Ay yarımdı. Işıkları geceyi aydınlatmaya yetmiyordu. Kapının sarı silik ışıkları aydınlık için yetersizdi. Gümrük kapısı ve ilgili yapıları sıradan, yetersiz ve bakımsızdı. İhalesi yapılan, henüz yapımına başlanmayan Hatay'ın Cilvegözü kapısı; çekilen çile ve sıkıntıları ortadan kaldıracak şekilde olmasını umut ve arzu ettik. Ülkemize, insanımıza ve ortadoğu'dan gelenlere yarışır şekilde olmalıydı. Cilvegözü sınır kapısından geçerek Suriye topraklarına girdiğimizde gece yarısını birkaç dakika geçiyordu. Pasaport işlemleri yapılırken tura katılanlar; araçtan inerek serinlemeye başlayan havada yol üzerinde, bina önlerinde geziniyorlardı. Kendilerine değişik gelen duvar, tablo ve belgelerdeki Arapça yazıları tanımaya, ısınmaya çalışıyorlardı. Bir süre beklendi ve ardından yola çıkıldı.

Gün boyu gezi maratonu vardı. Karanlıkları yararcasına ilerleyen otobüste şoför dışında herkes uykuya vardı. Sabah güneşi Irak üzerinden başını uzatırken Lübnan dağlarının uzantısı olan Suriye'nin fazla yüksek olmayan çıplak tepelerine sunduğu hayat öpücüğü vardı. O çıplak tepeler; önce mora, sonra erguvana, sonra pembe renge büründü. Tepelerin eteklerinde hallaç pamuğu gibi atılmış hareketli beyaz sisler vardı. Gözlerimin önüne: “O sis ortamı altında kıl çadırlar, koyun ağıllarında meleşen kuzu sesleri, geceyi uykusuz geçiren güneşle uykuya varan yerde yatan köpekler, doğal kır ve çiğ kokuları…” geldi.

Çöl ve bozkır platoları görünümündeki bu topraklarda; Hama'dan Şam'a kadar yol boyu sağlı sollu ve iki yol ortalarına çam ve ardıç ağaçları dikilmişti. ormanı ülke topraklarının yüzde üçünü bile zor bulan bu ülkede gerçekte bu ağaçları ısrarla yaşatma mücadelesi hoşuma gitti. Yüksek dağları olmayan ülkelerin rüzgârları da olmuyordu. Türkiye üzerinden gelen rüzgârlarla ağaçlar kuzeyden güneye eğilmişlerdi. Gözün alabildiğine dümdüz, bakımsız, verimsiz, susuz ve ağaçsız araziler insana yalnızlık hissi veriyordu. Geriye dönüp bakınca insan kendi vatanını, dağlarını, derelerini, pınarlarını, yeşilliklerinin daha ayrı bir değerini anlıyor. Türkiye'nin değeri insanın gözünde daha da artıyor.

Suriye, yıllardır Türkiye'ye karşı kullanılan en kötü komşularımızdan biri oldu. Yunanistan ve Rum kesimiyle işbirliği ve Türkiye'de faaliyet gösteren birçok sol örgütlere, özellikle PKK'ya, KGB' ye, Asala'ya yıllarca lojistik destek ve ev sahipliği yaptı. Haşhaş üretimi ve uyuşturucu trafiğini kontrol ederek, özellikle Yunanistan, Almanya, Hollanda ve Fransa'da kurulu paravan şirketler ve diplomatik kuryelerle Avrupa'ya köprü kurdular. İran, ülkesinde uyuşturucuya yasak koyarken Afganistan'dan gelen uyuşturucuya Suriye istihbarat teşkilatlarıyla PKK'yı eroin gelirleriyle besleyip büyüttüler. PKK Suriye üzerinden yılda bir milyon doların üzerinde gelir elde ediyordu. Şam, Halep ve Lazkiye'de özel kamplar ve alanlar tahsis edilmişti. Suriye, Türkiye ve ABD'nin baskılarına rağmen asla PKK'dan desteğini çekmedi. Türk Genel Kurmay ve Emniyetinin PKK'nın kaynaklarını kurutma çalışmalarıyla 1998'de Türkiye'nin Suriye'yi tehdidi ve Türkiye ile ABD'nin çıkarlarının çakışması, Suriye, İran, Yunanistan, Ermenistan ile Rusya ittifakını zora soktu. Kenya'nın Yunanistan büyükelçiliğinden paket yapılarak alınan Apo cam sera içinde Türkiye'de hala el bebek gül bebek yaşatılmaya devam etmektedir.

