Yorgun bir eylül akşamıydı.Yıllarca emek verdiğim, hayalini kurduğum, mesleğin bir üyesi olmama çok az kalmıştı. Hangi ilde, hangi şartlarda,hangi çiçeklere öğretmenlik yapacaktım, çok merak ediyordum. Zaman durmuştu sanki dünya dönmüyordu.Gece ne uzundu Allah’ım gece ne uzundu.Yıldızlar kaybolmuş gökyüzünün tek hakimi ay olmuştu.Her şey değişmişti sanki,ben değişmiştim.Yatak her zamanki yatak değildi.Altımda varla yok arası bir şeydi.
Ilık bir nefes gibi Toroslar’ın güney yamaçlarından akşamdan bu tarafa esen rüzgar tenimi okşayarak geçiyor, denizin üzerinden belki de Beşparmak Dağları’na kadar uzanıyordu.Sonra rüzgar birden durdu.Etrafı dinledim çıt yoktu.Usulca doğruldum.Damın üzerinde bir tur atım.Üst kısımdan limon bahçelerinden, sol taraftaki narların arasından,sağ taraftaki muz bahçesinden hiç bir ses gelmiyordu.Asıl beni şaşırtan, her gece arı kovanı gibi işleyen E-24 karayolu susmuştu.’’Hayırdır İnşallah’’dedim.Geriye dönüp yatağa tekrar uzandım.Öyle hafiftim ki…Uyumuşum.Gerisini rüya diliyle anlatayım.
Bir kadın hamileydi.Bir çocuk doğuyordu ansızın, geceler aydınlanıyor bir kuş ninni söylüyordu yavruya.Sonra büyümeye başlıyordu.Paylaşmayı öğreniyor ama oyuncakları hep elinden alınıyor, ağlatılıyordu.Büyümeyi, güçlü olmayı hayal ediyordu.Hep susuyordu.Susmak onun için tek çareydi.İstekleri vardı.Gönlünce, bir göl kenarında akşam vaktinde balık avlamak… Bir köleyi azat eder gibi gölün serin sularına yeniden bırakmak...Yeşille mavi karışımı bir aydınlık arasından bakarken göğe özgür olmak istiyordu kuşlar misali…
Birden o çocuk ben oluyordum.Kırmızılısı, mavilisi, yeşillisi, pembelisi bütün ışıklar sönüyor, ormanın en uzak, en kuytu, en karanlık bir köşesinde; zemheride daha külleri soğumamış, terk edilmiş bir çoban evinin ocağında köz arıyordum.Ocağın içi çakıl taşlarıyla doluyor.Bir an çakıl taşlarından biri köz oluyor, bir ateş yanıyor bütün dünya aydınlanıyordu. Sonra bütün canlılar lisan-i halle bana bir şeyler anlatıyor, bir mazi canlanıyordu gözümde, bir istikbal ışıldıyordu.Bir ceylan gelip cevizli pınardan su içiyor, ben sabah namazına hazırlanıyordum.
Sıradağlar dizilmişti karşıma.İçlerinden biri:’’Biz bir birimize yaslandık sana da yaslanan birileri olacak ‘’diyordu.Ve birden mevsimler değişiyor.Hatlar silik, bakışlar kısık saatlerce bu manzarayı seyrediyordum.
Yaz oluyor, bir tarafta denize giren insanlar,bir tarafta Çukurova’nın sıcağında elleri nasır tutmuş, çapa yapan kadınlar,toz toprak içinde oynayan ırgat çocukları, yüklerinin altında ezilen hamallar…Rize’de çay kesen kızlar, ta Maraş’tan kalkıp gelmiş Giresun’da fındık toplayan delikanlılar. Elleri kınalı yeni gelinler, ev yok bark yok bir kamyonun kasasını yurt edinmişler. Toroslar’ın sarp kayalıklarında oğlağını kaybetmiş bir keçi, keçisini kaybetmiş bir çoban.Bir yörük kızının elinde tadına tat katılan bir testi ayran, dilinde bir sevda türküsü…Meralarda otlayan koyunlar.Meram bağlarında benleşmeye yüz tutmuş üzümler. Konya’nın uçsuz bucaksız ovasında koyunlar gibi otlayan biçer döveler.Geçen yılki kuraklığa inat bereket üstüne bereket, tamper tamper, ambar ambar buğdaylar…
Mevsim sonbahar oluyor.Çocuklarını okula hazırlamanın telaşında anneler.Harçlık verememenin ıstırabını çeken babalar. Nişanlılarını askere gönderen gözü yaşlı genç kızlar. Gözyaşlarını içlerine akıtan delikanlılar, gururla kışla yollarını tutuyorlar.Valizi elinde, çantası omuzunda otobüse yetişmeye çalışan üniversite öğrencileri. En az askerler kadar gururlular. Her eylül ayrılık demek olan; arkadaşları, dostları el sallıyorlar. Şairanece konuşuyorlar. Onlar için; her ayrılık bir kavuşmaya gebedir. Yollar ayrıldığı yerde birleşir. Kara kışın ardından baharlar gelir. Hafif bir yağmur çiseliyor. Karşı pencerenin camından bakan, genç kızın dudaklarından:’’Ölüm Allah’ın emri, ayrılık olmasaydı…’’mısraları dökülüveriyor.Camın buğusuna bir kalp çiziyor ve kayboluyor.
