Soyut bir mutluluğun ne anlama denk
düştüğünü çözmek adına ve ısrarla şevkimi sonlandırmadan akabinde mersiyeler
ısmarladığım ve eklemlerim acırken ben yeni eklemeler yapıyorum hayatıma ve
sahip çıktığım hatıratıma.
Gün özürlü bir yalan olsaydım keşke
tıpkı annemin her kızıp da söylendiği o sayısız keşke’den nasiplendiğim bir
yalan olmadan.
Kursağımda kalan hiçbir şey kalmadı
artık ne de olsa ne açlığımın ne tokluğumun farkındayım. Tok karnına yazdığım
hiçbir yazım yok ki; her şahit kılındığımda kendimi şehit mertebesine taşıma
istemim.
Öğütülen hecelere bakıyorum da ve
ısrarla adımı haykırıyorlar. Sabaha saatler kala gök kuşağından nasipleniyorum
ansızın oysaki hava hem karanlık hem de sis esir almış şehri.
Görünmez olmayı seviyorum belki de
gönlümün neferi kalemimle tek ortak noktamız bu.
Nasiplendiğim duygular gün bitiminde
öylesine bir tortu bırakıyor ki geride: tıkanan lavabo gibi pompalamaya
mecburum ya da bekleyeceğim ve tüm uyumsuzluğumla için için dökülecek içimdeki
sıvalar ve çat kapı huzursuzluk.
Huzur addedilen o meşum duygu.
Kimi para harcayıp mutluluğa
erişirken.
Kimi bol bol gıybet yapıp yarınını
tescillerken.
Kimi başı seccadeye değdiğinde…
Ve kimi benim gibi üç beş satıra
düşüp de yolu, hayatın aksanını dile getirirken tıpkı özet geçti hayat iklimine
bir yaprak daha eklerken…
Sırasız gidişler pek bir moda son
zamanlarda.
Çat kapı gelenler belli ki gidiş
biletini de getirmiş beraberinde.
Bir de gidip gelmeleri an meselesi
iken…
Hani söz gidenlerden açıldı ya: iyi
ki ölülere rağbet yok dünya denen düzenekte hele ki yeteri kadar yaşayan ölü
varken düşünemiyorum mezar kaçkınlarına hibe ettiğimiz otağımızda kasıtlı mı
olurdu bunca karmaşa ya da yürek çarpıntısı eşliğinde kim kime dumduma peyda mı
olurdu itiraflar?
Günah çıkartan munis yürekler belki
diğer dinlerin ölçütünde dinimizin mukaddes varlığına nasıl da müteşekkiriz.
İnanan bir kul olarak yine ifşa
ettiğimiz yalanlara bakıyorum da ve gözümün içine baka baka sevgisini dile
getiren ve ne zamanki kulağıma çalınsa bazı tezahürü ihanet benzeri duygularla
karşılaştığım ama ses etmediğim ve Yaratana havale ettiğim.
Bir sessizlik peyda oluyor bazen
tıpkı fırtına öncesi münasebetsiz bir zaman aralığı.
Dokunsan patlayacak cinsten…
Beklediğim bir telefon; gözüm yolda
kalmışken gelmesi an meselesi bir yolcu bazen düşünüyorum da; bir ihtimal var
mı beklendiğime dair?
Tıknefes ve canhıraş bir mizaçla ben
yollarına güller döküyorum içimdeki duygular ne zamanki kabarsa ve biliyorum
ki; iflah olmaz bir düşperestim zamanla ve mekânla kavgalı aslında açmam gerekirse…
kurallara riayet etsem bile benden kötüsü yok iken… geçmiş zaman tekerrür
ediyor tıpkı çocukluğumda çalışkan öğrenci kimliğimle bile yetemediğim ailem
yine benden beklentileri had safhada ve hesap vermekten kendi iç muhasebemi
yıllar sonra yapmaya fırsat bulmuş.
Kıyıya vuran bir cümleye müptela
oluyorum ansızın oysaki şehir çok uzak o kıyıya.
Aslında yüreğim kıyısında gezinen bir
kayık misafir oluyor gönül köşküme ve sıra dışı bir günmüşçüsüne geçip giden
ben hala mazhar oluyorum tüm yenilgiyi de galibiyeti de üstlenen benmişim gibi.
Yanık bir kelamda ısrarcı olmak da
değil aklımdan geçen sadece gün içerisinde yüklendiğim heybemden arkama
serptiğim çakıl taşlarından aynı yolu yeniden gidip özeti belki de hayatın sanırım
yeni bir ben olma tefrişine nail olmak tüm arzum lakin eskilerden bir kıstasa
düşüp de yolum yeni olana değil hayal kırıklığına uğradığım muzdarip ben’den
yana kaygım.
Azabın körüklediği.
Gazap yüklü.