Bunun yanında 1982 yılında kendisi de bir Nusayri olan Hafız Esad, Hama ve Humus'ta Sünni Müslüman halkın örgütlenmesi önlemek için tank ve uçaklarla saldırdı. Hama ve Humus'ta yüzlerce cami, türbe ve külliye yakıp yıkıldı. on binin üzerinde Sünni Müslüman insan hunharca meydanlarda ve hapishanelerde işkence altında öldürüldü.
Hafız Esad'ın ani ölümü ve yerine geçen ve İngiltere'de öğrenim gören oğlu Beşar Esad, Suriye için yeni umutları da beraberinde getirdi. Batı ülkelerinin ortadoğu ile sömürgecilik dışında hiçbir bağı olmayan batı ülkelerine rağmen tarihi, dini ve kültürel bağları olan Türkiye'nin değerlere sahip çıkılması, geliştirilmesi ve stratejik çıkar ve hedefleri açısından çok önemlidir. Bin bir entrikalarla çıkarıldığımız ortadoğu'dan ilişkilerimizi Batılı ülke çıkarlarına feda etmemeliyiz. ABD, İsrail ve İngiltere'nin bizleri veya bizlere düşman kılmaya çalıştığı Suriye, İran, Irak ve Lübnan'la köklü dostluklarımızın olduğunu da unutmamalıyız.

Yıllar boş yere heba edildi. İnsan komşularıyla iyi olmazsa nasıl huzurlu ve mutlu olur? Bu devletler için de geçerli değil mi? Buna hemen hemen herkesin “evet” diyeceğini görür gibiyim. Son hükümet döneminde karşılıklı atılan adımlar ve Amerika'nın petrol uğruna Irak'ı yerle bir etmesi ve Suriye'ye siyasi hücumları yakınlaşmayı daha bir hızlandırdığına inanıyorum.

Üç yıl önce Suriye'ye gitmek istemiştim ama nasip olmamıştı.

Şam tarih boyunca çeşitli kültür ve medeniyetlere hizmet etmiş altı milyonluk bir şehirdi. Şam'a yaklaşırken uzaktan kesif kirli bir sis örtüsü insana hava kirliliğini hatırlatıyor. Bana bu ülkenin rüzgârlarının olmadığını anımsatıyor ve “Rüzgârları Olmayan Ülke” imajı bırakıyordu. Yanımda küçük bir not defterim vardı. Notlarımın başlığına da aynı başlığı “Rüzgârları Olmayan Ülke” koydum. Gezi sonuna kadar da değiştirecek başka bir şey hissetmedim.