Otobüs Adana otogarından kalkıp Erzurum istikametine doğru yol alıyor.Kaptan bir kaset yerleştiriyor teybe:
‘’Erzurum dağları kar ile boran,
Aldı içerimi dert ile verem,
Sizde bulunmaz mı bir kurşun kalem.
Yazam arzu hakim yara gönderem.’’
Otobüse bir hüzündür çöküyor. Yolcuların çoğunluğu asker, bir kısmı da öğrencidir.Kaset sanki bilinçli doldurulmuş gibi, ikinci parça daha damardan giriyor.
‘’Anam geldim kışlaya
Giydim elbiseleri
Daha birkaç gün oldu
Çok özledim sizleri.’’…ve otobüsün içinde ağlamayan kalmıyor.
Etraf bembeyaz, saf, temiz; hiçbir siyah nokta yok, bütün kötülükler örtülmüş, yıkanmış temizlenmiş dondurulmuş, yani kış gelmiş.Bütün bu güzel manzaraya rağmen soğuklar bir kabus gibi üzerimize çökmüş.Saçaklardan sarkan süngüler ölüm kusmakta acımaksızın...
Karlar üzerinde ayakları yalın, başları açık mendil satan çocuklar. Biri yaklaşıyor bana:’’Abi bir mendil alır mısın? Sevdiğinin hatırı için al abi.’’diyor. Ellerini açmış dilenciler. Kendi üzerlerinde montu olmadan mont satan, seyyar satıcılar. Hangi yöne baksam hayatın soğuk, acımasız bir yüzünü görüyordum.
Birden dağlara çıkıyordum.Şehri yüksekten izliyor, bir tek minareleri görebiliyordum.Karlar arasında, kardelen arıyor, rüya bu ya, ne hikmetse hep menekşe buluyordum.Sonra kapılar şehrine bir kervanla Erzincankapı’dan giriyordum.Rengarenk kumaşlar; ipekler, atlaslar… Eşekler, atlar, develer birbirine karışıyor. Bir ipek halı, uçan bir atın üzerine konuluyor, sonra gözlerimin önünde bir uçağa dönüşüyor, gözden kayboluyordu.Bütün bu karışıklık içerisinde ben bir o yana bir bu yana koşturuyor, anlam veremediğim bir şey arıyordum. Ne aradığımı bir türlü bilemiyor, arıyor, arıyor,arıyordum…
Sonra aradığımın bir çift göz olduğunu fark ediyor, kalbimi çalan, gönlümü alan ve hep beni darağacına mahküm eden bir çift göz. Son isteğimi bile sormadan beni asmaya çalışıyor, her seferinde annemin duası önüne perde oluyor. Saçlarının arasından bir rüzgar geçiyor, ben dokunmaya çalışıyorum dokunamıyorum. Rüzgarı kıskanıyorum. Avuçlarından bir yaz güneşi almak istiyorum. O dokunmanın ürkekliği uyandırsın beni o esrarlı uykudan. Ama o bir avuç buz tutmuş toprak veriyor.’’Mezarına koy!’’ diyor. Ben üşüyorum, üşüyorum, üşüyorum…
Gece oluyor kaldırımlardayım.Dilimde Necip Fazıl’ın, ‘’Kaldırımlar’’ şiiri:
‘’Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi;
Kaldırımlar; içimde yaşamış bir insandır.
Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi;
Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.’’
