Tekerrür Eden Tarih-8. Bölüm –kuleli Vak’asından Duyun-u Umumiyeye...
TEKERRÜR EDEN TARİH-8. BÖLÜM –KULELİ VAK’ASINDAN
DUYUN-U UMUMİYEYE...
Tahta oturduğu andan itibaren üç konu Sultan II. Abdülhamit’in uykularını
kaçırıyordu adeta. Bunlardan birincisi tabii ki Rusya ile olan savaştı ve o
savaş Berlin Antlaşmasıyla sona ermişti. İkinci konu, etrafını sarmış olan
darbecileri bertaraf etmekti. Böylece amcası Abdülaziz’in intikamını almış
olacağı gibi kendisine daha rahat hareket alanı sağlayacaktı. Üçüncü konu ise
tabii ki borçlar meselesiydi. Gerek iç gerek dış dünya kadar borç nasıl
ödenecekti?
II. Abdülhamit öncelikle dış borçlar konusuna el attı ama ben bu konuyu sonraya
bırakıp Sultan Abdülaziz’in katillerinin yargılanması ve cezalandırılması kısmı
ile devam edeyim. Ancak bu olaya geçmeden önce tarihin nasıl tekerrür ettiğini
görmek bakımından biraz geriye dönerek Kuleli Vak’ası adı verilen olay hakkında
da kısa bir bilgi vermek yerinde olur görüşündeyim.
Osmanlı Tarihinde II. Osman’ın tahttan indirilmesi ve akabinde katledilmesiyle
başlamış olan padişahları askeri darbelerle tahttan indirme olayı daha sonraki
yüzyıllarda da zaman zaman tezahür etmiş, mesela 1703 yılında Padişah II.
Mustafa, ‘’Edirne Vak’ası’’ Denilen bir askeri darbeyle tahttan indirilmişti.
Yerine gelen III. Ahmet’e de darbe yapılmıştı Patrona Halil tarafından 1730
da... Bu da yeniçerinin desteği ile olan bir darbeydi. Padişah III. Selim’in
katliyle neticelenen Kabakçı Mustafa İsyanı da ( 1808 ) bir askeri darbeydi.
Tarih kitaplarımız her nedense bahsetmese de 1859 Yılında devrin Padişahı
Abdülmecit’e( Yani II. Abdülhamit’in babasına ) karşı da bir darbe girişiminde
bulunulmuştu.
1859 Darbe girişimi bakın bakalım hangi darbe girişimine çok benziyor?
Sultan Abdülmecit’in 1839 da Tanzimat, 1856 da Islahat Fermanını yürürlüğe
sokması gerek Müslüman gerek gayrimüslim bir takım kesim tarafından
memnuniyetsizliğe yol açmıştı. Müslüman kesim padişahın tamamen İngiliz ve
Fransız güdümüne girdiğini, gayrimüslimlere çok geniş haklar verildiğini
düşünürken gayrimüslim kesimin bir kısmı ‘’ Maksat dış müdahale olsun.’’
Kabilinden getirilen tüm yeniliklere karşı çıkıyorlardı.
Bu gayrı memnun kesimin Müslüman tabakası Padişah Abdülmecit’i tahttan
indirmeyi kafaya koymuştu. Ancak halkın desteğinin sağlanması, sadece askerin
ihtilale taraftar olması ile gerçekleşemezdi. O bakımdan da 1856 dan itibaren
ulema kesimi Bayezıt Medresesinde örgütlenirken askeri kesimin örgütlenme merkezi
Kuleli Askeri Lisesiydi. ( Padişah Abdülmecit kendi fermanıyla yapımına
başlanan ve 1845 yılında eğitim- öğretime başlanan Kuleli Askeri Lisesinden,
okulun açılışından on dört sene sonra kendisine karşı bir darbe teşebüssünde
bulunulacağını aklının ucundan bile geçirmemişti elbette bu okulu yaptırırken.)
Üç yıl boyunca Bayezıt Medresesi ve Kuleli Askeri Lisesi bünyesinde örgütlenen
darbeciler ( Ele başıları : Şeyh Ahmed,Hüseyin Daim Paşa, Caferdem Paşa, Binbaşı Rasim Bey,Tophane-i
Amire Katibi Arif Bey,ŞeyhFeyzullah ve Şeyh İsmail idi.) 14 Eylül 1859 da harekete geçeceklerdi. Her şey
hesaplanmıştı, bir şey hariç: Kendilerinden zannettikleri ve sık sık
toplantılarına katılan Ferik (Tümgeneral ) Hasan Paşa tüm bu planı bozacaktı.