Şam düz bir arazi üzerinde kurulu hoş bir şehirdi. Humus'tan Şam'a gelen çiftli tek yoldu. Şam'ın içinden geçerek Lübnan sınırına kadar devam ediyordu. Şam Müzesi, Viktorya köprüsü, Semiramis oteli, Meridyen oteli, Cumhurbaşkanlığı sarayı, Meçhul Asker Anıtı önünden geçildi. Kalsiyon dağının güney eteğinden yeni kurulmakta olan Dummer uydu kenti görülüyordu. Önünde Lübnan yolu devam ediyordu. Rehberimiz gelinen yerlerle ilgili bilgiler veriyordu. Gözler bu şehri ve bu komşu ülkeyi tanımaya, anlamaya çalışıyordu. Uzun yıllardır Hafız Esad'ın ve akabinde ülkenin kaderinde bu gün söz sahibi olan oğlu Beşar Esad'ın boy boy resimleri vardı. Komünizm ülkelerinde görülen baskıya benzer bir diktanın izlerini hala görmek mümkündü. Rehber: Kalsiyon Dağının eteğinde üst üste yığınlar halinde kümelenen evleri gösterdi. orası “Muhacirin semti… Türklerin yaşadığı yerler…” Neredeyse evlerin sıklığından tek bir ağaç yoktu. İnsanın: “Bu Türklerin kaderi mi?” diye söyleyesi geliyor. Türkler hemen her yerde kendilerini güvende hissetmek istercesine arka sırtlarını hep dağ ve tepelere yaslamışlar. Mümbit ova ve düz arazileri diğer insanlara terk etmişler miydi?

Otobüs aheste aheste fazla yüksek olmayan ama o yörenin en yüksek yeri olan Kalsiyon Dağına tırmandı ve orta yerinde çay molası verdi. Şam tüm çıplaklığıyla gözler önündeydi. Yanımdaki yol arkadaşım Mustafa Efendi yol boyu kamerasıyla hoşuna giden yerleri kayda alıyordu. Dağın etrafından tur atılarak; karşı tepede Cumhurbaşkanlığı Sarayını gözlemleyerek tekrar şehre ve Şam Askeri Müzesine gelindi.
Otobüsten inilerek; Kanuni Sultan Süleyman tarafından Mimar Sinan'a yaptırılan Süleymaniye Caminin yan bahçesine geçildi. Bu gün hala bir Türk görevlinin temizlik ve bakım hizmetinde bulunduğu son Osmanlı padişahı Vahdeddin ve yakınlarının kabirlerini ziyaret ettik. Dualar edildi. Üç kıtaya hükmeden bir ülkenin son evlatlarına kendi topraklarında yer verilmeyen bu masum insanlara bakıp kendi kendimize hayıflandık. Bahçe bakımlı ve temizdi. Bahçede II. Abdülhamid'in oğlu Bedrettin ve Safiye Sultan ile torunu Fahriye Sultan, V.Murad'ın kızı Hatice Sultan, Abdülaziz'in oğlu ve torunu, Sultan Vahdeddin ile zamanın maarif bakanı Arif Hikmet Paşa'nın mezarları vardı. Bahçe avlusundaki zeytin, kayısı, kiraz, üzüm asması, portakal, yenidünya ve leylak ağaçları vardı. Süleymaniye Camii kullanıma kapalı ve müze olarak kullanılıyordu. Camii önündeki boşluk dışında İsrail'e karşı kullanılan beş adet savaş uçakları sergileniyor ve askerleri nöbet tutuyordu. Eski el aletleri çarşısından geçilerek, Turizm bürosu, Samiramis oteli önünden Osmanlı eserlerinden olan ve Hicaz'a giden tren istasyonu Hıttıl Hicaz binası ve Şam kalesinin önünden geçilerek yine Abdülhamid'in yaptırdığı Hamidiye Çarşısı'na gelindi. Çarşı kalabalık ve doluydu. Geçekte alış veriş ise zayıf görünüyordu.

Kölelikten sultanlığa eren insan: Bilal'ı Habeşi'nin türbesi ilk ziyaret edilen yerlerin arasındaydı. Peygamberimiz: “Ya Bilal, ezan okuyarak bizi ferahlandır” dediği insan… Büyük işkencelere maruz kalan ve imanından ve inancından zerre kaybetmeyen insan… İslam'la şereflenen, sesiyle insanları ferahlandıran insanın türbesi gidip gelenlerle dolup taşıyordu.