Kaldırımlardan korkuyor, evime sığınıyorum. Dışardan çığlıklar geliyor. Sokak çocukları, tinerciler, mafya arasında, bir can pazarı kurulmuş.Öyle bir can pazarı ki; alanlar hilekar, satanlar çaresiz.Adımlar ürkek ve sessiz.Gece karanlık sokaklar öksüz.Ölümden kaçıyorlar nefes nefese, ölüme koşuyorlar nefes nefese.Bir şiirim aklıma geliyor:
‘’Zaman uykuya dalmış gecelerdir,
Yıldızlar düşerken penceremize;
Bizi ölüme sürükleyen hecelerdir,
Zaman hançerini saplar hançeremize,
Yıldızlar düşerken penceremize.’’ …bembeyaz bir kefen ve ben, ansızın düşüyorum penceremden.
Zaman su gibi akıyor.Mevsim bahar oluyor.Ülkeyi geziyorum baştan başa, marşlar türküler dilimde.
‘’İstanbul yedi tepe, kızlar gider mektebe.
Uyusam dizlerinde, gözünden öpe öpe.’’
Yedi tepeli şehri, yedi gün geziyor, cihanın en büyük kahramanlıklarının gösterildiği Çanakkale’ye uğruyorum.Ölüme bile güle güle giden kahramanlara selam veriyorum.
‘’Çanakkale içinde vurdular beni,
Ölmeden mezara koydular beni’’
Yolum bir aralık Eskişehir’e uğruyor, kalelerini, çarşılarını geziyorum.
‘’Eşkişehir Eskişehir yalçın kaya sarp yeri,
Kalelerden çok kuvvetli içindeki askerleri.’’
İzmir’e geçiyor, kordonda dolaşıyor, sandallarda balık ekmek yiyorum.Biraz efeleniyorum:
‘’İzmir’in kavakları,
Dökülür yaprakları.
Bize de derler çakıcı oy fidan boylum,
Yıkarız konakları.’’
Bundan sonra uğradığım her şehirden dilimde bir türküyle ayrılıyorum.
‘’Ankara’nın taşına bak./ Gözlerimin yaşına bak.
Biz düşmanı esir aldık,/ Şu feleğin işine bak.
‘’Adana’nın yolları taştan,
Sen çıkardın beni beni baştan.’’
‘’Antep’in güzel kızı, çoban yıldızı yarim.
Tam kıvamında tuzu, Antep fıstığı yarim.
‘’Urfa’nın etrafı dumanlı dağlar aman aman,
İçerim yanıyor aney, gözlerim ağlar.’’
‘’Mardin kapısından atlayamadım,
Liralarım döküldü toplayamadım.’’
‘’Bitlis’te beş minare beri gel oğlan beri gel,
Yüreğim dolu yare beri gel canan beri gel.’’
‘’Malatya Malatya bulunmaz eşin,
Gönülleri coşturur ayla güneşin.’
‘’Ordu’nun dereleri, aksa yukarı aksa,
Vermem seni ellere Ordu üstüme kalksa sürmelim amman.’’
‘’Erzurum’a vardım dumanlı dağlar,
Erzincan’a vardım ne güzel bağlar.’’
… ve burada ismini sayamadığım onlarca şehrimize selam veriyorum.
Zaman akıyor,akıyor, Bursa’da kah Osman Bey oluyor, kah Yıldırım, Yeşil Türbe oluyor. Sonra A. H. Tanpınar’la Ulu Cami avlusunda duruyor.
‘’Bursa’da bir eski cami avlusu,
Küçük şadırvanda şakırdayan su;
Orhan zamanından kalma bir duvar,
Onunla bir yaşta ihtiyar çınar.’’
Orhan Veli’yle:’’İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.’’ Ahmet Haşim, Akşam oluyor;Mehmet Akif ,İstiklal. Arif Nihat Asya, Bayrak ve her şey gözümde memleket oluyor Nazım Hikmet’le…
Adını zikredemediğim onlarca yazar, gül bahçesi; yüzlerce şair, samanyolu oluyor.Bir el uzanıyor bana yıldızların arasından.Yazar oluyorum, şair oluyorum ve hepsinden kutsalı öğretmen oluyorum…
Bir telefon çalıyor, irkilerek, umutla, uyanıyorum.Hayrola!
Ve en güzel müjdeyi alıyorum, öğretmen oluyorum.

( Şiirdir Rüyalarım başlıklı yazı şaircesevmek tarafından 25.03.2009 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.