Issız bir sokak, ama öyle ıpıssız değil; yani tenha. Otomobil yok, sadece park etmiş küçük bir kamyon var, onun da önü darmadağın. Kötü bir kaza geçmiş başından. Bir kedi arka sol ayağı sakat, bir köpek çok yaşlanmış öldü ölecek. Şişman yaşlı bir kadın yerde sürünürek daha doğrusu dört ayak üzerine gidiyor. Sokağın iki tarafı da ev dolu, birbirine yaslanmış en yükseği üç katlı, çoğu ahşap evler... Bazılarının tahtaları sökülmüş, rüzgar ve soğuk geçirmesin diye teneke çakmışlar. Camlarında perde var, hepsinde oturuluyor, lakin içlerinde insan yaşadığına dair bir belirti yok.
İlerliyorum, sokağın sonuna geldim. Burası büyük bir meydana çıkıyor. Sokağın aksine meydan insan dolu. Şimdi anlaşılıyor sokağın ve evlerin neden ıssız olduğu; herkes buraya yığılmış. Şiddetli bir uğultu, kulakları rahatsız ediyor. Bu uğultu işte şu meydandaki insanlar tarafından çıkarılıyor. Kalabalığın içine dalıp ne olduğuna bakacağım. 
Görüyorum ne olduğunu: Meydanın ortasına bir giyotin kurulmuş, yanında izbandut gibi bir cellat gülümseyerek meydanda toplanan insanlara bakıyor, ellerini bazen önünde birleştiriyor bazen arkasında, bazen de yana salıyor. Kısacası ellerini ne yapacağına bir türlü karar veremiyor.
Tuhaf. Tuhaf olan şu: Giyotin bizim ülkemizde kullanılan bir infaz aracı değil; Avrupa'ya özgü. Öyleyse bu meydanda işi ne? Gösteri amaçlı konmuş olabilir mi? Hiç de değil. İşte resmi üniformalı birkaç kişi eşliğinde elleri kelepçeli bir adam getiriliyor. Demek ki bu idam mahkumu için giyotin kurulmuş ve halk da seyretmeye gelmiş. Yalnız idam mahkumunda bir gariplik var, galiba adamın kafası omuzlarının üzerinde değil de kelepçeli ellerinin arasında. Hayal mi gördüğüm? Değil. Daha dikkatli bakıyorum, evet kafasını ellerinin arasına almış. 
Mahkûm merdivenleri kendinden emin adımlarla çıkıyor, giyotinin önünde duruyor ve usta bir basketçi gibi elindeki kafayı sepetin içine atıyor. Ve giyotinin keskin bıçağı da gürültü çıkararak aşağıya iniyor, ama kestiği bir şey yok ki... Kafa sepetin dibini bulur bulmaz kalabalıktan sevinç çığlıkları ve alkış yükseliyor. Kafasız adam da olduğu yere yığılıp kalıyor. Kafasının kesilmesinden korkanlar için iyi bir yöntem!
Hoş bir yer değil burası. Hızlı adımlarla hemen gitmeliydim. Kalabalığı arkamda bıraktım kısa süre sonra. Kaldırımda yürüyorum. Oturmak için banklar da konmuş buraya. Az da olsa oturan, dinlenen, gazete okuyan ya da etrafı seyredenler var. Bir kadın seslendi:
-Eyy, yakışıklı baksana!
Bana değildir diye aldırış etmedim. “Yakışıklı” benzetmesi bu yaşımda bana hiç uymuyordu çünkü..
-Sana söylüyorum yakışıklı sana!
-Bana mı?? Diye sordum.
-Evet sana, sana. Senden başka kimse var mı benim karşımda?
-Yok. 
-Öyleyse salak salak ne sorup duruyorsun “Bana mı?” diye?
Bu bir orospu ve sinirlerimi bozdu, buna rağmen sabırlı davranıp sataşmamaya çalışıyorum. Nasıl bir çirkef, şıfrıntı olduğu kullandığı kelimelerden anlaşılıyor.
-Gel, seninle güzel birkaç saat geçirelim. Hem sana indirim de yaparım.
-Benim o işler için verecek param da yok harcayacak enerjim de.
-Sen enerji işini dert etme, bana bırak. Ben ölüyü bile diriltirim.
-Böyle bir yeteneğin varsa benimle uğraşacağına mezarlığa git. Orada çok sayıda zengin ölü bulup diriltirsin.
Son sözlerim oruspuyu çileden çıkardı. Oturduğu banktan kalkıp üzerime doğru yürüdü. Ağza alınmayacak küfürler savuruyordu. Küfürler ne ise de son söylediği hakaret çok gücüme gitti:
-Ben yanlış kapı çalmışım. Meğerse bu bir ibneymiş. İbnelere benim bile yapabileceğim bir şey yok.
-Hadi oradan pis fahişe!
Dedim ama bu hakareti de yutmuş oldum. Koşarak oradan kaçtım. Tabii buna koşma denirse! Genç bir insanın normal yürüyüşü benim koşmam sayılır. Nefes nefese kaldım. Neyse ki orospu peşimden gelmedi.