Peygamberimizin amcası oğlu ve sancaktarı, Hz. Ali'nin abisi İmamı Caferi Sadık'ın türbesi de en çok ziyaretçi alan yerler arasındaydı. Mute savaşında Sancak taşırken önce bir eli kesilince diğer eliyle, öteki eli de kesilince kesik elleriyle göğsüne sarıp sancağı taşımış en son başı da kesilerek şehit edilen o yüce sahabe… Peygamberimiz Mekke`de bu olayı yanındakilere aynen nakletmiş ve kesilen ellerinin yerine birer kanat takıldığını ve Cennete uçarak gittiğini belirtmiştir. Bu yüzden Tayyar lakabını almıştır.

Hz. Ali'nin Kızı Seyyide Zeynep Camii ve türbesi İran'dan gelenlerle dolup taşıyor. Türbede daima izdiham vardı. Türbe parmaklıklarını öpenler, yüz sürenler, dua edenlerle dolup taşıyordu. Parıldayan avizeler ve altınla kaplı kubbesi, geniş avlu ve şadırvanı muhteşemdi.

Hz. Rukiye Türbesi ile Kerbela Şehitleri'nin kabirleri ziyaret edildi. Ziyaretlerin hâkimi çoğunluğunu İran'lı kadınlar teşkil ediyordu. Ağlayanlar, gözyaşı dökenler, dua edenler ve ağıt yakanlarla dolup taşıyordu.

Aslen Humus Türkmenlerinden olan ve Şam üniversitelerinden birinde hocalık yapan dostumuz bu ziyaretimizin orta kısmında bizlerle birlikte oldu ve bizleri bilgilendirdi. Her yıl eş ve çocuklarıyla tatilini Türkiye'de geçiren bu dosttan yemekte ayrılmak zorunda kaldık.

Evliyaullahtan olan aslen İspanya'nın Mursiye şehrinde doğup, birçok yer gezen Muhuddini Arabî Hazretlerinin türbesini zaman yetersizliğinden ziyaret etme imkânımız olmadı. Asırlar önce kendisi tarafından söylenen “Sin Şın'a girince sırrım ortaya çıkar” sözü gereği Yavuz Sultan Selim'in Şam'ı fethi sırasında kabrini keşfetmiş ve yaptırmıştır.

Şam'ın yolları kirli, binaları boyasız, yerleşimi düzensiz, telefon kabloları direk ve duvarlar üzerinde Arap saçı gibi dağınıktı. Trafikte çok çeşitli araç vardı. Her tür marka aracı görmek mümkünse de genelde eskiydi. Arada bir Mercedes ve BMV gibi araçları da görmek mümkündü.

Dünyanın sayılı büyük camilerinden olan Kiliseden camiye çevrilen Emevi Camii hala önemini ve yerini korumaya devam ediyordu. Gün boyu dolu ve çok hareketliydi. Büyük sütunlar üzerine kurulu, oldukça yüksek, dört yönden kapısı olan bir caminin üst kenar revakları Osmanlılar zamanında yapılmış. Camii içinde Yahya (as)'ın kabri, doğu kısmında Hz. Hüseyin'e atfedilen yeşil örtü içinde kesik başı en fazla ziyaretçi alan yerlerdi.

Caminin dışında, arka kısmında El Medrese tül El Aziziye külliyesi içinde Halep'i ilk fetheden ve Haçlı seferlerine ilk karşı koyan büyük kumandan Selahaddin'i Eyyubi'nin türbesi, avlusunda 3 Mart 1914'de ilk Türk hava şehitleri Yüzbaşı Fethi, Üsteğmen Sadık ile Üsteğmen Nuri'nin kabirleri ziyaret edildi.

Hamidiye çarşısı içerisinde yer alan ve üç kat olarak faaliyet gösteren Ebu-l İz lokantasında yer bulmak imkânsız gibi bir şeydi. Önceden yer ayırtıldığı için geçte olsa yer buluna bildi. Şark odalarına has bir döşemeyle, şarka has cömert ve bolluk içinde yemekler, tatlılar ve meyveler yendi. Günün geri kalanında tura katılanlar akşama kadar serbest bırakıldı. Gün batmak üzereyken Şam kalesi önünde atı üzerinde Selahaddin Eyyubi'nin heykeli toplanma yeriydi. Bir süre heykelin önünde oturdum ve gelip geçenleri seyrettim. Her türden, her cinsten ve her ırktan insan vardı. Heykelde resim çekilen de hiç az değildi.

