İri kıyım bir şiirin damarlarında
pompalanmayı unutmuş atıl kanın hicvinde, alyuvarlarıma kırgın akyuvarlarımla
şen kılıyorum içimde öykünen duygularımı.
Panik atak geçirdiğim her yeni gün ki
ölümü dillendiren tanrısal vasfı kibirli hayatın…
Dem vurduğum değil densizliğimle
damgamı vurduğum bir sokağın satır başı yalnızlığında ben yine bir sokak sakini
olarak bulup buluşturuyorum titrek heceleri. Elim mahkûm bazen elimi soğuk
sudan sıcak suya sokmadığım evveliyatımı düşünüyorum da ve ne zaman ateşlensem
başımda sirkeli suya bandırılmış ıslak bez ve ayaklarımda çifter çifter çorap
ateş ölçerimin infilak ettiği soğuk kış geceleri.
Haliyle çocuk; haliyle muzip bir o
denli şımarık.
Hangi ahkâm; hangi yalandı bağrımı
delen ki meylettiğim döngüde ben sadece bir tas sıcak çorbanın eklemlerime iyi
gelen tadıyla haykırırdım, doydum diye.
Doymadığımda tek gerçek oysa ne de
olsa öten bülbülün maruzatı idi içimdeki dikenli gül bahçesi ve yine kendi
dikenlerimden beni koruyan ailem.
Gülmece güldürmece tadındaydı hayat
hele ki arka bahçesi dünün hep şen şakrak tavırlarında öykündüğümüz de değil
hani bilakis kapı komşusu olduğumuz kim ise, asla kibirlenmeden ve
böbürlenmeden çat kapı gelen ya da çat kapı gittiğimiz…
Tırnaklarıyla hayatı kazıyan bir
öğretmen ya da teftişe çıkmış bir müfettiş tıpkı hayatın ikramlarında zaruri
bir yalıtımdan yola çıkmışçasına insan.
Basamakları olmayan bir merdivende
uçarcasına sekerdim zamandan ayrı düştüğüm ta o zamanlardan bir esinti iken
yine geniş basamaklarında gönlü geniş güzel insanların ben kukumav kuşu
tabiatıma henüz yenik düşmemiştim.
İllet zaman.
İllet zaman bekçisi.
Koğuşumda günlüğümü tutmazdım o
aralar ve hangi arada derede mutluluğum çalınmıştı?
Gökte nöbet tutan kırlangıçların
çapkın edalarında ben yine bir bir döküyordum tüylerimi. Kuşgillerden ibaret
hayal dünyamın kuş uçmaz kervan geçmez lahit inde yine göreceli bir makamdan
çıkıp yola bir de martaval okurdu içimdeki düş perhizine girmiş kibirden yoksun
ruhum.
Derdest olmadığım kadar sergüzeşt bir
sıfata da yenik düşmediğim.
Zamandan çaldığım değildi haykırdığım
bilakis haykıran hecelerdi zamanın ta kendisi.
Bir caddenin en işlek saatlerinde
trafiğe takılmak neymiş asla sevemedim gitti tıpkı insan çokluğundan muzdarip
olup sevgiye takılmış bir aksanda ben aryalar söyleyen o soprano kadar tıknefes
ve yalın ayak seğirtirken hayat denen sahnenin tozlu kulisinde yine içimde
ikram edilen sayılarla birdirbir oynadığım geniş zamanlı mutluluk nüktem.
Hoyrat da değildim vakti zamanında
gerçi az da karamsar değildim hani, demeyi meczup bir aksanla teğet geçiyorum
günümüm kâbuslarında bir karabatak misali girip çıktığımın da kanıtı iken ıslak
kanatlarım.
Gölgeli yollarında karşı geniş
bahçenin aslında hangi bahçenin kime ait olduğu değildi paylaşırken sorun çıkan
bilakis günümüzün mimari dokusunda bizler heybetli faniler olarak bitişik
komşumuzdan bile duyduklarımızla irkilip teyakkuza geçtiğimiz sevgi perhizine
girdiğimiz zamanın komşuluk ilişkileri.
Bariz yanılgı.
Basireti bağlanmış insanlık.
Kocaman bir kara leke yine insanlığın
çöktüğü ve her nasılsa kulağa hoş gelen ölümcül bekleyişin iri damlalarında
bizler beyit beyit yağıp da toplandığımız kovada aslında bir zerreden başka
neye tekabül ettiğimizde fazlaca ısrarlı olmadığımız…
Gönül isterdi ki’den başlayıp ne
yazık ki, diye sonlanan lahzalarda kirli nüshalar.