Az sonra büyük ve kalabalık bir caddedeyim. Alışveriş mağazaları ve yemek yeme yerlerinin yanısıra kafeler de var. Bir lokantanın dışarıya çıkardığı masada oturan bir genç adam höpürterek çorbasını içiyor. Bu ses nedense kulağıma çok hoş geldi. Acıktığımdan mı? Narin yapılı bu adam, sanki bir sanat eseriymiş gibi tasın içindeki çorbasına hayranlıkla bakıyor. Bitecek diye üzülüyordur da belki. Zevken mest olmuş, haz duyduğu besbelli...
Erkekli kadınlı bir grup var önümde. Tren vagonları gibi birbirinin peşinden gidiyorlar, ara mesafeyi koruyarak. Yandaki kafeden tavlaya vuran zar ve pul sesleri geliyor: Tıkır tıkır, tak taak... Karşı kaldırımda sırtlarında takımlarının formaları, ellerinde flamalar ve pankartlarla başları öne eğilmiş birkaç genç ve onların arkasında başka bir takıma ait formaları olan gene flama ve pankart taşıyan başka bir grup daha var ve bunlar ötekilerden daha kalabalık. Başlarındaki kişi -takımın amigosu olabilir- bazı sloganlar atıyor, kalabalık da aynısını tekrarlıyor. Öndekiler bunlara herhangi bir tepki vermiyordu önceleri, ama “Nasıl koyduk, nasıl oyduk...” gibi küfür içeren tahrik edici sözler de söylenmeye başlayınca geri dönüp en öndekilere saldırdılar. Ortalık bir anda karıştı. Kavga kaldırımdan caddeye taştı, otomobiller durmak zorunda kaldı, olayla ilgisi olmayanlar sağa sola kaçıştı. Tekmeler, yumruklar, kafalar... Tabii küfürler, küfürler... 
Kavga dakikalarca devam etti, derken olaya polis müdahale etti. Üç polis kavga edenlerin arasına daldıysa da etkili olamadı. Polisler geri çekildi ve az sonra da kavga edenlerin üzerine biber gazı atılmaya başlandı. Biber gazı yalnız kavgacıları değil etrafta bulunan herkesi etkiledi. Boğazım yanmaya, gözlerim acımaya başladı. Tesadüfen orada bulunan genç ve yaşlı birçok insan ağızlarını, gözlerini tutarak kaçmaya çalışırken bir yandan da öksürüyorlardı. Trafik durduğu için ve gazdan da rahatsız olduklarından araç sürücüleri kornalarına bastılar.
Yaşlı bir kadın yere düştü, göğsü bir kalkıyor bir iniyor; küçük bir kız çocuğunu elinden tutup çeken anne, bir an önce olay mahallinden uzaklaşmak amacında. Kız çocuğunun adımları annesininkine yetişemediğinden az sonra ayakları yerden kesildi, sürünmeye başladı. Sarı kıvrım kıvrım omuzlarına dökülen saçları yerdeki toza ve çöplere bulanmıştı. Anne durumun farkında değildi, metrelerce çocuğu sürükledi. Fark ettiğinde de hemen kucağına alıp bir mağazanın içine daldı.
Ben de bir yerlere sığınmalıydım. İşte şurada bir pizzacı var, kapısı da açık. İçeri girdim ve hemen kapıyı kapattım. Çalışanlar ve müşteriler henüz bir şeyin farkında değil gibiydiler.
-Dışarıda kavga var, polis biber gazı sıkıyor, dedim ve iki garsonla bir müşteri kapının yanına gelip dışarı baktılar, sonra da geri çekildiler, hatta garsonlar açık olan camları da kapattılar. Daha sonra da pizzacıya sığınan birkaç kişi oldu. Bunlardan biri girer girmez :
-Sporsevermiş, taraftarmış! Hadi canım sen de! Aşağılık, insan sürüsü bunlar, güruh güruh... Diye söylenmeye başladı.
Oturup bekliyorum. Üzerime garip bir uyuşukluk çöktü. Buradan ayrılmak istemiyorum, ama böyle boş boş da adamı oturtmazlar. İyisi mi bir pizza söyleyeyim, zaten acıktım. Pizzam çabucak geliyor, fazla müşteri olmamasının avantajı. Yedim, pizza bitti. Biraz daha oyalanmalı. Bir de kola ısmarladım, yavaş yavaş içiyorum. 
Otomobiller hareket edinceye kadar bekledim. Dışarı çıktığımda kavgacılardan ve polisten eser yoktu. Gaz kokusu hâlâ vardı. Rasgele bir dolmuşa bindim, nereye gittiğini bilmiyorum. Beni buradan uzaklaştırsın da...

                                                     ● ● ●
(Devam edecek...)
( Dönemeyen Bir Dönme Dolap-24 başlıklı yazı Ömer Faruk tarafından 11.12.2018 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.