Akşam istirahatı için Şam'ın trafiğinden, gürültüsünden ve karmaşasından kurtulmak üzere bir süre batı yönünde yol aldık. Şam'ın güney batısında Lübnan Dağlarının devamı niteliğindeki uzantıları olan tepeler arasında kurulu Monte Rose otelinde gelindi. Çok tatlı bir hava vardı. Akşamın karanlığı içinde balkondan çok yakın olan Lübnan Dağlarını seyrettim. Rüzgâr Lübnan tarafından geliyordu. “Rüzgârı Olmayan Ülke” başka bir ülke var mıydı? Bilmiyorum. Gözlerimi telefondaki görevlinin “sabahul hayır” sözleriyle uyandım. Hoş bir sabah kahvaltısı yapıldı. Otelin terasına çıkarak etrafı seyretmeyi, nasıl bir yerde olduğumuzu, yapı mimarisini seyrettim. Terasın kenarlarında bir parmak ucu büyüklüğünde açılmış koyu kırmızı güllerle kaplıydı. O kadar nadide ve o kadar hoştular ki… Otelin arkasında yüzme havuzu, etrafında elli kadar devre mülk villa vardı.

Sabahın ilerleyen saatleri içinde Şam'ı terk ederek Humus şehrine doğru yol almaya devam ettik. Yol boyu mikrofon elden düşmedi. Fıkra ve hikâyeler anlatan, şiir okuyanlar, gülenler, güldürenlerle yolun nasıl geçtiğini unuttuk. Humus dört yüz bin nüfuslu düz, çok geniş bir plato üzerinde kurulu geniş zeytinlikler ve Antep fıstıklarıyla kaplı yemyeşil bir şehir. Lübnan Dağlarından doğan Humus ve Hama'yı dolanarak Antakya'dan geçerek denize dökülen Asi nehrinin bu yöreye çok büyük nimetler sunuyordu. Meşhur komutan Halit Bin Velid'in Camii ve camii içinde sağ giriş köşesinde kabri vardı. Ziyaret edildi. Yola devam edildi. Yol kenarındaki birçok petrolde 1978'de Türkiye'deki gibi yüzlerce araç motorin kuyruğunda sırasını beklemekteydi. Hama'da geçmişi binlerce yıl öncesine dayanan, çok büyük boyda bu gün sadece görmeye gelenlerin görmesine sunulan su çıkrıkları mevcut. Üzerleri yosun kaplamış, inleyen dönme dolaplar gibi, çok uzun yılların yorgunu gibi gıcırdayarak ağır ağır dönmeye devam ediyordu.

Dönüş yolundaki son şehir Halep'ti. Öğle yemeğini müteakip Kale önünde toplanmak üzere gurup alış veriş için serbest bırakıldı. Halep dört milyon nüfusuyla ticarette hareketli bir şehirdi. Halkı karışık, yüzü peçeliyle açık yana yana Türkçe bilenler, nargile içenleri bir arada görebilirsiniz. Osmanlı'dan kalan eserler arasında Saat kulesi ile Aziziye Kapalı Çarşısı en çok bilinen ve gezilen yerler arasındaydı. Yahya (as) babası Zekeriya (as) kabri ve camii vardı ama zaman yetersizliğinden uzaktan dua ederek gün batmak üzereyken Halep'ten çıktık. Kapıya geldiğimizde yine ay yerindeydi.

K.Maraş - 250905

(23-24 Eylül 2005 Suriye Gezi Notlarımdan)
( Rüzgrı Olmayan Ülke - Suriye başlıklı yazı Kocamanoğlu tarafından 11.02.2010 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.