Orupta neolitik çağda Göbeklitepe’de  yaşayan bir liderdi. Liderliği sorgulanamazdı. Çünkü öne sürdüğü hayat halkına oldukça cazip geliyordu.

Bir planın üzerindeydiler. Çalı çırpı ağaç dalları ve hayvan derilerinden yapma çadırına gece yarısı girmişler cayır cayır tartışıyorlardı. İçeridekilerin hepsi söz sahibi kişilerdi. Aralarında kadınlar da vardı.

Orupta “Gökyüzündeki güneş bizi ısıttığı sürece bizi yok olmaktan kurtaracak güneşin kızıllığı atalarımızın düşüncesidir. Işığı görebiliyoruz. Ama gözümüz kapalı iken, gece olduğunda, vahşiliğin sevdiği, düşüncelerimizin danıştığı biricik gördüğümüz o kızıllıktır. Çünkü güneş batarken oluşan kızıllık bizim için olağan üstüdür. Uyuyan da uyanan da, yaşayan ve doğan da, atalarımızdan içimize işleyen yine o ışıktır. Kızıl ışık evet. Bu ışığı kimse eğip bükemez. Kimse ıslatıp kurutamaz. Kimse başlangıç ve son veremez.” dedi.

Becerikli bir avcı olan Gatrasen sözü alıp konuşmaya başladı. “Atalarımız şimdiye kadar böyle incelikli, böyle planlı, böyle büyük bir işe kalkışmadı. Bu çabamız biz, mevsimlerin çevremizi değiştirdiği gibi bu kızıl ışık kaynağımız hem çoğalacak hem bizi, doğru ve isabetli bir hayata sevk edecek. Sorarım size bir kartal güneşin gösterdiği avını pusu kurarak elde eder. Bir aslan güneşte bulamadığı avını gecenin karanlığında pusu kurarak elde eder. Bizim farkımız ise güneş ve gece dışında bir düşünce vaktidir. Biz hayvanlar gibi sürekli yiyecek ve av peşinde değiliz. Şundan eminim bizdeki düşüncelere hayvanlar çok imreniyor. Bunu onların ruhunda görmek mümkün. Tapınak yaptığımızda bize imrenen hayvanları da taşlara işleyelim. Biz kızıl ışıktan ne elde ediyorsak onlarda elde etsin. Bir taşta ne kadar çok şeyimiz kazılıysa düşünce ışığımız çoğalacak demektir. Bir olağanüstü denge oluşturuyorsak içinde sadece bizim olmamız bizi yalnız bırakır.”

Orupta “Doğru söylüyorsun. Yalnız taşlara işleyeceğimiz her hayvan için atalarımızın onlar hakkında söylediği çağırmaları söyleyerek işleyelim. Kızıl ışığımıza bu sayede atalarımızın sesini de katmış oluruz.”

Çardaktaki bütün herkes ortada taşın üzerinde duran etlere uzandı. Kızarmış ve mis gibi kokan etleri sabaha az bir vakit kala iştahla yemeye başladılar.

Ortalarındaki etler kısa sürede yendi bitti. Orupta “Birazdan başlayacağımız işe süre verelim. Bu süre içinde çabaladığımız şeyi bitiremezsek anında bırakalım. Çünkü kararlaştırılmış bir şeyin dışına çıkmak uğursuzluk getirir. Ben derim ki olağan üstü yapımızı iki yaz içinde bitirelim. Kalabalık bir halkız. Bu sürenin üstesinden gelebiliriz.”

Çardaktakiler bu süreyi makul karşıladı. İtiraz sesi yükselmedi. Taşları iyi kullanan avcı Gatrasen “Öyleyse bir kurala daha uyalım. Benim mızrağımı her gün güneş bir mızrak boyu yükseldiğinde hep işe kullanarak başlayalım.”

Orupta “Bu da güzel bir düşünce ışığı oldu. Böyle şeyler benim aklıma zor gelir. Tapınağımız yapıldığında artık böyle şeyler aklımıza daha kolay gelecek. Çünkü görünmez ışıktan tapınağımız da içecek.”

Çardaktakiler ayağa kalkıp dışarıya çıktılar. Orupta “Taşların dilinden anlayanlar şimdi avcılarını seçip gelsin. Güneş bir mızrak boyu  yükselince aynı anda çabamıza başlayacağız.”

Kısa sürede lider Orupta’nın etrafını avcılar sardı. O an güneş yükselmişti. Orupta “Rüzgarı ve yağmuru, güneşi ve geceyi, yiyeceği ve suyu getiren bize de kolaylık getirecek. Çünkü kuracağımız tapınakta hepsini taşlarımıza, taş sütunlarımıza kazıyarak bağlamış olacağız. Şu an güneş bir mızrak boyu yükseldi. Haydi başlayalım.”