Belki çalınmış kimliklerimizde kayıp
ilanı verip hükümsüz demeye hacet görmediğimiz şu meşhur çağın arka kapısından
kovulmaya mahkûm yirminci yüzyılda kala kalmışlığımız.
Hoşluğun geniş penceresi aslında
boşluğun mutluluğa tezat düştüğü bilmem kaçıncı mevsim ki mevsimlerden
nasiplenmişken bunca değişiklikten ve bizler bir o kadar muzdarip yirmi birinci
yüzyılda yaşamayı bir şey sandığımız.
Oy pusulalarında görkemli harfler ya
da rakamlar. Öyle ya; tüm olup biten sadece rakamın derece atlaması.
Tıpkı ismimizin sonunda raks eden soy
ismimizle çağrılıp adeta mülakata alındığımız hayat denen o geniş ölçekli
dersin artık kaçıncı bütünlemesi ise devamsızlıktan sınıfta kalmaya mahkûm ve
bir o kadar kaydımızın silinmesi de an meselesi iken.
Göğün devasa platformunda kim bilir
kaçıncı sıradayız? Önce şeklin ve şemailin sorgulandığı günümüzün modası
beyhude bir serzenişle sıfır bedene denk düşüp düşmediğimiz oysaki beyin
fırtınası yaratan elzem konularda nedense hep arka planda bir sınava tabi
tutuluyoruz ve zekâ yaşımız ya da ölçümlerde ne kadar çok soru cevapladığımız
değil artık önem arz eden. Varsa yoksa sivrildiğimiz ve birbirimize atıfta
bulunup çemkirdiğimiz kadar ön plana çıktığımız.
Eğer ki anteni olmayan bir şehrin
tabelasında insanlığın denk düştüğü rakım bir ve birden küçükse demek oluyor
ki; insanlık tarihinde şehirler maddi imkanlarıyla ilk sıraya yerleştiriliyor
tıpkı en çok kazananın en mutlu kişi olduğu algısına tanıklık eden insanlardan
olup ruh ikimize de atıfta bulunduğumuz bir nüans iken gelir kaynağı ya da ait
olduğumuz statü.
Zabıt memurlarının da işi çok zor ne
de olsa insanlar gerçeği değil sandıklarını bir bir dile getiriyorlar ve
sandıklarında sakladıkları da değil artık bir getiri ya da götürü nezdinde değer
bulan. Kredi kartımızın limiti ve oturduğumuz sitenin hangi semtte olup da
bizlerin hangi üst tabakadan insanlara komşu olduğumuz gibi saptamalar yine
kaidesi oluşmuş yeni düzenin kanunları.
Tek göz odada yaşayan büyük bir aile
ile neyin kıstasını yapabiliriz ki eğer ki söz konusu insanlık ve maneviyatsa.
Sezdiğimiz mi göz süzdüğümüz mü?
Hani, tepeden tırnağa noksanlarını bir bir atfedip kendimizi dâhil ettiğimiz
kaçıncı sıraysa yine sıra sayılarından çıkıp niteleme sıfatlarına kadar bir bir
irdelediğimiz kimlik katsayımız.
İnsanlığın can çekiştiği ve
masumiyetin ve çocukların bile sorgulandığı bir düzende hele ki adına toplum ve
kurallar diye bir ibare koyup haiz olduğumuz özelliklerden de bir bir atıfta
bulunup ve derken çocuk cesetlerinin hastane morglarında tutulduğu ve değil
dokunmak uzaktan bile bakmak o çocuğun iç dünyasını yıpratırken bizler hala
neyin savunmasını yapıyoruz?
İri ölçekli şıklarda asla da şık
durmayan bir bakışla ve taciz başlığı altında mütereddit bir kimliği
sorgulamaya ve ufak bir çocuğu rencide edip hayatını ve hayallerini
sonlandırmada nasıl oluyor da hak buluyoruz kendimizde ya da birbirimizde?
Soluk bir tende saklı.
Silik bir imzada kayıtlı.
İzini kaybettiğimiz.
İrdelemekten başka bir şey
yapmadığımız hele ki ruhlara ötenazi yaptığımız çoktan seçmeli bir sınavın da
ilk sorusu iken:
İnsanlık nerede hata yapmakta?
Seçeneklerin asla yetmeyeceği belki
de insanlığın hiçbir savunma hakkı da olmaması gerekirken elbette cevap;
cezamızı eninde sonunda çekeceğimiz.
Yaşasın İlahi Adalet!