Sözcüklerin bütün teşkil ettiği, yalnızlığın aymazlığında sol şeritte bir yürüteç, içimdeki endamla dayanma gücüme eşlik eden.

 

Kurunun yanında yanmakla geçen ömrün de güncesi belki de yazılmaya dair bir güfte, sol anahtarındaki kayıp notaların rehavet bildiği o sus işareti.

 

Kocaman bir es vermekse söz konusu olan bir içimlik olmamalı dostluk ve şerefine leke sürülmeden yaşam sürüp gitmeli belki de sürüldüğümüz çorak topraklarda bir vasıf daha edinmek adına atıfta bulunduğumuz ne ise kıyıma uğrayan bir manivela da olmamalı.

 

Güce riayet eden ve güçsüzlüğün engel teşkil ettiği o zaman aralığı.

 

Dik bir duruşun laneti mi yoksa ve ötelenen bir seyis aslında içindeki enginliğe tımar yapan bir yetim günce, bilfiil yaşamakla yazmak arasındaki dengeyi tutturmak adına.

 

Sona geldiğimi hissediyorum zaman zaman yine de kısa aralıklarla kısa kısa yazıyorum kim ise kıs kıs gülen ben sadece içtenliğin yansıdığını düşünüp karşılık veriyorum bir avuç tebessüm eşliğinde.

 

Aklımı ve içimi tırmalayan sabit öngörüler var: adı üstünde belki de bir önsezi benimki.

 

Son sözü söylemediğim ama giriş cümlesinde, bir enkaz devraldığım dünden.

 

Garipsenen doğası insanın yine aklı beş karış havada addedilen ve kuytulardaki o terk edilmişlik.

 

Tüm hissettiğim; rüzgârın alıp götürdüğü ve dalımdan filan da ayrı düşmüş değilim ne de olsa asla ait olduğum bir dalım olmadı bu hayatta.

 

Bir tümce göz kırpabilirken belki de baskının eseri bizler esefle birbirimizi kınarken ve şükürler olsun ki; herkesten fazla kıyıyorum kendime.

 

Ne bir veda hutbesi ne bir önsezi ne de yalan savuruyorum göğün ufkuna ve benlik bir tümceyi yok edip yokluğumun ve yoksunluğumun patavatsızlığında sahip çıkılmayı filan de beklemiyorum hani.

 

Öğütülürken övünmek filan da değil acılarla.

 

Zamanla yarışırken ermek istiyorum ileriki yaşlara sanırım yaslar da hep eşlik edecek, demenin verdiği hüzünle bu kez sondan başa sayıyorum.

 

Aslında hala başlangıç noktasındayım: sayısız yeni başlangıç ve sayısız son.

 

Sonların muktedir olduğu asla mübalağa etmediğim ve sırıtan imgeler…

 

Savuruyorum her birini çünkü imgelerin arkasına sığınmak istemiyorum.

 

Duyduğum aksanı notaların.

 

Bir la çıkıyor piyanonun tuşundan ama ben lal diyorum her notanın çığırtkan sesine ve lav ediyorum her birini: sessizlik hâsıl olan.

 

Sessizlik tüm hâsılatı günün ve ömrün.

 

Bayat nidalar filan da duymuyorum artık sadece veryansın yüklü mizaçlar.

 

Belimi doğrultmak neymiş, yakalıyorum kaçan ipin ucunu belki de idam emri vermeliyim:

 

Yazdıklarıma bir nokta koyup… ölmekle eş değer madem yazmayı noktalandırmak iyi de ben öncesinde hiç mi yaşamadım; hiç mi gün yüzü görmedim?

 

Koca sesli adamlar koca başlığında övünüyorlar ailenin reisi olmak adına ve kocasına minnet eden devasa gölgeler görüyorum; gölgelerin şahitliğinde tiz bir sesle, sevgiyi ve sevdiğini haykıran.

