Yonttuğum kalemlerin ucunu kırmayı hep sevdim ve hep sevdim doldurduğum sayfaları buruşturup atmayı.

 

Saklambaç oynamayı sevmedim o kadar hani ne de olsa hep korktum yalnız kalmaktan. Rüştünü ispatladığım sevginin… daha dün gibi ve okul defterimin arkasına sevdiğim insanların ismini yazıp onlarla gün içinde kaç kez konuştuğum.

 

Aklım daha o günden eriyormuş sevgiye ve dostluğa oysaki küçücük aklımda ben soytarı bir çocuk olma unvanını kimselere vermemiştim henüz ve bir çocuktan beklenmeyecek o ciddiyet ile nasıl da ciddi ciddi severdim ilkbahar sabahları okula koşa koşa gittiğim ve o kısacık okul yolunu saatlerce konuşarak geçirdiğim arkadaşlarım.

 

Hayatın kaç fasikül olduğunu henüz öğrenmemiştim lakin evdeki fasiküllerce ansiklopediyi nasıl da zorlukla taşırdım her gün okula.

 

Ne aşkın hitabesinden haberdardım.

 

Ne ihanet denen bildirgeyi sunmuşlardı bana.

 

Ne de esaret nedir, asla yolum düşmemişti.

 

Sınıfın en ön sıralarında oturmak aslında öğretmenime daha yakın durmak adına ve ders aralarında onun yanına gidip sohbet etmek.

 

Çocukluğumun esintilerine hala nasıl haiz isem ve kim bilir insanlar hala nasıl adlandırıyorken benim çılgınlıklarımı.

 

Tozutan insan ırkının neferlerinden biriyim lakin benim aklımı yitirme nedenim çok başka.

 

Hüzne biat bir sürecin ardından yeniden şekillenen duygularım. Takdiri İlahi denen bu olsa gerek ve insan sevgimle pekişen inancın ışığında kendime dönük yüzünde duyguların bayağı da tarttığım içimdeki devinim; içimdeki o mekanizma.

 

Aslında durağan bir hayatın gel-git’lerine nazire yaparken, soluklandığım her an’ı beynim kayıt altına alırken be yazmanın da verdiği şevk ile gözlemleme yeteneğimi bayağı bir üst sıraya taşıdım.

 

Alışkanlıktan olsa gerek: hüznü çağrıştıran geceye ve siyaha ne çok atıfta bulundum çok uzun bir zaman.

 

Körebe duyguların esintisinde ben kaybolmayı şevkle andım.

 

Kaybettiklerimin ardından yas tutmak adeta bir rutinde belki de kayıpları hep kazanım gördüğüm için mazoşist bir sancı ile içimdeki eklemlerim hep hep acıdı üstelik çok uzun bir süre.

 

Kaçak inşaatında olumsuz duyguların ben sürekli kat çıkıyordum ne de olsa hüzün sayesinde ölümle pek bir içli dışlıydım.

 

Aklım ilk erdiğinde anneme sormuştum; aşkın anlamını.

 

Ve aldığım o muazzam cevap ile anlamıştım ki; aşk, insanları ve birbirimizi sevip kollayıp yüreğimize almanın bir diğer adıydı.

 

Aklım erdiğinde ölüm teşrif etmişti hanemize ve ben, henüz on yaşında bir çocuk ilk yenilgimi yaşamış ve ilk oyun arkadaşımı, babaannemi ebediyete uğramıştım.

 

O gece daha dün gibi aklımda.

 

Cansız bedeni ile kala kalmıştık koca gece ve o zamanlar bizi asla bırakmayan hatırşinas komşularımız vardı yine acılarımızı paylaşan ve zor zamanlarımızda bize kol kanat geren.

 

Ölümün teşrifi ama güzel duyguların da saklı olduğu…

 

Henüz kaybolmamış insanlık gibi…

 

Ölü evinden eksik olmayan konu komşu; hısım akraba.

 

Aynı insanlar zaman içerisinde kabuk değiştirirken ben sırf onlara benzememek adına direnip de evrene yenik düştüğümün verdiği ıstırap.

 

Kozamdaki muhtevası benliğimin hani sır olup gözlerden kaybolduğum yıllar.

 

Hani, sevip de rencide edilmediğim zamanların ardından gelişen o mukoza.