Nitekim 14 Eylül 1859 da Kılıç Ali Paşa
Camiinde( İstanbul-Tophane ) son toplantılarını yapan darbeciler üzerine
emrindeki askerlerle giderek hepsini darbeyi yapamadan ele geçirdi. ( Bir
caminin darbe üssü olması ilginç değil mi? )
Darbeciler daha sonra Kuleli Askeri Lisesine getirilip burada yargılandılar.
Cemiyetin liderleri olan Şeyh Ahmed, Hüseyin Daim Paşa, Binbaşı Rasim ve Katib
Arif idama mahkum edildiler.Ancak Padişah, mahkemeye bir ferman göndererek hiç
birinin idam edilmemesini istedi. Sonuçta asker olanlar askerlikle ilgili tüm
görevlerden alındılar ve diğer suçlularla birlikte kürek, hapis, sürgün gibi
çeşitli cezalara çarptırıldılar.
Dedesinin babası, babası ve amcasına karşı yapılmış olan darbeleri ve her darbe
ile Osmanlı Devletinde oluşan tahribatı çok iyi bilen II. Abdülhamit artık bu
darbeler dönemine son vermek istiyordu. Oldukça geniş bir istihbarat ve jurnal
ağı kurdurması da bundandı biraz.
Abdülaziz’e darbe düzenleyenler 27 Haziran- 28 Temmuz 1881 Tarihleri arasında herkesin
izleyebildiği gayet açık ve şeffaf bir
mahkemede yargılanmaya başlandı.
II. Abdülhamit’in, yanından uzaklaştırmak ama ürkütmemek gayesiyle önce Suriye,
sonra Aydın valiliğine tayin ettiği Mithat Paşa da İstanbul’a çağrılmıştı ancak
o tutuklanacağını anlayınca Fransız konsolosluğuna sığınmıştı. ( 15 Temmuz 2016
darbecileri de Yunanistan’a ya da Fransa’ya, Almanya’ya, ABD ye sığınmamışlar
mıydı?) Sıkı pazarlıklar sonucu konsolosluktan çıkartıldı ve o da
yargılandı. Hatta V. Murat ve annesi bile yargılandı.
Bu açık yargılamayı en dikkatle takip eden İngiltere idi. Çünkü yargılananlar
Sultan Abdülaziz’e yaptıkları darbenin perde arkasında İngilizlerin olduğunu
açıkça itiraf ediyorlardı.
Sonuçta darbeye ve katliama karışan on kişiye idam, diğerlerine sürgün, kürek
ve hapis cezaları çıksa da II. Abdülhamit de babası gibi davrandı ve tüm idam
cezalarını iptal ettirdi. Ancak daha
sonra Taif zindanına gönderdiği Mithat Paşa 1884 yılında bu zındanda muhafızlar
tarafından boğularak öldürüldü ve herkes bunu II. Abdülhamit’ten bildi.
1881 senesinin önemli olaylarından biri bu darbecilerin yargılanması ve
cezalarının verilmesiydi. Tabii ki tatsız bir olaydı bu. Biraz sonra
bahsedeceğimiz Duyun-u Umumiyenin kurulması
kötünün de kötüsüydü... Zaten 1881 in en güzel olayı sanırım bu tarihte
Mustafa Kemal’in dünyaya gelmiş olmasıydı. ( Atatürk’ten bahsediyorum tabii ki.
)
Evet, II. Abdülhamit kara kara
düşünüyordu ‘’ Bunca iç ve dış borç nasıl kapanır?’’ Diye. Borç alanın emir
almak zorunda da kalacağını çok iyi biliyırdu. Öte taraftan Osmanlı Devleti’nin
şanlı bir mazisi vardı ve o mazi içinde 1854 senesine kadar dış devletlerden
alınan borç diye bir konu yoktu. Yani devletin onuru söz konusuydu.
