Allah'ın bizlere bahşettiği yurdumuz, üç tarafı denizlerle
çevrili olup yedi iklim bölgesinden oluşan, bir yılda dört mevsimin yaşandığı , başka ülkelerin gıpta ile özendiği bir nimete sahiptir.
Tipiden, fırtınadan gözün gözü görmediği bir
mevsimde Antalya, Kuşadası, Didim, Muğla gibi yerleşim yerlerinde insanlar
denize giriyorlar.
Adana, Mersin, Antalya gibi adını
burada sayamayacağım yerleşim yerlerinde tohumlar yılda en az üç kez toprakla
buluşup verim veriyorlar.
İşte bu ve bu gibi nedenler den
dolayı dış güçler bizleri; Kürt, Türk, Laz, Çerkez, Tatar, Alevi, Sünni adları
altında etnik guruplara ayırıp birbirimize kırdırarak buraları elde etmenin
hayaliyle yatıp kalkıyorlar.
Anadolu nun orta yerinde yazları sıcak
ve kurak, kışları’da soğuk bir iklime sahip olan ilimiz Kırşehir halkı
yıllardır nasibini sanayi ve teknoloji denen nimetten alamamış, sadece Süleyman Demirel in kurmuş olduğu Petlas lastik fabrikasından başka baca tütmez olmuş, sanki alın
yazısı imiş gibi geçimini hep çiftlik ve hayvancılıktan temin eder olmuştur.
Çuğun köyünden başlayıp Özbağ, Kırşehir
güzergahından Güzler köyünde Kızıl ırmağa karışan, adı yörelere göre değişen,
şehir merkezinde de “Kılıç özü” adı altında nimet saçan deredeki sudan şimdiye
kadar akıl edipte hangi üretici yararlanıyor, dört kavaktan ve söğütten başka?
Bu su İsrail’in elinde olsa o zaman aklımız başımıza gelir mi acaba?
Mehmet bey fakir bir ailenin oğlu
olmasına rağmen o bundan yılmamış, azmi galip gelmiş, sonunda olmasını çok
arzuladığı öğretmenliği uzun yıllar okuduktan sonra hak edip diplomasını
almıştı. O günün ihtiyaçlarına göre aldığı maaş kafi gelmediği için boş
zamanlarında gizli, kaçak; bazen bir toptan bakkaliye de, bazen de pazarcılık
yapan bir arkadaşına ücret karşılığı pazarda yardım etmekle evinin geçimini
temin ediyordu.
Dinekbağı mahallesinde, Kılıç özü
deresi kenarında babadan kalma bir bahçeleri vardı. Bahçenin bir yerini
belleyip oraya maydanoz ekmişti. Dereden tenekelerle su çekip suyu çok seven
maydanozları suluyor, onlarda onun emeğini boşa çıkarmıyor, biçildikçe
büyüyorlardı. Mehmet bey biçtiği maydanozları borç harç temin ettiği motosiklete
yükleyip manavlara, pazarlara, lokantalara satıyordu.
Mehmet bey bunlarla tatmin olmuyor, gezerken,
bir yerde çalışırken, okulda ders verirken aklı fikri hep bir elma bahçesi
kurmanın, buradan gelir elde etmenin hesabında oluyordu. Ama bu nasıl olacaktı?
Acaba babası kendisine ne derdi? Ona müsaade eder miydi? Meseleyi babasına
açtığında adamın gözleri fal taşı gibi açılmış ”Meğer benim oğlum bunları
düşünür müymüş de neden benim haberim olmazmış, bende buralar benden sonra hozan kalacak diye kara,kara
düşünüyordum” diyerek oğluna onay verdi.
Yıllar ardına bile bakmadan geçiyordu. Mehmet
bey şimdi o günleri düşünüyor da o fakir haliyle kepçeyi bahçeye sahibine nasıl
yalvararak getirttiğini, şimdi her biri koca, koca olan ağaçlara nasıl yer
açtırttığını, onları oraya dikerken ne zahmet çektiğini hatırlıyor, arada
gözünden dökülenlerin farkında olmuyordu.
