Güneş tam tepemdeydi, yakıcıydı, hatta kavurucuydu. Başımı kaldırıp dikkatle baktım güneşe, dünyayla alay eder gibi bir surat göründü gözlerime. Ya da başkalarına acı çektirmekten hoşlanan bir sadistin bakışı... Altı üstü bir ateş topağı işte. Çok sürmedi güneşin yakıcılığı, böylece onun da tahtı sallanmaya başlamıştı. Bulutlar sarıverdi gökyüzünü, öyle hızlı hareket ediyorlardı ki gören de bir yere yetişmek için acele ediyorlar sanırdı. İyice güneşi sarıp kuşatınca bulutlar kar olup yeryüzüne inmeye başladı. Üşüdüm. Elim ayağım soğuktan tir tir titredi. Yerler kısa sürede karla kaplandı. Saatler geçmedi hatta dakikalar bile geçmedi de bu kadar kar nasıl yağdı? İnsanların çoğu karı görünce bir yerlere sığındı, ortalık neredeyse bomboş kaldı. Soğuk rahatsız edici de olsa kaldırımların, yolların tenhalaşması hoşuma gitti. 
Bir parkın kapısından içeri girdim. Yerleri ve ağaçların üzerini beyaz bir örtü kaplamış, kar sanki hızını burada daha da artırmış gibi. Küçük bir ağaç büyüklüğündeki manolyanın o güzelim mor ve beyaz renkli çiçekleri kaybolmuş karın altında.   Karla kaplı banklardan birinin üzerindeki karları, elimle  iteleyip oturabilecek kadar bir yer açtım kendime. Bir köpek geliyor yan taraftan karlara bata çıka. Beni görüp yönünü bana doğru çevirdi. Yanımda durdu. Gözlerimin içine bakıyor, salladığı kuyruğundan biraz kar dökülüyor. Benden beklentisi olduğunu anladım da bende ona verebilecek ne var ki... 
-“Üzgünüm, sevgili köpek. İstersen bu soğukta benimle boşuna vaktini kaybetme, git başka yerde şansını dene!” dedim. O, bakmaya ve kuyruğunu sallamaya devam ediyor. Güzel güzel konuştum, anlamadı. Kızdım. 
-“Ne laf anlamaz hayvansın! Defol it oğlu it!” diye bağırdım. 
Bu sefer anladı söylediklerimi, başını öne eğip yanımdan ayrıldı. Arkasından bakıyorum, sol arka ayağı sakat; önceden fark edememiştim. Şimdi ona bir lokma ekmek olsun veremeyişime ve hakaret etmiş olmama daha çok üzülüyorum.
Ağaç dalları yere doğru eğildi, bakalım bu kadar kar yükünü çekebilecekler mi? Kırılmasınlar? Yok canım, ta o kadar fazla değildir üzerlerine konan kar. Ağaçları düşünüyorum, ya kendim? Üstüm başım karla doldu, giysilerimin hangi renkte olduğu sorulsa bakıp da söyleyemem. Kafamın üzerindeki karların sebep olduğu ağırlığı da hissetmeye başladım. Hiç kıpırdamadan oturuyorum. İşte oturan bir kardan adam! Belki de uzaktan bakan bazılarına göre bir heykel. Ve belki de az sonra buz adama dönüşecek!
Yağış şiddetini artırdı, rüzgar da çıktı. Oyun oynamayı seven bir rüzgar, biraz da dalgacı. Karları bir yerden alıyor başka bir yere götürüp yığıyor, daha sonra oradan da alıyor... Park ıssız, kimse yok. Bu karda boranda kim olur ki... Buraya bu havada gelen adamın aklından zoru var demektir. Yanılmışım. Düşüncelerim gerçekle çelişiyor. İşte, karşımda bir adam var, bana yaklaşıyor. Ayağında çizmeleri, sırtında boğazlı kalın bir kazak, belinde kuşağı ve bu kuşağın içine sokulu iki cam bardak, bir elinde ibrik diğerinde orta büyüklükte bir güğüm...
-Boza var, bozaaacııı... Vereyim mi amca? Diye soruyor bana. Yaşça benden büyük olduğu halde bana “amca” dedi. Kar demek ki öylesine kamufle etti beni ki, bozacı gerçek yaşımı tahmin edemedi. 
Bozacı teklifini birkaç kere tekrar etti, hiç cevap vermedim. Hatta hiç kıpırdamadım. Ağzından hafif bir sesle:
-Kaçık, sözünün çıktığını duydum.