 

Bana neci bir zihniyet büründüğümüz o asalet ne de olsa söz sukutsa sükût altın ve aba altından ne gösterdiği değil neyi şiddetle savunduğumuz tek gerçek belki de bölücü bir unsur sonuç itibariyle bana dokunmayan yılan bin yaşasın, demenin mahiyeti özümsediğimiz hayatlar ve özgüven eksikliğinde bizler sadece gücümüzün yettiğini istismar ederken, kolluk kuvveti bir imge sıkıştırıyor beni paragrafın dibine.

 

Sağ gösterip sağdan vurulmak mı yoksa çok sevip solumuzdan kalkmak mı?

 

Zanlar.

 

Mütereddit vasıflar ise gündelik.

 

Aşk ise kıyamın ta kendisi ve gölgelerin gücü adına gölgemizden korktuğumuz.

 

Afakanlar basan bir rahmet aslında yazının doğası ve içimdeki devasa yangın gün boyunca sönük ama gece oldu mu alevi evreni dahi merkezden yakıp alevlerin benliğimi kavurduğu.

 

Başlangıç cümlem… resmi geçit yapan muhafız alayı imgeler.

 

Somurtkan bir günün yankısı ve mutluluğu es geçip ahkâmların racon kestiği bir kıyamda şerefiyle yaşamak kadar da elzem iken şerefiyle yazmak.

 

Tozutan bir insanlık.

 

Yine de laf söylemek değil benim çevrenin görücü vasfına hediye ettiğim bir gelinlik kız edasıyla süzüm süzüm süzülmek.

 

Aşkın doğasında yaşamakla eş değer yazmanın endamı.

 

Sükûtun baskın ritmi ve son verdiğim bir vaveyla.

 

Gün dönümünde solmakla da eş değer.

 

Geceye dönük yüzünde rahmetin bir racon kesmek mi yoksa yine aşkın hitabesinde soluksuz bir şarkı olmak kadar rücu ettiğim bir gölgeyi sonlandırmak mı?

 

Vazifelerin odağında ve ilk etapta; iyi bir insan olmak adına…

 

Peşi sıra eklenen sıfatlar ve her türlü maruzatı göstermeden sunulana riayet etmek.

 

Göğün teyakkuzu yine yaşlar.

 

Yaş alıp da yas’a yaslanmış yüzümüzle feveran etmeden yaşamayı cezp edici hale getirmek.

 

Tam ortasından kesip evreni; iki yarım küreye sahip olduğum.

 

Bir manivela.

 

Bir kurtuluş.

 

Bir hezeyan.

 

Bir başlangıç aslında sona dönük yüzünde mevsimin baharı beklemek gibi ne zamanki aşka dönük yüzünde yüreğin vicdanı da elden bırakmadan sehven yaşamak mı ne?

 

Bir görüntü derken bir örüntüye düşen aslında hece kaybı ve imla yanlışlarına mahal vermeden kelimelerle ördüğüm bir dünya tıpkı dünün sunumunda iki yandan örgülü saçlarımla aralıksız gidip geldiğim okul yolu.

 

Neşenin tavan yaptığı yıllar oysaki baskının en baskın olduğu yıllar.

 

Baba korkusuyla geçen bir çocukluk; bir ergenlik ve yetişkinliğe adım attığımda ansızın yok olan bir sıfat ama gücü hep baki ve etkin.

 

Sunumunda bu gücün eklenen korkular aslında saflığın saf tuttuğu o yıllardan beri; ne der babam korkusuyla yandığım oysaki tek suçumun ve hatamın olmadığının da bilincinde sürekli hesap verdiğim bir merci.

 

Üstüne üstük eğitimci bir baba ve ihtisas alanı bizzat edebiyat.

 

Nakşeden bunca zaman ve teyakkuza geçtiğim son birkaç senenin nezdinde kendime doping yaptığım kalemin zaafıyla zafiyet geçirdiği bir ömrün ertesinde içine düştüğüm o hava sahası aslında tüm mermilerin gücü yine bana yeterken aslında şarjörü bilfiil doldurup ötenazi yaptığım her gün ve gece.