1877-1878
Osmanlı-Rus Harbi’ni sona erdiren 13 Temmuz 1878 tarihli Berlin Antlaşması’na
göre borçların bir kısmı, bu antlaşma ile Osmanlı ülkesinden ayrılan veya
toprak elde eden ülkelere devredildi. ( 1923 de imzaladığımız Lozan
Antlaşmasında da böyle bir madde vardı. ) Osmanlı hükumetinin borçların
ödeneceğine dair verdiği söz devletlerce kabul edildi. Kongreye katılan
devletlerin, borçların ödenmesini temin maksadıyla milletlerarası bir komisyon
kurulmasını Bâbıâli’ye tavsiye etmesi hükmü antlaşmada yer aldı. Ancak bu
hüküm, hükümete ait yetkilerin yabancılarca kullanılacağı şeklinde yorumlanarak
tepkiyle karşılandı. Bilhassa Galata bankerlerinin sözcüsü durumundaki basın,
yabancıların vergi gelirlerini toplamasını devletin egemenlik haklarına saldırı
sayıyordu. ( Çünkü ‘’ Önce bizim borçlar ödensin, sonrasını düşünürüz’’
Anlayışındaydılar.)
Hükümet,
herkesin karşı çıktığı yabancı müdahalesine ve milletlerarası komisyon fikrine
engel olmak için Sadrazam Tunuslu Hayreddin Paşa’nın başkanlığında 1 Ekim
1878’de bir malî komisyon kurdu. Osmanlı Bankası Genel Müdürü Forster ile
Crédit Lyonais Müdürü Mercet’in de üye olduğu bu komisyon, devletin gerçek
gelirlerini tesbit ederek bütçe yapacak ve bir düzen içinde borçların
ödenmesini sağlayacaktı.
İlk
önce, savaş boyunca avans ve kredilerle hükümeti destekleyen Osmanlı Bankası
ile Galata bankerlerine olan borçlar ele alındı. 9 milyon liraya varan iç
borçların dörtte üçünü Osmanlı Bankası’na olan borçlar teşkil ediyordu.
Alacaklıların hükumete verdikleri teklif kabul edilerek 22 Kasım 1879 tarihinde
bir mukavele imzalandı. Buna göre bir miktar indirim yapıldıktan sonra
8.725.000 liraya düşen borç eşit taksitlerle on yılda ödenecekti.
Şimdi dikkat !
Hükümet, bu borcuna teminat olmak üzere altı adet gelir kaynağını on yıl süre
ile alacaklılara tahsis edecekti. Alacaklılar da Rüsûm-ı Sitte İdaresi’ni
kurarak müskirat( Alkollü içki), pul, İstanbul ve civarı deniz ürünleri
rüsûmu, İstanbul, Edirne, Samsun ve Bursa ipek öşrü, tömbeki ve tütün
inhisarından oluşan bu altı gelir kaynağını işletecekti. Rüsûm-ı Sitte İdaresi,
hiçbir teminatı ve sorumluluğu olmaksızın bu gelirleri devlet adına idare
edecek, yıllık borç taksiti olan 1.100.000 lirayı ödedikten ve masrafları
düştükten sonra geriye kalan para ile de dış borçları ödeyecekti. Hükümet
borcunu on yıldan önce öderse veya daha iyi bir ödeme planı hazırlarsa bu
mukavele feshedilecekti.
Yani?
Yani Osmanlı Devleti öncelikle iç borçları ödeme yoluna gitmiş, bunun için de
altı kalem ürün veya hizmetten elde edilen gelirleri bu borçların ödenmesi için
Rüsum-u Sitte idaresi denilen bu idareye bırakmıştı. Lakin borçlu olduğumuz
devletler buna şiddetle karşı çıktılar.
Burada hemen bir nokta koyarak bir hususun altını çizmekte yarar var: Osmanlı
Devletinin aldığı dış borçlar direkt devletlerden değil, o devletin vatandaşı
olan oldukça zengin insanlardan veya kurumlardan( Mesela bankalardan )
alınmıştı. Buna karşılık borçların ödenmesini isteyenler devletlerdi. Hangileri
mi? İngiltere, Fransa, Avusturya-Macaristan, İtalya vs... Bu devletler, Osmanlı
devletine borç veren vatandaşlarının veya kurumlarının hamisi olarak şiddetle
karşı çıktılar böyle bir ödeme planına...
Evet karşı çıkmasına çıktılar ama bir yıl kadar da herhangi bir yaptırımda
bulunmadılar. Bu arada Rüsum-u Sitte idaresi bu bir yıllık zaman zarfında
beklenenin çok üzerinde başarı sağladı. Biryıl içinde iç borcun önemli bir
kısmı ödenmişti ve öyle görülüyordu ki ödenmeye de devam edilecekti. Yani
Rüsum-u Sitte adeta altın yumurtlayan tavuktu. Ekonomiyi ve insanı iyi
yönetmeyi bilenlerin elinde olduğu müddetçe de bu tavuk altın yumurtlamaya devam
edecekti.
