Göğün kaldırımlarında
miskin bir kuşun haletiruhiye sine bürünen sefil bir gök taşı belki de elzem
gözyaşlarına teğet geçen bulutun ıslak bir veryansın kondurduğu şehrin ışıklı
tabelası.
Top yekûn hüzün
bekçileri nidalar savuruyor şehrin mezarlığına tüneyen iblis kadar kötü ve
cahil bir zümrenin mazlumun sırtına dayadığı o azamet ile çakılırken yere
ikircikli mısralar.
Beyitlerin tasarrufunda
gün ve de ömür belki Aşiyan Mezarlığına düşen yolunda bir sure tadında ölümü
anan sur bekçileri yalnızlığın.
İllet bir terennüm
saklı bakışlarında.
Devran aslına sirayet
etse de insanlar kalpazan düşleri çoğaltıyor semt pazarlarında.
Verdiğimiz her mola.
Tanrının edimlerine ve
sitemlerine karşı gelmeyi asla düşünmediğimiz bir mağfiret belki de ikircikli
gölgelerin damarına basıp da arşı alaya çıkan bir öfkeyi süt liman yüreklere
pelesenk eden huzur ve iz düşümü mabedin sancaklarına dokunan eli bilinmezin.
Hoyrat bir günce
soluklanıyor perde arkasında aşkın, beyitler soluyor yalnızlığı.
Bir bültende geçen alt
yazı.
Aşkın perhize girdiği
sabahın erken ışıkları ve derken büyüyen bir çığ gibi İlahi Aşkın eriştiği gök
kubbenin de asılı bekçileri iken üreyen sedalarda hoş bir tını yine yeri göğü
inleten…
Bir sefer tasına dolan
bakışlar belki de derken somurtan bir acı ve istimlâk edilmiş beyhude hayaller.
Katmanlarında ömrün.
Dalyalarca beyan
sunarken günbegün.
Islak gözlerine dadanan
çakıl taşları yine deryaların engin tınısında da bir vaveyla aksayan her şiire
eşlik eden gölgenin muhatabı iken umut dillenen ve günbegün yitip giden zamanın
biteviye raksında bir elemi bir de aşkın közünü sitemle elleyen münafık
baykuşun savurduğu bir inilti.
Papaz olan bir nida mı
yoksa hani albenisi dudaklarda sarkıt?
Yerle yeksan olan bir
şehir mi yoksa, tebaası aşkın kanatlarında bir izdivaca talip?
Öykündüğümüz masallarda
serildiğimiz o rahle bin bir gece masallarına eklediğimiz yeniden var oluş
şarkısına eşlik eden şakayık bekçileri ve elemin tozu bulaşmışken üstümüze
başımıza biz şahikalar aşkı ballandıra ballandıra anlatmaktan geri duramadığımız
her saat başında guguk kuşunun yorgun sesine tanıklık eden beşeri bir zafiyetle
atıldığımız hüsran bulutu ve tünediğimiz şehrin de en yüksek noktası sancılı
bir ölümü dillendiren sakıncalı bir şarkıyı da en yüksek tonda söylerken…
Aşkın isyanına
bandığımız gözyaşı.
Gözyaşına eşlik eden
rahmetin sunumu ile şükre kapıldığımız ve tüm vesveseleri uzaklara
yolladığımız.
Çivisi çıkan gölgelerin
mazlumların sırtından geçinen öykülerinde mi yoksa bizler telaşla adımlıyoruz
kaldırım taşlarını ve en delici bakışla iz sürüyoruz acının ve engebenin zifiri
beraberliğini de topa tuttuğumuz yansız bir şiiri daha gölgelerken bedbin
satırlar.
Bedbaht bir çocukluğun
belki de yazarın güncesi iken yazılmamış bir hikaye daha sonlanırken aşkı tefe
tutan tüm irsi özellikleri de göz ardı edip devasa yalnızlığın eriştiği bir
rakımda şehir küllerinden yeniden doğarken…
Şafağa kaç mı var?
Kaç şafakta daha
yanacağız, diyebilmenin de bir özrü olsa olsa ve şimdilerin atlas sessizliğinde
uzak bir coğrafyadan gönderilen her selamı da başımızın üstüne yerleştirirken…