O an avcıları gören kadınların içleri ürperdi. Erkekleri öyle gizeme bürünmüşlerdi ki kızıl görünmez ışığı bilmeseler heybetlerine bir anlam veremezlerdi. Avcı grup ellerinde taş keskilerle uzun bir yürüyüşe çıkmıştı. Kayalık bir bölgeye geldiklerinde durdular. Usta Gatrasen’in talimatları ile avcılar üç bölgeye ayrıldı. Ellerindeki taş keskilerle kayaları oymaya başladılar.

Güneş sıcağından hemen yanlarında akan buz gibi su ile korunuyorlardı. Susayan işini bırakıp suyunu içiyor, tekrar işe koyuluyordu. Üç avcı grubunun da başında onları yönlendiren birer usta avcı vardı. Orupta lider olduğu halde kolayca yontulmaya başlayan kayalara dikkatli gözlerle bakıyor bundan haz alıyordu.

Bir akşam üzeriydi. Tapınak tam istenildiği sürede iki yazın sonunda pars ayı başlangıcında bitirildi. Artık avcılar yeni bir kimliğe kavuşmuşlardı. Kızıl güneşin insanları olmuşlardı. Hala onlar Göbeklitepe ve civarında gezmedeydiler.

Bir turist kafilesi üzeri örtülü Göbeklitepe kazı yerine girdiler. Turist rehberi anlatıyordu. “Burası on bin yıllık maziye ait. Bu dikili taşları nasıl yontup buraya getirmişler bir muamma. Sizlere temin edebilirim ki yeryüzünde buradan daha eski bir yapı yok. Göbeklitepe Müslümanların Kabe'sinden daha eskidir. O yüzden burada dilekleriniz daha çabuk kabul olur.”

İçeriye bir turist kafilesi daha girmişti. İçerisi hınca hınç dolmuştu. En son giren kafilenin içinde bir genç dikkati çekiyordu. Genç bir öğrenciydi. Diğer öğrenciler gibi dinleyen değildi. En çok o soru soruyordu. Rehbere ‘hocam’ diye hitap ediyordu. Oysa hoca öğrencileri buraya okuldan getiren kişiydi. Adı Ahmet’ti  çok soru soran.

Ahmet “Hocam böyle bir inşaat ancak yaz vakti yapılabilir. Ve yazında insanlar çok susar. Burayı inşa edenler suyu nereden buluyordu?” dedi.

Rehber cevap veremedi. Sustu biraz Konuştu. “Belki o zamanlarda burada bir akar su yatağı vardı. Şimdi bu yatağı burada bulmak zor.”

Ahmet susmuyordu. “Böyle düzenli ve garip dikitlere anlam veremedim. Sizce bu bir dinin başlangıcı mı yoksa olağan üstü doğa olaylarından etkilenme mi?” dedi.

Rehber “Neolitik insan sevdiğini yaşamada günümüz insandan daha özgürdü. Bu taşları yapmalarından önce neyi gördüler bilmem. Şurası kesinki mutlaka bir şeyi gördüler.”

Ahmet “Bence güneşin batarken ufku saran kızıllıktan etkilendiler. Bizlerde televizyondan ve bilgisayardan etkileniyoruz.  Aynı şey.”

Rehber “Sözlerinde doğruluk payı var. Bu tapınak o zamanın  ekranı ise görüntüleri o zaman insanının hayalleri. Tıpkı günümüz insanının boş boş oturup düş kurması gibi.”

Kafile bir alkış tufanı kopardı. Rehber bunu kendine anladı. Ama yanılmıştı. Kafilenin öğretmeni  rehbere “Ahmet’in açılımını anlamanız beni sevindirdi.” dedi. Bir alkış daha koptu. Bu seferki öğretmenlerineydi.

Gece Ahmet o gün Göbeklitepe’deki yaşadıklarını düşündü. Sıcağından kaçtıkları brandanın altı görselleri ile şahane bir atmosferdi. Onca ilkelliğin içinde uğraşmışlar, didinmişler, dikitlerle bir tapınak inşa etmişlerdi. Ve günün insanı ise pazardan aldığı kıytırık bezleri şahane bir branda çevirmişlerdi. Ne büyük tezattı bu. Günün insanı ne eziyet çekiyordu ne cefa. İnsanlar için hayat kolaydı artık.

Ahmet bundan, o dikitleri dikenler kadar haz alıyordu.  Çünkü eski ile yeni zamanı kıyaslıyordu. Ahmet’in diğer bir sevindiği şey, Konya’dan çıktıkları okul gezisinin sabah, geri dönme vaktinin olmasıydı. Yine otobüse bineceklerdi. Ve uzun süre camdan dışarıya bakacaklardı.

Yeniden eski insanları müşahede etti. “Acaba neolitik çağın insanları da hayaller kurar mıydı. Ama ellerinde hayal kuracak malzemeleri yoktu.Varsa yoksa av hayvanları, doğa, orman ve avcıların kadınları. Belki onlar hayal kurmaya ihtiyaç duymuyorlardı. Hayal kurmak belki günümüz insanının marifetiydi.”

Tuna M. Yaşar

( Göbeklitepe başlıklı yazı Tuna M.Yaşar tarafından 13.03.2019 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.