Hayretle savurduğum bir çığlık da
değil hani sadece yılgınlığımın peşi sıra ben hatırşinas bir kimlik addedip tüm
kabul göreni ya da kabul görmek adına teşrifte bulunduğum belki de teftiş
etmekten büyük haz aldığım iç sesim.
Yankısında doğanın.
İnkârında hayallerin.
Teyakkuzda iken kimi zaman…
Hangi ritim doğru algılar ki ya da
hangi yüklem belirler içimdeki gizli özneyi ya da kayıp öznedeki saklı o
nüansla kim kapışır durduk yere içindeki maruzatlarla akıllanmayı beceremediğim
ve sevdiğim her insanda yenilgeye uğrama ihtimalim bir şekilde gerçek olurken?
Kimi zaman bir maruzat
dillendiriyorum bazen geri çekilip iyi de hatalarım neye odaklı ya da kimin
nezdinde doğru şıkkı işaretleyeceğim de o doğru her kimliğe bir bir denk
düşecek?
Sorularımın muhatabı hiç kimse.
Hiç kimsenin muhatabı ben.
Benim muhatabım ise sadece içimdeki o
derin sızı.
Ne titreyen sesim ne üşüyen ellerim
ne de kaderin izdüşümünde keder başlığına denk düşen bilindik cümleler…
Yalpalarken zaman zaman belki de
kaytardığımız hatta ve hatta kotardığım sonra da müşküle düşüp içimdeki sesi
meşgule verdiğim…
Bir araz.
Bir arıza.
Afakî bir varlık.
Müphem bir yergi.
Ve hoyrat bir kâbus-savar yine
iklimler devirdiğim ve ben içimdeki seyahat acentesi sayesinde yüreğimin farklı
coğrafyalarına yolculuk yaptığım yine boyutsuzluk kıstasına düşüp en müphem
olguyu bile somut bir gerçek olarak işaretlemem adına.
Muhatabım kim ise gün içerisinde ve
ben ayan beyan yok sayılıp aslında dengime değil denksizliğimle çoktan seçmeli
bir sınav kâğıdında kendime hükmetmek adına tüm doğru şıkları eleyip rotamı
yine yanlışa çevirip bir şekilde geçmişimden ve kendimden intikam aldığım.
Bir ahkamdan çıkıp da yola.
Basit bir selamın geri dönümü bazen
karanlık bazense alay mahsulü ise ve siz hala ısrarla sevmeyi talep
ediyorsanız.
Şeması olmayan bir resim ya da alt
yazı geçmeyen bir hayat hikâyesi belki de gerçek kişilerin varlığına delalet
hiçbir ip ucu yok iken elinizde.
Öyküme başlamayı mademki ben talep
etmedim…
Mademki benim nokta koymak isteyen…
belki de asla bunu düşünmeyip hala geçiştirdiğim bir safsata iken hayallerim ve
yanılgılarım ve sevdiğim bunca insan…
Rakımı kayıp bir şehir gibiyim bazen
ve şehir sakinlerinden soyutlanmış, o terk edilmiş coğrafyada fink atan
hayaletlere mekân olmuş metruk bir cümle kadar sitemkâr yine de isyan etmeden
ve her halükarda af dileyip cahil cesareti ile sevdiğim bunca şıkkı bir türlü
eleyemezken aslında kendime ihanet etmemek adına kendimce sevmeyi ilke edinip
kendimce koruduğum insanlar ve iç dünyam yine de peyda olan bir merkeze
yerleştiriyorum her şeyi ve her duygu istemsizce sonra da olanlar oluyor.
Kundaklanan kimlik.
Yaftalanan mizaç.
Şaha kalkmış o at.
Aslında gem vurmak filan da değil
hani desturum sadece ve sadece mutluluğu ruhuma çektiğim bir şarkı misali
kelimelerin tefriş ederken ben özdeşleştiğim her duyguyu satırlara taşıyıp bir
anlamda kendimi ihbar ettiğim.
Söze nasıl başlayacaksam ve kopup
gelen onca halka ve çözüldüğüm ve mutlandığım ve sadece kendime öykündüğüm ve
sehven yenik düşmüşlüğümü hayatta yok sayıp bir anlamda Yaratana yöneldiğim.
Mizahi bir sunum adeta.
Tevekkül yüklü.
Tefekküre dönük yüzümde…
Şahika bir yürekte.
Kanatlarımdaki benekler aslında
Huda’ma âşık olduğumun beyanı iken yazma aşkıma yenik düştüğüm ve İlahi Aşkın
coşkusuna mazhar olduğum bir yürek yangını…
Yürüdüğüm yol hatta koştuğum belki de
bir arpa boyu yol gidemediğim yine de doğum sancısına âşık bir fani; her cümle
iken ruhunu ve tutsaklığını azat eden…