-Bozacııııı, diye bağıra bağıra oradan uzaklaştı.
Bana kaçık diyen adama bak sen, in cin top oynayan bir yerde, burada boza satmaya kalkıyor. Kime satacaksın? Ağaçlara mı banklara mı? Asıl kaçık sen olmalısın bozacı efendi!
Önce ayaklarım, sonra yüzüm ve ellerim; en sonunda da bütün vücudum uyuştu. Donuyor muyum? Olamaz, çünkü şimdi çok üşümüyorum. Gerçi donarken insan üşür mü üşümez mi onu da bilmiyorum ya...  Uyku bastırdı, hem de öyle tatlı ki... Günlerdir uyuyamayan ben, bu bastıran uykudan memnun kaldım doğrusu. Gözlerimi kapatıp uyumaya karar verdim, ama kapanmıyorlar. Aksiliğe bak! Gözkapaklarım donmuş, kalmış öylece. Açık duracaklar. Böyle uyuyamam. Oturduğum yerden kalkmayı denesem! Olmuyor. Ayaklarım yere basmıyor, basıyor da zemini hissetmiyor ayaklar. Sanki havada asılı duruyormuşum hissi veriyor. Bir elimi kıpırdatmaya muvaffak oldum, devamlı o elimi kıprdatmayı sürdürüyorum, hangi elim olduğunu ise bilmiyorum. Biraz sonra bu eli hareket ettirdim, sağdakiymiş. Sağ elim hareket etmeyi iyice becerince bununla sol elimi ovaladım. O da canlandı. İki elimle ayaklarıma bir müddet aynı işlemi uyguladım. Nihayet yürümeyi başardım. 
Hızla buradan uzaklaşmalıydım. Komik oldu değil mi? Ne hızı, hangi hızla ve nasıl? Yeni yürümeye başlayan bir bebeğinki kadardı attığım adımlar. Olsun. Yeter.  Öyle değil mi Gölgem? Gölgemle konuşuyorum sandım kendimi bir an. Unutmuştum, güneş yoksa gökyüzünde gölge de yok benim yanımda... Buna rağmen birkaç defa:
-Gölgem, cevap versene! Seninle konuşmak istiyorum, diye bağırdım. Bağırdım dediğime bakmayın, ağzımdan çıkan sözcüklerin anlamını benim kulaklarım bile anlamadı. Dilim de donmuş galiba!
Kar dindi, rüzgar devam ediyor. Gökyüzündeki bulutlar hareket halinde. İşte, bulutların arasından çıkıyor güneş, utanarak. Kendini affettirmek istercesine sıcaklığını artırıyor. Çok geçmeden karlar eriyor, üzerimden çıkan buharlar etrafa yayılıyor. Bir gören olursa, yandığımı düşünebilir. 
Birkaç dakika içinde sular buhar olup uçup gitti. Karakıştan kavurucu yaza geçiş yaptık. Hangisi gerçek bunların? Yazda mıyız kışta mı? Bir oyun oynanıyor; oynayan belli değil. Hani parkta hiç kimse yoktu benden başka? Olur mu? Her taraf insan dolu: Banklar üzerinde birbirinin gözlerine bakan elele tutuşmuş âşıklar, salıncağa binme sırasını bekleyen çocuklar, yavaş adımlarla yürüyüş yapan yaşlı kadın ve erkekler, birbirini kovalayan kediler, alçaktan uçan onlarca çeşit kuş...
Birkaç metre yürüdüm, sonra durdum. Nasıl durmam? Önümde büyük bir çukur var. İçi kesilmiş koyun, keçi, inek, at, eşek, deve kafası dolu. Belki başka hayvan kafaları da vardır. Bunlar ilk bakışta dikkatimi çekenler. Kim attı bu kadar kesilmiş kafayı buraya? Ve neden attı? Bana ne ya, bana ne! Çukurun etrafını dolaşarak çıkış kapısına doğru  ilerlemek istiyorum; ama “Bir kere daha bak!” diye içimden bir ses beni uyarıyor. Çukura daha dikkatli bakıyorum. Bunlar inek minek, koyun moyun kafası değil; hepsi de insan kafası. Kim kesmiş bu kadar insanın kafasını? Kafaları burada, pekiyi vücutları nerede? Yoksa, onca insan şimdi kafasız mı dolaşıyor ortalıkta?