 

Varlık kadar özgün; varlık kadar kutsal ve aklımızla kendimizi şekillendirip Allah’ı her andığımızda sevginin de coşkusu ile birbirimize sarıldığımız zamanların ardından gelen o koca boşluk…

 

İnsanların bana sunduğu sevgiyi özümserken ve ben hala sevebilirken karşılık bulmaktansa sevgimle hor görüldüğüm ki sevilmek elbette en hoş esintisi sevgi dünyasının lakin sevilmeden de sevmeyi bilenlerden olduğum için pek de sorun teşkil etmiyordu öncelerde karşılık bulmadığım ve zaman ilerlerken ben hala nasıl olduysa aynı kalmayı başarıp üstüne üstük içimdeki çocuğa da dışarı çıkmasını izin vermişken, başıma gelmeyenin kalmadığını görüp aslında ani bir reflekse kendimi geri çektiğim…

 

Reçine sevgiler.

 

Ya da rafine edilmiş.

 

Mübalağa edilen sevgiler ve bir o kadar nefretin kıydığı yürekler oysaki görünürde nefret değil de gıybet ve sevgi düellosu kıyama durmuştu iblisin şerrinde ve ben gerçeklere vakıf olduğumda… geldi gerisi işte.

 

Ne hezeyan ne bir paradigma.

 

Ne bir sunum ne de sonuç

 

Lades demenin diğer adı.

 

Andığım değil ar damarım iken çatlamayan ve asla çatlamasına müsaade etmeyeceğim ve buna karşılık kinaye ve gıybet yüklü ortamlardan azat edildiğim aslında bilfiil farkında her şeyin ve kendimi çektiğim ne çok yanılgı yüklü insanı ben hala yüreğimde taşımayı şeref bilirken…

 

Yıllar, yıllar geçse de üzerinden; üzerimden geçen bir kamyonmuşçasına çıkan pestilimden arda kalan enkazı ben yazarak doldurmayı, diriltmeyi umduğum ve zaman içerisinde; yaza yaza; maneviyata sarıla sarıla ve daha çok severek hasıl olan huzur sarkacı.

 

Hüznün dirilttiği iç sesim.

 

İç sesimin müsebbibi kalem.

 

Kalemken sırdaşım yolumun kesiştiği nice güzel insan.

 

Yeri geldi mi üzüldüğüm ama asla kötü düşünmeden sadece kendimi suçlayıp iğneyi de çuvaldızı da kendime batırdığım.

 

Belki de topuk dikeni iken kimi imgelem.

 

Belki de yanlış bir eksen iken bu güne kadar bağdaş kurduğum hüzün ve umutsuzluk…

 

Allah dostu olan insanlarla karşılaşmanın verdiği o ahenk ve coşku ve tefsirini yaparken iç sesimin; maneviyatın coşkusuna haiz bir farkındalık ile yüreğimin de sayısız kere solup sayısız kere dirilip sayısız çiçek açtığı.

 

Bir nüans çoğu zaman.

 

Bir rabıta belki de.

 

Asla öfkeyi kondurmasam da kaleme kırgınlığımla içime boşalttığım ama severek ve inanarak tüm olumsuz duyguları bir bir sağalttığım…

 

Yaşamak yazmama vesile iken yazmak hayatıma ön ayak olmuş…

 

Aşkın bağdaş kurduğu evrende ben soluksuz bir şekilde yaşamayı şiar edinmiş ve yazma edimi ile raks eden ruhuma iyi gelen ne çok sıra dışı rastlaşım.

 

Ufkun bitiminde önce siyahı hatmettiğim.

 

Ufuk çizgisine zaman içerisinde sonsuzluğun hâkim olduğuna nail olduğum.

 

Yine güven duygumun şekillenip, Allah dostu olan insanlardan da bana asla zarar gelmeyeceği bileşkesi.

 

Serlerin de sırların da su olduğu ve sadece iki kişinin arasında Allah’ın şahitliğinde kaldığı ve kalması gerektiği inancı.

 

Akabinde çağlayan mutluluk ve sevgi.

 

Evet, inanç benim rütbem ve her vesilede bana kaynak aslında henüz neyi keşfettiğimi azımsayıp araştırmak ve anlamak adına cihanı ve sonsuzluğu, evrildiğim zaman dilekçesinde ben sadece nakşeden bir zerre olmanın verdiği şerefle ve de hiçlik duygusuyla, sakıncalarını görmüyorum artık olumsuzlukların ve sevgisizliğin ve uzağında durduğum tüm sıkıntıların biliyorum ki; içimin harabelerinde yeni bir gül bahçesi hâsıl oldu yine inancın eşiğinde; inancın merkezinde aslında hayat inançtan ibaret iken.

 

 


( Kalemin Ucu... başlıklı yazı GÜLÜMM tarafından 5.12.2018 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.