi, “Hayırdır, Hasan bir hata mı yapmış, mesele neymiş, kendisi kötü biri değil, öyle olsa ben onunla arkadaş olur muyum? Varsa yanlışı sizden önce ben pataklarım, size olan yanlış bana yapılmış demektir” deyip gözlerini adamın gözlerine dikti.


“Senin iyi dediğin arkadaşın benim hanımıma kaş atmış, Allah aşkına şu hiç yakışık alır mı? Gençliğe sığar mı? Hasan ettiğini bulacak, cezasının bedelini bu sopalarla ödeyecek” diye konuşmasını sürdüren adam hepten kapkara kesildi.


- Yapma ağa, günah alma, vebale girme, Hasan'da tik hastalığı var. O devamlı istemeden bunu yapar, bu ilk değil ki. Başına ne bela geldiyse bu illetten geldi. Zavallı ne sopalar yedi.
Ortalığı derin bir sessizlik kapladıktan sonra hava tekrar yumuşadı. Bizimkiler biraz olsun toparlanıp karşı taarruza geçme hazırlığına başladılar. Yaşlı adamın işaretiyle dışarı çıkan adamlar bizimkilere adeta özür dilercesine bakıyor, utana utana çadırı terk ediyorlardı.
Yaşlı adam yaptıklarından utanmış az kalsın bir yanlış anlamanın verdiği öfkeyle başlarına büyük bir iş açmış olacaklardı.


Büyük bir suç işlemişçesine yere bakıyor, gençlerin bastırmasıyla da tabancalarını değerinden fazla paraya alarak bir yükten kendince kurtulmuş oluyordu. Yaşlı adamın korkusu bir yanlış anlamayla Hasan'ı dövmüş olsalardı köylü kendilerini hem döver, hem de köyden atarlar, bu yüzden de ekmek ve aşlarından olurlardı.


NOT: Ben bu öyküyü Ömer amcadan babam ölmeden önce de, öldükten sonra da çok dinledim. Köylülerimden de kulaktan dolma dinlediysem de  konu geçen zaman içerisinde değişikliğe uğramıştı. Sağlığında babama bu kaş atma işini sorduğumda “Ömer'in uydurması, dürzü sana yalan söylemiş. Ben böyle bir şey hatırlamıyorum” cevabı belki ben oğlundan utandığından olabilir düşüncesindeyim. Babamın 1947’yılında yazdığı Güllü Keklik şiirini bu öyküye ilaveten sunuyorum ki Ömer amcanın bana anlattığı olayın tarihi ile şiirin yazılış tarihi hemen hemen uyuşuyor. Ben bu şiiri babamın belki de çadırda gördüğü güzele yazdığı kanısına düştüm.

 

GÜLLÜ KEKLİK (Mart 1947)  

Mart ayında yırtık iki çadır kurdular
Kuşgözü, kalbur, elek, çinaar ördüler
Köyde pazar kurup satışa durdular
Göçerlerde böyle güzel görmedim


Kurdukları çadırın her yeri delik
İçlerinde bir güzel var ki adı Keklik
Güllü'sünü duymadım, olunca aşık
Göçerlerde böyle güzel görmedim


Bacağında  desenli, kırmızı donu
Elinde deyneği, uzundu kolu
Heybesinde yağ, yumurta, ekmeği dolu
Göçerlerde böyle güzel görmedim


Hapisten yeni çıkmış garibim, aşık
Kulpsuz tava, delik sahan, kırık kaşık
Kel Hakkı dan Güllü nün yaşı düşük
Göçerlerde böyle 
gelin görmedim


 Karısı ölünce kalmış kız ile oğlan
Evlenmiş Keklik le olmasın yuvam talan
İşte kınalı Güllü ye bunlar miras kalan
Göçerlerde böyle gelin görmedim


Söküp çadırı bizim samanlığa getirdik
Çocukları pala, yorgan verip yatırdık
 Keklik'le kırk günü beraber geçirdik
Göçerlerde böyle güzel görmedim


Keklik anasıyla, beraber yatardı
Boynuna kolye, saçına toka takardı
Küçük yetimlere öz ana gibi bakardı
Göçerlerde böyle  gelin görmedim


Keklik; seviyorsan söyle, seni asmazlar
Çingene'ce konuşma, dilin kesmezler
Kel Hakkı' yı sana layık görmezler
Göçerlerde böyle güzel görmedim


Hakkı, kalay yapar, kirlenmiş yüzü
Güllü Keklik, pırıl pırıl, cam gibi gözü
Yuvasına  bağlılığı şaşırttı bizi
Göçerlerde böyle güzel görmedim


Hava çok soğuk, yerler buz tutmuş
Güllü Keklik yanar, sanki kor yutmuş
Çoluk çocuk derdi, o kendini unutmuş
Göçerlerde böyle güzel görmedim


Gençliğine doymadan nasılda yanmış
Törenin kaderine öylece kanmış
Ağlamış aylarca göz yaşı dinmiş
Göçerlerde böyle güzel görmedim


Kar, yağmur gidince hava düzeldi
Çingene gelini Keklik kadar güzeldi
Ona olan sevgime kara yazıldı
Göçerlerde böyle güzel görmedim


Süslendi karşımda urbasın giydi
Yükledik göçünü eşeğe bindi
Hasan Çingenenin ardından yandı
Göçerlerde böyle gelin görmedim.

 

NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.

ERDOĞAN ÇALIŞKAN GERÇEK YAŞANMIŞLIKLAR 17 10 2011

+++++++++++++++++++++++++

( Çingene Güzeli Güllü Ye Kaş başlıklı yazı İpciERDOĞAN tarafından 7.11.2018 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.