Kimini Kaman’dan, kimini Ankara’dan, Amasya’dan
bazısını eşten-dosttan, pazarcı dan güç-bela temin ettiği ”karanfil, Amasya, Fuji,
Grant simit, golden, yaz elması, misket, Yalova, golden star, Pit, leydi, Arap
kızı, tavşan başı, İngiliz, kavun elması, külah, star kimle ”gibi adlarla
anılan elma çeşitleri geçen zaman zarfında bahçe ve çevresinin adeta simgesi
olmuştu. Ağaçlarının bakımı, budaması, ilaçlaması bayağı onu zorlasa da olsun, artık
emekliydi, onlardan emek esirgenir mi, artık her bir ağaç bir fabrika olmuştu. Atalar
boşuna dememişler ”Bakarsan bağ bakmazsan dağ olur” diye. Mehmet bey ağaçlara
baktıkça bakmış, emeği boşuna gitmemişti.
Mehmet bey birikimiyle ufak-tefek
bir kamyonet almıştı, ağaçlardan bin bir itinayla topladığı elmaları berelenmeden
kaslara dolduruyor, pazarlara, manavlara belirli bir ücret karşılığı
pazarlıyor, bu arada en büyük desteği de hanımı ve çocuklarından alıyordu.
Bahçesi ve ürünleri artık dilden
dile dolaşıyor, başkaları da buna özenip bahçe yapmak için kendisine akıl
almaya geliyorlardı. Ağaçlar üzerindeki meyvelerine pırıl, pırıl bir görünüm
veriyor, dallar yükünü taşımayıp yerlere eğilirken oradan geçenlere ’al beni’
yapıyorlardı. Bahçenin methini duyanlar kendisine elma almak için
başvurduklarında diğer bahçe sahipleri bu durumdan tedirgin oluyor, içten içe
‘bir kıskançlık krizine’ giriyorlardı. Bazı müşteriler kilo-buçuk almak için
pazarlık yaparlarken elinde olanlarda ‘kabalama’ ”ağaçtaki elmaya tut elimi” diyorlardı.
Kaloriferci Şaban usta iki oğluyla
beraber şehrin merkezinde kalorifer tesisatçılığı, tamir ve bakım işiyle meşgul
oluyordu. Kendisi yaşlandığı için zamanla işten el çekmiş, genelde bu işlere
oğulları bakıyordu. Onlar işe gittiklerinde dükkanı kendisi bekler, havalar soğuk
olursa içeride kaçak yanan elektrikli soba başında, sıcak olursa kapıya attığı sandalyede müşteri
kollardı. Kimseye bir bardak çay ikram etmese de başına toplananlara
aldığını, sattığını, yediğini, içtiğini büyük bir iştahla anlatırken sanki onlar
açlıktan ölüyor sanır, övünerek günleri geçerdi. Sokaktan bir meyve, sebze satıcısı
geçse onu ayağına çağırır, gerçek alıcı imiş gibi davranarak ”Bu kaça, şu
kaça?”diye sorarken yerine göre satıcının sattığını lüpür, lüpür mideye
indirir, sonra da “Pahalıymış” deyip satıcıya yol verirken kendisini seyredenlere bir şey
olmamış gibi övünmelerine kaldığı yerden devam ederdi.
Hele elma yok mu elma;onu gördü mü dizlerinin
bağı çözülür, o an için bütün açlık ihtirasları ayağa kalkar,satıcının elinden
kaptığı elmayı yıkayıp temizlemeden ağzına atar ezdiği dişlerinde ağzının suyu adeta sel olurdu. Gerçi zamanında
onlarında Şelbe denilen mevkide bir bahçeleri varmış ama dediğine göre babası
orayı bir öfkeye kurban edip satmış,bir daha da bahçe almak onlara kısmet
olmamıştı.
Mehmet bey Şaban ustayı yıllardan beri
tanırdı. Bir manava bakması için elma numunesi getirmiş,pazarlıktan sonra evine
dönüyordu. Kapıda oturan Şaban ağabeye selam vermeden geçmek olmazdı. Şaban usta
selama karşılık verirken elini Mehmet bey’in poşetinde bulunan numunelik
elmalara atmış, birisi elindeyken diğerini takma dişleriyle ezip çiğneyerek mideye indirmeye başlamıştı bile.
