Sus’ların gizeminde saklı bir
nehirim; sanrıların yükü iken sevinmeye hasret gölgemde konuşlu yalnızlığın da
ıssız sıradanlığında bir beyit olmaya ant içiyorum.
Mevsimde nöbet değişimi ve
şahikaların dansı.
Albenisi olan bir özlem benimki ve
firarı yalnızlığın küllerinde dirilen yeni acılar kadar sıra dışı olma ümidine
yenik düşen zamirlerin tebessümünde saklı her ayrıntı.
Misafir geldiğim terane ve hezimete
uğradığım…
Bir yol işçisiyim aslında kaza kaza
bitmeyen yolların tozunu attığım ve aşk işçisi söylemler pazarlanırken
kovuğunda ağaçların içimdeki yanılgıyı örtüyorum.
Siyahî bir bulut esir ediyor yağmuru;
yağmurun fısıltılarına karışıyorum ve ayrışan insanları gözlemliyorum her
çatışmada doğacak ölümle ölecek doğruları eşleştiriyorum.
Kement attığım her acıya talip oysa
Yaratan ve koşutlarında ömrün sızan isyanı sonlandırmak adına evrenden özür
diliyorum insanlık adına.
Y/andığım aşikâr.
Aştığım yalan.
Yalanladığım belki de tek gerçek.
Her fermuarı çektiğimde sıkışan
sözcüklerim var ve her devrilen hecede koruk düşlerim benlik bir mizaçla
uzağında durduğum insanlar var şeytana tapan aksi siluetlerin can pazarında
canlar doğradığı ve doğmayan masumiyet.
Kanayan coğrafyaların kanayan
çocukları.
Mevsime dönük yüzüm ve bahar esefle
kınıyor insanlığı. Bahar güneşini de küstüren ve zanları kirli ruhlarında
büyütüp besleyen.
Şarkılar ölüyor zira şarkıdan ziyade
bir ağıt içimizin ahkâmlarında can çekişen şiirlerin nasırına basan bir
zihniyet ile kurcalanıyor içimizin kaosu.
Daha da büyüyor belirsizlik ve daha
küçülüyor haysiyet ve onur.
Kibirli bir doğası var kimi mizacın
yanına yaklaşılamazken ben sadece seyrediyorum ve seğirtiyor içimin mahzeninde
cüceler.
Soytarı sitemlerin bahtiyar
taraftarları.
Kölesi olduğumuz nefse değil darbe
indirmek bilakis körüklemek hazin sonu.
Umudumla çıktığım yolda…
Rast geldiğim iki çocuğu sezdirmeden
izliyorum.
İçimdeki Arap atı hızlanıyor ve deli
gibi soluyorum zehirli havayı. Çocuklar hala yanı başımda ve soğuğa aldırış
etmemişçesine giyindikleri o incecik giysilerle ben üşüyorum. Doğasında şehrin
uhrevi duygular salınmakta ve aşkı söndüren bir bulut göz kırpıyor.
Ellerinde üç beş renkli kalem belli
ki eve ekmek götürecekler o kalemleri satıp lakin çocuk neşeleri her şeyi
görmezden geliyor. Çöktükleri duvarın dibinde karalıyorlar duvarı, satmak için
ellerinde taşıdıkları kalemlerle resimler çiziyorlar.
Rengim yok an itibariyle.
Cinsiyetim de yok.
Sadece ruhum taşıyor bedenimden.
Yüreğin atışları hızlanıyor, hava
gitgide kararıyor. Elimde olmayan bir torbanın içi dolmadan ben eve gitmeyi
düşünmezken fark etmeden uzaklaşıyorum.
Kalemlerin rengi aklımda ve
çocukların kirli saçlarında dahi sönmemiş bir güneş yine akşama ihanet ediyor
aslında biziz ihanet eden: birbirimize ama öncelikle çocuklara.
Arkama dönüp bakıyorum. Çocuklar sırra
kadem basmışlar.
Önceliğim hangi duygu diye düşünürken
dalgın dalgın yürüyorum. Bir adam çarpıyor omzuma derken bir kadın ve içimde
yaktığım ağıtları duymuyor hiç biri ki duymaları ya da görmeleri neyi
değiştirecek ki?
Be değişsem bile değiştiremediğim
gidişat.
Ben sussam bile susmayan iç sesim.
Ben gülsem bile somurtan melekler.
Melekler somurtsa bile aldırış
etmeyen bizler.
Biz yaşasak bile yaşatmadığımız
değerler ve hayatlarını çaldığımız çocuklar ve masumiyet.
Anne baba olmanın bir vasfı var ya da
yok, demenin ötesinde çocuk olmanın nesi günah ya da ayıp?
Ne zamanki başımıza taş yağacak…
Yağmur çiselemeye başlıyor ve
kapüşonumu geçiriyorum başıma ve dalgın dalgın yürüyorum ta ki bir araba deli
gibi korna çalana dek.
Ölmek güzel olabilirdi de hani.
Ölen güzelliklerin yasını tutmaktansa
benim yasımı tutmayacağını bildiğim insanların umurunda değil iken hiçbir şey.