İşte bu durum karşısında Avrupalı alacaklılar, kendi hükumetlerine baş vurarak
Rüsum-u Sitte’yi satın alabileceklerini belirttiler. İlgili Devletler Osmanlı
devletine ‘’ Rusum’u Sitteyi biz alalım’’ Deyince, Osmanlı Devleti ‘’ Nahhh
alırsınız.’’ Dedi. Bunun üzerine Alacaklı devletler, ( Özellikle İngiltere ) Yunan
ve Karadağ sınırlarının tashihi, Ermeniler’in oturduğu yerlerde ıslahat
yapılması gibi meseleleri de koz olarak kullanarak Bâbıâli’yi sıkıştırmaya
başladıar ‘’İlle de alacaklarımızı isteriz.’’ Diye... Hatta bir İngiliz filosu
Akdeniz sahillerinde dolaşarak işgal tehdidinde dahi bulundu. (Şimdi de Başta
ABD Olmak üzere yine Akdenizdeler bu gavurlar.)
23 Ekim 1880 tarihinde Osmanlı Devleti ‘’ Tamam, Rüsum-u Sitte’yi va hatta bazı
başka gelirleri alacaklı devletlere bırakabiliriz.’’ Dedi. ( Genel kontrol
hakkı Osmalı Devletine ait olmak üzere... )
Yabancı devletlere bırakılıyordu Rüsum-u Sitte, ama bunun için yeni bir
komisyon kurulmalı, işleyişin nasıl olacağı belirlenmeliydi.
13 Eylül 1881’de başlayan müzakereler sırasında, kendilerine tahsis edilen
gelirlerin idaresi için milletlerarası resmî bir komisyon kurulmasını
istediler. Bâbıâli’nin bunu kabul etmemesi üzerine alacaklıların seçeceği
temsilcilerden oluşacak bir meclisin kurulması kararlaştırıldı. Üzerinde
anlaşmaya varılan hususlar, hükümet tarafından 28 Muharrem 1299 (20 Aralık
1881) tarihinde bir kararnâme şeklinde ilân edildi.
Hükümetin “nizamnâme” adını verdiği, malî çevrelerde Muharrem Kararnâmesi
olarak bilinen kararnâme kapsamına, Mısır vergisi karşılık gösterilerek alınan
1854, 1855, 1871 ve 1877 tarihli borçlar dışındaki bütün borçlar giriyordu.
Toplam 219.938.559 Osmanlı lirası civarında olan bu borçlardan önemli miktarda
indirim yapıldıktan sonra yekün 125.250.943 liraya düştü.
Borçlar, A, B, C ve D olmak üzere dört tertipte birleştirildi. Eski tahvillerin
yenileriyle değiştirilmesi için süre tanındı. Bu süre zarfında 945.894 liralık
eski tahvil değiştirilmediği için borç 124.305.049 liraya düştü. Kararnâme dışı
bırakılan borçlarla birlikte Osmanlı genel borçlarının toplamı 141.505.309
liraya ulaşıyordu.
Muharrem Kararnamesi ile alınan kararların uygulanabilmesi için artık yeni bir
kurum kurulmalıydı. Bu kurum artık Rüsum-u Sitte idaresi olamazdı. Ya ne
olurdu? Duyun-u Umumumiye İdaresi ( Genel Borçlar İdaresi ) ( Resimde
gördüğünüz bina 1897 Yılından itibaren Duyun-u Umumiye binası olarak
kullanıldı. 1932 Tılında Atatürk’ün direktifiyle İstanbul Erkek Lisesine
verildi bu bina.)
Esas itibariyle zannedildiği gibi
Osmanlı Devletinin tüm gelirleri değil, altı kalem geliri, olduğu gibi yabancı
devletlere bırakılmıştı. Ama zaten devletin öyle çok fazla başka geliri de
yoktu.
Duyun-u Umumiye neler getirdi, neler götürdü gelecek bölümde inşallah
(
Tekerrür Eden Tarih-8. Bölüm –kuleli Vak’asından Duyun-u Umumiyeye... başlıklı yazı
Sami Biber tarafından
17.06.2019 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.