‘’Kendimin ikiziyim ben.
Birinci yüzümden başka bir de ikinci
yüzüm var, belki de bir üçüncüsü daha.’’
(Nietsche)
‘’Hem bana öyle geliyor ki; en kaba
söz, en kaba mektup bile susmaktan daha iyi bir yüreklice, daha bir dürüstçedir.
Susanlar, hemen her zaman, içten
gelen incelikten, nezaketten yoksundurlar, bir itirazdır.
Susku, yutmak zorunlu olarak kötü
kılar kişiyi.’’
(Alıntı)
Sözcük transferlerinin bir tür kontra-transfer
yaptığı çağırışıma yenik düşüyorum.
El yordamı yaşamak gibi doğaüstü
güçlerimden haz etmeye yeni yeni başladığım.
Feri sönmüş olmalı hayallerin üstelik
garipsenecek mahiyette yeşil çalan gözlerimde ben kara benekler görürken.
Farklı olmasını tahayyül edip
gerçekten farklı bir seyre sebebiyet veren onca açılım aslında birbirine çalım
atan deyişlerden sızan bir irin gibi dünün yarınla mukayesesinde, mısır patlağı
gibi soru bombardımanı.
Tek tabanca yaşadığım günlerden bir
kesit altı üstü bir de tekerrür eden tarihi elimine edip diskalifiye olduğum
kaygan zemin.
Yaşamaya dair bir tüyo verirken Tanrı,
benlik kadar karmaşa yüklü seyrüseferinde düşüncelerin gazabına uğrayıp üst
geçitten geçmeyi reddediyorum.
Zamanın mukozası.
Gülümsemeyi tehir eden Tanrı aslında
kendine gülen insanlar bir de birbirine methiyeler dizip akabinde genel bir
eleştiri yapmak adına paytak adımlarla kuytuları mesken tutmayı bile gerek
görmeden ulu orta topa tutanlar…
-Ne içerdiniz?
-Sütlü kahve.
Aradan geçen koca bir on dakika ve
garson ikinci bardak çayını içerken art arda yaktığı üç sigara ile…
-Daha çok bekler miyim?
Sessizlik.
Zehir nereye yol bulmuşsa. Göğün
homurdandığı havayı bahane edip mekânı terk ettiğiniz aslında içinizdeki
barakada sığıntı üç beş kelam ve işte yolum yine kelimeler duvarına tosladı.
Bağnaz hükümler sizi mağlubiyetle
şereflendirirken bir de günün özetinin üstünden geçtiğiniz beş-on dakika gibi
kısıtlı bir sürede aklınıza düşen bombalar.
-Cenazeniz nereden kalkıyor?
-Sizin eve çok yakın.
Sorup soracağınıza pişman oluyorsunuz
ve gideceğiniz hangi cami yine bilinmezin esaretinde kabir azabı yaşayan bizzat
taziyelerini sunacak vatandaşın vicdan azabı.
Zemherilerde kanım donarken bir de
şirret rüzgâra laf çarparken ve büyük harflerle konuşmayı tercih etmeseniz de
küçük ve kibar bir ses tonunda bu kez yine başınıza gelen:
-Kibarlıktan nasıl da kırılıyorsunuz.
Ses tonunda bile kinaye var aslında
rötuşladığınız filan da değil sadece rencide edildiğiniz ayan beyan iken
itirafta bulunduğunuz:
-Öğretilerin en başında gelen…
Ve karşı taraf anlamamakta ısrarcı
burun kıvırırken.
Soytarı bir sitem; içten içe kabaran
bir tsunami oysaki ne depremden bahsetti haberler ne de havada bir is kokusu
var. Sarı benizli güneş çatlatırken kara bulutları siz çatlamamak adına gerisin
geri kaçıp girdiğiniz kuyunun da kapağını kapatıyorsunuz üstüne üstük.
Bir temenni.
Bir tembih aslında olup bitene dair
gelişen kaygıların sonlanmadığı.
Yeni bir ben olma kaygısı mı yoksa
dirilen sistemin çatlayan mukozası mı?
Handikap yüklenip aslında duyguların
çatırdattığı bir kabuk hatta bir ön görü hatta ve hatta mukayese etmekten
imtina edip doğallığınızın iz düşümü.
Sindirilemeyen bir metafor belki de
derken eklenen ön yargılar ve pekişen bir cesaret.
Kayıtsızlığın dibine vuranlardan
kaçmak adına kayıtsız kalmaya yemin ettiğiniz ve veremediğiniz her tepki
neticesinde ayrı kalmaya dayanamadığınız o alışkanlığınıza yeniden döndüğünüz.
Gülümseyen bir kış güneşi ve sefil rüzgâr
üşütürken için için.
Derlediğiniz bir ön söz de değil
sadece vuku bulan bir temenni hani arkanızdan dualarını eksik etmeyen annenizin
gözlerinde defalarca kaybolup yüzeye çıkmanın verdiği rehavet ile iklimlerden
çaldığınız cesaret.
Dip boyası gelmiş madem tüm yalancı
renklerin.
Çatılması gereken kaşlarınızı yukarı
kaldırıp aydınlanıyorsa yüzünüz eskimeyen bir mersiye çınlatırken kulaklarını
akşam güneşinin ve siz, ne idüğü belirsiz bir sekantta terbiye olmuş sirk
hayvanlarından bile bir şeyler öğrenen insan ırkının tozutan nefsine karşı
duramazken…
Bir martavalın ardından kılınan
cenaze namazı ve ürkünç tesellilerde saklı ayan beyan renklerin ışıdığı ve
ısıttığı ruhunuzun da tabelasında yazarken şu sözcükler…
‘’Biraz çokça meraklıyım ben,
sorunlarla doluyum, kendimi beğenmişim:
Üstünkörü bir yanıt, bir
kalabalıktır. Aslına bakarsanız, üstünkörü bir yasaktan başka bir şey değildir
bizlere. Düşünmeyeceksiniz.’’
(Alıntı)
Kalabalığın koyu renk tahlilinde
beyazı ön gören bir fısıltıdan alıp da başınızı içinizdeki mevsimi
dillendirirken tembel mizacın da yufka yüreğinde serkeş bir tını ve aymazlık
saklı iken…
Teyakkuzda o korkunç uyarıları
fıtratın, aslında gizemi ifşa ederken… Kaçamıyor insan kendinden ve her
yakalandığı yeni yüzünde yeni denklemler eşleşip de bir karede asılmışlığın tüm
farkındalığı ile varlığınızın aslında bir tehdit olmadığını haykırırken
sessizce ve mıntıka dâhilinde sizsiz bir dünyanın da sıkıcı olacağı temennisini
saklı tutarken içinizde ve türkuaz gözlerinde maneviyatın yol yordam bilmeseniz
de açık ara farkla kendinizle yüzleştiğiniz her dakika için minnet doluysa
yüreğiniz.