Motor sesi ve sinyal duyuyorum. Hafriyat yüklü bir kamyon geri geri gelerek çukura doğru yanaşıyor. Bir karış kala duruyor, damperdekileri boşaltmaya başlıyor. İşi bitince bu kamyon gidiyor, bir başkası geliyor, sonra bir başkası, bir başkası... Kafalar kıprdıyor, hatta bazıları toprak ve moloz yığınının üzerine çıkıyor. Çıkanları bir başka kamyondan dökülenler örtüyor, onlar gene çıkıyor. Bu çıkma örtme oyununa beton mikserleri son veriyor. Boca ediyorlar onca betonu çukura, en sonunda da iki adam, betonu düzlüyorlar. Beş dakika içinde beton donuyor; artık kafa mafa yok! Betonun üzerine basarak parkın çıkış kapısına doğru gidiyorum.
Caddedeyim, sıcakta yürümek oldukça zor. Sahi, güneş çıkmıştı karın soğuğun ardından değil mi? Güneş çıktığına göre, gölgem de benimledir. Sesleniyorum, cevap veriyor.
-Efendim.
-Yanımdasın değil mi? Az önce sana seslendim, cevap alamadım.
-Söylemiştim, ışık olmadığında ve karanlıkta ben yokum.
-Aklıma bir soru geldi: Gölge bir insana ait, üstelik onunla irtibat kurulup konuşulabiliyor. O zaman ben bir başka insanın gölgesine basarsam, o kişiye saygısızlık etmiş olur muyum? Ya da o kişinin gölgesiyle sohbetini bölmüş olur muyum?
-Olmazsın. Çünkü, gölgesinin farkında olan ve onunla konuşan insan sayısı o kadar az ki...
-Öyle, ama ben gene de artık insanların gölgesine basmamaya çalışacağım. Eğer farkında olmadan kendi gölgemin yani senin üzerine basarsam, şimdiden özür dilerim.
Evin yolunu tuttum. Aslında eve gitmeyi hiç istemiyordum. O Aynadaki huzurumu kaçırmıştı. Gidince bana sataşacak ve sinirlerimi bozacaktı. Tabii ben de hemen onun icabına bakacaktım. Çöplük onu bekliyor.
Etrafıma bakınıyorum kafasız insan görebilir miyim diye. O kadar çok kesik kafanın insanlarından birini görme ihtimalim vardır sanırım. Bir markete uğrayıp alış veriş yapıyorum. Yiyecek içecek bir şey kalmadı mutfakta. İki poşet dolduracak kadar alışveriş yapıp ücreti ödemek için kasaya yaklaşıyorum. Önümde kimse yok, arkamda iki kişi oldu. Kasiyer kıza soruyorum:
-Bugün alış veriş etmeye marketinize hiç kafasız insan geldi mi?
Kız afallıyor, acı tiksinti karışımı bir bakış atıyor bana, hiç konuşmadan para üstünü sert bir el hareketiyle  tezgaha bırakıyor; aslında çarpıyor. Arkamdaki müşteriler homurdanıyor, ne dedikleri anlaşılmıyor. 
Yolumun üzerindeki bir nalbura da uğruyorum. Oradan orta büyüklükte bir çekiç alıyorum; ne işime yarayacaksa! Çekici ne yapacağıma nalburdan çıkınca karar veriyorum: Aynadaki'nin kafasını patlatacağım. Oradaki benmişim! O zaman ben kendimin düşmanı mıyım? Kendimi yok etmek isteyişimin ardında yatan gerçek nedir? Kendimden, bilhassa bazı anılarımdan kaçmak istediğim olmuştur, nedeni de beni rahatsız etmiş olmalarıdır.  Kaçabildim mi? Hayır! Ben kaçmak istedikçe bu edepsiz anılar çıkıverdiler karşıma. Hem de en çok mutlu olduğum anlarda.
Hayata bağlı değilim, ölümden korkmuyorum; gideceğim yerin buradan daha kötü olmadığından eminim. Cennete cehenneme inanmıyorum, ama gideceğim yerde sonsuz bir sükunete kavuşacağımı biliyorum. Beni bu dünyaya bağlayan iplerin düğümünü bilerek gevşek attım; dilediğim zaman kolayca çözülsün diye.

                                                     ● ● ●
(Devam edecek)
( Dönemeyen Bir Dönme Dolap-3 başlıklı yazı Ömer Faruk tarafından 16.11.2018 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.