 

Sıfatlardan muzdarip bir toplum olduğumuz gerçeği ile ya da genelleme yapmadan içine düştüğüm bu tuzak her nedense sevgiyle örtüşen varlıklar iken biz faniler, zaman zaman rotadan sapıp vahşi bir içgüdü ile zarar vermenin de çok olağan olduğu.

 

Dirensem de.

 

Dayansam da.

 

Ansızın infilak eden ruhuma saplanan şarapnel parçaları ve tüm kelimeleri tek tek bedenimden kalemle ayıkladığım bir cerrah titizliğinde belki de ölümle yüzleştiğim son zamanların bir getirisi iken hazan yüklü güneşin sıcağında soğukla baş etmeyi artık nasıl beceriyorsam.

 

Ne bir teselli ne de tecelli.

 

Varsa yoksa sunulana razı gelmek.

 

Bir temenni filan da değil hani ya da örtüştüğüm minnet yüklü gönlümde açmaya dair bir çiçekle sözleştiğim ve nasıl oluyor da ısrarla insanlar görmezden ve sevmezden gelip kendime yönelttiğim tüm eleştiri okları ile patavatsız bir canlı olmaktansa hassasiyetten kırılan bir bibloya dönüştüğüm…

 

Yol yordam bilse de insan.

 

Kılı kırk yarsa da.

 

Zafiyetlerini bilip gücünü ve direncini muhafaza etse de.

 

Ayrıntılarda boğulsam da ve detaylardaki o ahenk ile mutluluğa rast gelip vesveselerimi görmezden gelsem de…

 

Görüntü ihlali bazen.

 

Bazense kazan kaldıran evrene bir taziye ziyaretinde bulunduğum ne zamanki yolum kalemle kesişse.

 

Nadasa bıraktığım ruhum: takriben kırk sene

 

Yazmaya durduğum şafak öncesi: takriben yedi sene.

 

İkisini toplam mademki yaşım.

 

Önümdeki engebeli yolda neyi bekliyorsam kendimden ve bilinmezden?

 

Bir nakarat yüklenip her gün çığırdığım aynı türkü mü?

 

Yoksa bir sınır ihlaline denk düşüp içimdeki karanlığı beyaza döndürmenin verdiği o işkence mi?

 

Maruzat yüklü olmadığım gerçeğine vakıf.

 

Meziyetlerimi tek tek öldürüp.

 

Ve dünya denen dev küreyi tam ortasından kesip hayat ve edebiyat başlığı altında sahip olduğum iki değer ama her nasılsa birbirini kabullenmeyi şart koştuğum her minvalde ne hayatımdaki insanların edebiyata dâhil olduğu ne de edebiyatın hayatımda bir yaptırım gücü olduğuna şahit…

 

Zamanın birinde… diye başlamak asla tarzım değilken.

 

Büyük lokma ye büyük konuşma, demeyi atalarımdan öğrenmişken…

 

Gözümde büyüttüğüm her hadise belki de her hadiseye müdahil olmaktan men ettiğim yürek coğrafyamda konu yazmaksa… şiar bildiğim bir dokunuşu hayatın her safhasına yayıp da mehter marşına uygun bir yürüyüşü değil de hızlıca yaşamayı sindirememişken belki de yazma dirayetine yenik düşüp hayatı solladığım uzun bir zaman dilimi…

 

Yenik düştüğümüz konularda yeni bir konu üretmekte nasıl ki üstümüze yok belki de huzuru payidar kılan konunun bütünlüğüne vakıf olmak belki de konunun ta kendisi olup hayatın merkezinde olduğumuz varsayımı ile ciddiye aldığımız kadar hayatı, ciddiye alınmak iken tarafınca…

 

Gönül gözüne sadık bir seyirci belki top koşturan bir oyuncu ve kendi kalemize salladığımız o mendille iki gözü iki çeşme seyrüseferinde ömrün, dur dediğimiz bir sinyalle evrene göz kırparken sadece duyumsadıklarımızı iletmek karşımızdakine hani olur da…

 

 


( Sadece Edebiyat... başlıklı yazı GÜLÜMM tarafından 15.01.2019 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.