Şaban
usta bir yandan elmayı yutkunurken bir yandan da elmalar hakkında sorular soruyor, Mehmet bey de “Belki usta alıcı olur” diye
bıkıp usanmadan cevap veriyor, bazen de yan gözle saatine bakarken müsaade alıp
başka bir manavla görüşmek için zaman ayarlamaya çalışıyordu. Ayrılırken Şaban
usta Mehmet bey’in telefon numarasını almayı ihmal etmedi.
Şaban usta da Mehmet hocayı yıllardır saf ve
temiz biri olarak tanırdı. Şimdi bundan istifade etmenin yolarlını hesaplıyor” Elma
alırsam bu saf adamdan alır hiç olmazsa elden aşağı hesap ettiririm” diye kendi
kendine iç geçiriyordu. Kırk fikir bir yapısı vardı. Sonradan geriye dönüş
olarak düşünmeye başladı.”Oğlum Şaban; hadi Mehmet hocadan elmayı ucuz düşürüp
aldın, Dinekbağ nere,senin ev nere, atın yok, araban yok şimdi araba tutsan
elma sana semeriyle seksene mal olur…”Birden düşünceleri yerlere
saçıldı.Kafasını kaldırdığında karşıdan gelen nakliyeci ve aynı zamanda
arkadaşı Cafer ağa gözüne ilişmişti.
Cafer ağa yıllarca şehir dışı yük ve yolcu
taşımacılığı yapmış, oğulları yetişip gelince zincirin halkaları genişlemiş, araçlarını
çoğalmış,sonradan şehirde bir yazıhane açarak işlerine şehir içi nakliyeciliği
de dahil etmişti.Yaşlandığı için işlere eskisi gibi pek bakamıyor,işyerinde
usanırsa arada sırada eş-dost ziyaretlerini ihmal etmiyordu.
Şaban usta Cafer ağayı görmesiyle oturması
için dışarıya bir sandalye atmıştı bile.İki arkadaş sağdan soldan hasbıhal
ettikten sonra Şaban usta dükkanına girip aceleyle getirdiği bir elmayı
arkadaşına ikram ederken lafı döndürüp dolaştırıp elmaya getirmişti bile.Şaban
usta Mehmet’in elmalarını Cafer ağaya anlatırken “Şöyle elma ha,böyle elma
ha”diye bütün hünerlerini gösterip reklamını yaparken arkadaşını bir punduna
düşürüp onunla birkaç elma ağacı almak ve nakliyeyi beleşe getirmek
hesabındaydı.
Cafer ağa ilk önceleri “ İhtiyacım ve onu
koyacak yerim yok” diye nem kum etse de Şaban usta’nın “Sen elma koyacak yeri
merak etme, benim yeni sanayideki boş
dükkan ne güne duruyor” cevabıyla en sonunda elma alımına razı oldu.
Bir Pazar günü iki arkadaş oğullarını da
yanlarına alarak önceden yükledikleri boş kasalarla bir gün evvel
telefonlaştıkları Mehmet bey’in bahçesinin yolunu bindikleri kamyonla tuttular.
Mehmet hoca onları bahçede bekliyordu. Uzun pazarlıklar sonucu Cafer ağa
üç,Şaban usta da iki ağaç elmayı ince eleyip sık dokuyarak satın aldılar. Akşama kadar süren uzun ve
zahmetli bir uğraştan sonra herkes kendisine ait önceden işaretledikleri
kasalara dalından indirdikleri elmaları yerleştirip kamyona yüklemesini
bildiler. Gecenin bir otu elmaları depoya yerleştirdiklerinde herkesin
yorgunluktan haşadı çıksa da işin
doğrusu bu zahmete değerdi.
