Anne
ile babanın görevi önce çocuklarını büyütmek, yetiştirmek, işini,
aşını ayarladıktan sonrada everip mürivetlerini görmektir.
Aradan geçen zaman içerisinde geriye dönüp bakıldığında insanlar haliyle
yaşlanmakta, bu yüzden de ev ve diğer işlerinde kendilerine yardımcı olacak
birilerine ihtiyaç duymaktadırlar.
Köylük
yerlerde oğlunu everecek aile el altından yaşı daha on üç, on dörde yeni başmış
evine, işine, eşine sadık kalacak sütü temiz, huyu, suyu, kendi güzel, daha
gözü açılmadık bir kız arama telaşına düşerlerdi. Böyle birini bulunca da
kapıdan kovulsalar pencereden, pencereden kovulsalar tandırın bacasından girip
”Allahın emri, peygamberin kavli” deyip dünür olurlar Allah’ta yazdıysa oğlanla
kızı nişanlarlardı.
Nişan
işi yapılırken aileler alım satım konusunda paylaşıma giderler, takılacak takı,
verilecek başlık parası orada kesime bağlanır sonra da ağız tatlılığı
yapılırdı.
Nişan
müddeti uzun olursa köylük yerde hemen dedikodular başladığı için hem buna
mahal vermemek adına, hem de her bayram gelininin üst-baş giyeceği, oğlanın
nişanlıya giderken götüreceği çerez zamanla külfet tutacağından nişan süresi
uzun tutulmamaya gayret gösterilirdi.
Mehmet
askerden gelince biraz sağda-solda gezdikten sonra amcaları onu Ankara’ya
götürüp işe sokmakta gecikmediler. Orada bir müddet çalışıp üç-beş lira para
biriktirince köye izine gelir. Babası Almanya’da olduğu için onunla ilgilenen
anası ve birde baba yerine koyduğu dedesi Etem’dir. Bir akşam yemekten sonra Ankara’da amcası gilde
kaldığını, onlara yük olduğunu, amca ve yengesi buna bin kere razı olsalar da
köyden biriyle evlenip evini, barkını bileceğini Mehmet onlara bir bir anlattı.
Sabah
erkencecik kalkan aile kız arama telaşına düştüler. Onlara kim kız vermezdi ki.
Temiz, namuslu, işi, aşı olan biriydi Mehmet. Çaldıkları birkaç kapıdan elleri
boş çıksalar da evlerinin karşısında bakkallık yapan Hüso’nun güzel kızıyla Mehmet’i nişanladılar.
Nişanlama işinde iki aile hallerine göre hareket ederek takıda, başlıkta
birbirini üzmemeye gayret gösterirken düğün gününü de harman kaklımın dan hemen
sonraya bıraktılar. Sayılı günlerin uzağı olmazmış, kararlaştırılan gün gelip
yaklaşmıştı bile.
Etem
torunu Mehmet’e çalıştığı iş yerinden düğün için izin almak, hem de akrabalarına davetiye vermek
bahanesiyle Ankara’nın yolunu tuttu.
Terminalde Mamak’taki oğlu Şaban’ın evine ulaşmak için bindiği belediye otobüsü
o gün aksilik olacak ya ağzı beraber tıklım, tıklım doluydu. Otobüs hem yürüyor
hem de uğradığı duraktan yolcu alırken biletçinin ”yürüyelim beyler, ilerleyin
beyler ”sesi ortalığı çınlatıyordu. Etem ilerliyor ama bir yandan da
sendeliyordu. Eğer demirden tutunmasa az ilerde oturan kızcağızın kucağına
kapaklanacaktı. Az daha ilerleyince ”Kız belki bana yer verir” düşüncesiyle
orda dikilip kaldı. Ama ona ne dikkat eden biri ne de “Otur amca” teklifi
vardı. Duramadı, sanki patlamıştı. Bu ne saygısızlık ”Yavrum; kızım yaşlıya yer
yok mu, kalksan da ben otursam”. Kızı adete cin çarpmıştı, hışımla;”Lafına dikkat et amca, ben kız
değilim” dedi. Etem şaşırmıştı. Böyle bir şey ilk defa başına geliyordu,”Vah
yavrum vah; pek genç yaşta dul kalmışsın” lafı henüz bitmişti ki saçları uzun
oğlan öfkeyle yerinden kalkıp gitmişti…..Koltuk onundu artık.
Akşam’a doğru oğlu Şaban eve geldiğinde babasını karşısında görünce
sevinçten çocuklar gibiydi. Uzun süren sohbetten sonra Etem oğluna düğün işini
açtı. ”Kardeşin Hamdi’yle birleşip şu çocuğun düğününü yapın, ben tek başıma bu
işin altından kalkamam oğlum, hayıra girersiniz…”
Düğün
işi meşeggatli (zor) işti. Önce gelinin üstü, başı görülecek, Ankara’da bunlara
ev tutulacak, yatak, yorgan, mutfak için kap, kacak gibi bir sürü ihtiyaçlar
olacaktı. Yeri gelmişken burada biraz düğünlerden bahsedelim.
Harmanı ortadan kaldırıp mahsulünü satan köylü nişanlı oğlunun düğün
hazırlıklarına başlardı. Önce abdallar ayarlanıp kaparo sı verilir, sonra gelin
kızın giyim kuşam ihtiyaçları karşılanırdı. Köylük yerde oğlana ayrı ev açma
olmadığı için pek kap-kacağa fazlaca ihtiyaç duyulmazdı. Nasıl olsa bir arada
yenilip içiliyordu. Sadece yatak yorgana gereksinim vardı.