Cafer ağa oğullarıyla kamyona depodan beş kasa
elma yükleyip evlerinin yolunu tuttuklarında gözlerinden uyku feryatları
yükseliyordu. Aradan bir müddet zaman geçince gözü doymaz Şaban usta her akşam yemekten sonra “Hadi çocuklar
elmalara bir bakalım, havalandıralım,çürüyen varsa kontrol edelim “diye
ayrıldıkları evlerine gecenin bir otu yorgun,argın dönüp yatağa darın düşüyorlardı.Günlerce devam eden bu durum hanımının
gözünden kaçmasa da kadıncağız kocasına bir şey diyemiyor,dese de ondan olumlu
cevap alamıyordu.
Cafer ağanın evi misafirsiz kalmazdı. Eli
bol bir yapısı vardı. Geleni gideni eksik olmadığından ikramda izzetinde kusur
etmez, bunun için edilen masraflara acımazdı. Son günlerde kendisinde göze
batan bir değişiklik fark ediliyordu. Elma yeme tutkusu başlamıştı, hem yiyor, hem
de gelenlere zorla yedirmeye çalışıyordu. Böyle geleni gideni bol olan adama
elma hiç dayanır mı, ”Hazıra dağın dayanmadığı” gibi evdeki elmanın da sonu
gelmiş, haliyle sandıklar boşalmıştı.
Cafer ağa boş durur mu Oğlu Adnan’la
beraber soluğu Şaban usta’nın dükkanın da aldılar. Anahtarları alel acele ondan
alıp son sürat sanayideki deponun yolunu tuttular. Kapıyı açtıklarında depoyu
loş bir ışık kapladığı için baba ve oğul un gözleri kamaştı. Cafer ağa
kıtlıktan çıkmışcasına “Çabuk ol, acele
et niye savak, savak bakıyorsun” diye talimat yağdırırken bir yandan da kasayı
kamyonete yüklemek için kaldıran oğluna yardım etmeye çalışıyordu.
Oğlu birinci kasayı araca yükleyip
geldiğinde Cafer ağanın gözleri de içerinin ışığına alışmıştı. Oğlu ikinci
kasayı kucağına tam almıştı ki Cafer ağanın birden bire gözleri fal taşı gibi
açıldı. Oğluna kasayı yere indirmesini tembihledikten sonra onun şaşkın
bakışları arasında depodaki bütün kasaları bir, bir kontrole başladı. Hayret
dolu bakışlarla “Olmaz böyle bir şey
Allah’ım, nasıl olur bu, sanki elmalar elekten çıkmış gibi birbirinin aynısı
Adnan’ım “ diye deli devre bağırmaya başladı. Ne olmuştu. Depo çok mu sıcaktı
da acaba o koca, koca elmalar büzüle, büzüle ceviz kadar kalmıştı gibi beynini
kemiren cevapsız sorular almıştı. Adnan babasını şaşkın, şaşkın izlerken baba
adete çıldırmak üzereydi. Ne de olsa Adnan gençti. Kendisini çabuk
toparlamasını bildi. Hemen Şaban ustanın az ilerde duran elma kasalarını
yokladı. Şaşkınlık sırası şimdi kendisindeydi, neden bu elmalar iri iriydi de
kendilerininki ufak, tefekti. Yarı şaka yarı ciddi “Baba; yoksa bizim elmaları
tornaya mı çektirdin de ondan mı ufalmış” diye babasıyla gırgır geçmekten geri
kalmadı.
Cafer ağa şaşkınlığını atınca meseleyi
anlamakta gecikmedi. Birden ellerini yukarı kaldırarak ”Allah’ım sen Şaban
ustanın gözünü doyur. Ulan Şaban, ulan dürzü, elmaları eledin mi yoosam Dürzü, dürzü
kere dürzüüüüü….” Sesi deli danaların böğürtüsü gibi dükkandan dışarı
yankılıyordu, öfkesi biraz dindikten sonra “Oğlum; kamyon ve işçileri buraya daya, yoosam
elmaların hepsi elden gidecek….”
ERDOĞAN ÇALIŞKAN 11 07 2016 GERÇEK YAŞANMIŞLIKLAR. Öyküde kahramanların adlarını değiştirdim.
Öykülerimi şahısları küçük düşürmek, mirasçılarını rencide etmek için yazmıyorum.