Maddi
yönden durumu iyi olanlar etlik için büyük baş hayvan keserler, öyle aşçıya, bulaşıkçıya,
masa sandalye’ye gerek duyulmaz, köylü birlik beraberlik içinde bu işleri
hallederdi. Bütün bu hazırlıklardan sonra düğün sabahı evin damının üzerine
elma geçirilmiş bir sırık(değnek) bayrak takılarak dikilirdi. Önceden köye
davet maiyetinde görevli bir kadın akide şekerini ev-ev gezerek dağıtırdı
.Düğün evinde öğleyin toplanan kalabalık düğün yemeğini yedikten sonra imamla
düğün duasına dururlardı.İkindi üzeri bir araya gelen köyün gençleri oğlan
evinden davul zurna eşliğinde çıkarken “Gezi bağlarında dolanıyorum, yitirdim
yarimi aranıyorum” türküsünü söyleyerek kız evine doğru silah atışlarıyla
bayrak kaldırma töreni yaparlardı. Üç gün süren düğünlerde “Kelle atımı”,
gençlerden iki kişi arasında oynanan ’tura, at koşusu’ kızlar arasında’ kına
yakma’,akşam kız evi tarafından erkek gençlerin oğlan evine ‘kayın’ gitmesi,
abdal’ın, köçeğin onlardan çektiği onca çileler, sabaha karşı tam pilavı, oğlan
evinin yasakçısına kalmadık eziyetler düğünlerin vazgeçilmez unsurlarıydı.
Pazar
sabahı oğlan evinden kız evine gelin almaya gidilir, ananın süt hakkı, baba,
kardeş yolu, sandığa oturan kızın küçük kardeşini gönülleme, gelini biri
saklamış ona bahşiş, bunlarda yetmezmiş gibi çeyiz senedi, gelini kız evinden
alıp çıkınca yol kemseler, bahşiş kavgaları, hele kız başka köye gelin
gidiyorsa bahşişçilerle kız ve oğlan evinin ortaklaşa bunlarla mücadeleleri,
sonu kan akıtan döğüşler…
Mehmed’in düğünü bitip gelin eve getirilince kapı girişinde kaynanası Ayşe’nin
koltuğunun altından geçerken ”Tatlı dilli olsun” diye ağzına bal sürülmüştü
bile.
Toplanan kalabalık düğün bitimiyle tek, tek dağılıyordu. Gelini Etem’in
bir akrabası yanında ki erkanıyla evine davet ederken Mehmed’i de bir arkadaşı
önceden evde topladığı arkadaşlarına iğneletmek için götürüyordu.
Üç
gündür düğün telaşı çeken Etem bayağı yorulsa da buna değmiş, nihayet torunu
Mehmet’i baş, göz edip sağ sağlim gelini eve getirmişti. Kalabalık vakit
geçtikçe bayağı azalmış evde haliyle sakinleşmişti. Gözlerinden uyku akıyordu. Vakit
ikindiyi bulmuş, üstü kapalı olan çatal kapının havlu kısmı gölgeden bayağı
serinlemişti. Kafasına uyduruk bir yastık yaparak olduğu yere uzandı. Düğün
dolayısıyla kalabalıktan eve giremeyen köpeği zor zor da üç gün bayağı sıkıntı
çekmiş, sokaktaki köpeklerle köyün çocukları onu kovalamışlardı. Zavallı köpek
yorgunluktan hemen Etem’in karşısına uzanmış, kafasını kuyruğunun altına
geçirmiş, hem uyuyor hem de arada kuyruğu ile üzerine konan sinekleri
kovalıyordu.
Etem gözlerini yummuş, hayal aleminin perdelerini aralamış olanları bir
bir gözünde canlandırıyor, arada sırada kendi kendisine gülümsüyor, bazen da iç
geçirdiği oluyordu. Bu durum arada sırada sokağa çıkıp tekrar eve giren gelini
Ayşe’nin dikkatinden kaçmamıştı. Soracak olsa da” belki de kayın babam uyuyordur” diye buna
cesaret edemiyordu. Bu gidiş gelişlerin birisinde kendisini tutamadı. Belkide
uyumuyordur düşüncesiyle “baba, baba” diyerek onu dürter gibi yaptı.
Etem dalmış olduğu hayal aleminden irkilerek doğruldu, yoksa kötü bir
şeymi olmuştu, "hayırdır kızım” derken bayağı korkuyordu. Ayşe gelin durumu anlamıştı,
“hayır baba hayır, deminden beri sana bakıyorum, bazen gülümsüyor, bazen iç
çekiyorsun, bunu merak ettim de”.
Etem, “söylemem kızım” diye
kestirip attı. Ayşe ne kadar ısrar etse de bir şey öğrenemedi. Tek bir çare kalmıştı "baba eğer söylemezsen oğlun Hüseyin’in Almanya dan ölüs…" “Dur kızım dur. Hemen
yemine sarılma, bak söylüyom, aman kimse duymasın, kocan Hüseyin de dahil,
oğlun Memmet’in, Salin’in, getirdiğimiz gelinin, şu karşımda yatan köpeğimiz
zorzor unda dahil hepsinin birer gözleri kör de ona gülüyorum, hem de acıdığımdan
iç çekiyorum kuzum evladım”.