TEKERRÜR EDEN TARİH-9. BÖLÜM—MISIR’IN 11 EYLÜLÜ

‘’Bir ülkenin pek çok kaynağı iç ve dış borçlarının karşılanması için yabancıların eline verilmişse bunun herhangi bir faydasının olması söz konusu bile değildir.’’ Diye düşünülebilir ki böyle bir düşünce asla hasksız değildir. O halde ben nasıl oldu da bir önceki bölümde ‘’ Duyun-u Umumiye’nin getirdikleri, götürdükleri nelermiş, gelecek bölümde.’’ Dedim. Duyun-u Umumiye ne getirmiş olabilir ki?

Duyun-u Umumiyeyi geniş olarak bir başka yazı dizisinde işlediğim için burada ana başlıklar halinde ele alacağım getirdiklerini, götürdüklerini.

NELER GÖTÜRDÜ?

1-Duyun-u Umumiye Avrupa kapitalizminin ülke içine sokulmuş bir ileri karakoluydu.
2- Duyun-u Umumiye ile ülkede imtiyazlı bir sınıf ortaya çıkıyordu.
3- Duyun-u Umumiye emperyalizmin ajanı ve iş birlikçisiydi
4- Duyun-u Umumiye Osmanlı Devlet yönetimi, özellikle de maliyesi üzerinde bir yabancı denetimi kurmuştu.
5- Bu kurum haliyle zaman içinde uluslar arası politikaların bir oyun alanı haline gelmişti
6- Yabancı devletler daha önce yapamadıkları pek çok şeyi Duyun-u Umumiye sayesinde çok rahatlıkla yapabiliyorlardı: Örneğin  bira fabrikası açmak ( İlk bira fabrikası 1890 da İstanbul- Ferköy’de Bomonti Kardeşler tarafından açılmıştı.)

NELER GETİRDİ?

1- Her şeyden önce 1875 de ‘’ Ben battım, borç morç ödeyemeyeceğim.’’ Diyen Osmanlı Devleti şimdi ‘’ Ödeyeceğim, ödeyebilirim.’’ Diyordu ki bu en azından bir umut, 1875 yılındaki duruma göre itibar demekti.
2- Duyun-u Umumiye ile Avrupa’dan ülkeye bir sermaye akımı başlamıştı. Çünkü borçlar taksit taksit de olsa ödeniyordu. Osmanlılara karşı güvence arttığı için, demiryolu, liman, tramvay, elektrik santralı, telgraf ve telefon tesisleri kurmak amacıyla dış piyasalardan yeni yeni krediler aldılar. Demek oluyor ki Duyun-u Umumiye İdaresinin bir olumlu katkısı da, Osmanlıların yeniden zengin ülkelerin para ve sermaye piyasalarına açılmasına aracılık etmesidir. Bunun yanı sıra Avrupa’daki ilklerin çok kısa süre içinde Osmanlı Devletine gelmesi...Mesela ilk demir yolu Avrupa’da 1839 da Osmanlı Devletinde ise 1860 da işletmeye açılmıştı. ( Sadece 21 yıl sonra...)
3- Daha da önce belirttiğim gibi Duyun-u Umumiye ile bizler etkin bir kamu yönetiminin nasıl yapılacağını görmüş olduk.
4-Duyun-u Umumiye ile birlikte oldukça geniş bir halk kitlesine yeni iş imkanları doğdu. ( Demir yolu işçiliğinden tutun da Reji idaresinin kolcusu olmaya kadar. )
5- Duyun-u Umumuye idaresi, çalışanlarının laçkalığına, tembelliğine, işten kaytarmasına, rüşvete, iltimasa, adam kayırmaya, ‘’Salla başı al maaşı.’’ Anlayışına asla göz yummuyordu. Çalışanlarına da gayet iyi maaş verdiğinden bir noktada bizlere rüşvetin nasıl önlenebileceğini, dürüst çalışmanın ne olduğunu göstermiş oldu. ( Özelleştirmede kaytaran çalışana asla yer yoktu çünkü çalışan, çalıştığı ölçüde maaş alıyor ve yükselebiliyordu.)
6- Duyun-u Umumiye ile verim arttı. Mesela 1880 de ipek üretiminden elde edilen gelir 200.000 Tl iken 1910 yılında 2.800.000 Tl ye yükselmiştir. Bunda elbette ki daha modern tarım aletleri ve tekniklerinin rolü büyüktür.


[Aman ha...Getirdiklerine bakıp da ‘’ Duyun-u Umumiye bayağı iyiymiş.’’ Diye düşündüğüm zannına kapılmasın hiç kimse. Asla böyle bir şey demiyorum. Hele de reji idaresi kolcularının bilhassa tütün üreticileri üzerindeki ceberrutluğu türkülere bile konu olmuşken( Çökertme’den çıktım da Halil’im Türküsünde olduğu gibi ) ‘’ Duyun-u Umumiye faydalıydı.’’ Demem beklenemez bile. Ama olanı yazmak da boynumuzun borcudur elbette.]

Evet, aslında ekonomi çok da anladığım bir konu değildir. O bakımdan Duyun-u Umumiye ile ilgili bir benzetme yapıp çıkacağım:

Reklamı olmasın diye adını yazmayacağım ama herkesin bildiği bir meşrubat var, tüm dünyaya yayılmış durumda ve hatta bildiğim kadarıyla Kuzey Kutbunda bile içiliyor. Faydası olmayan, zararları sayılmakla bitmeyecek kadar çok olan bir meşrubat...Yaptığı bağımlılık da cabası. Ona ödediğimiz her kuruşun bir Müslüman kardeşimizin vücuduna saplanan mermi olduğunu hepimiz biliyoruz. Ama aynı zamanda ülkemizde açtığı fabrikalarıyla on binlerce insanımıza iş ve ekmek kapısı olduğunu da biliyoruz. ‘’Def ol.’’ Desek on binlerce çalışan ekmeğinden olacak. ‘’ Kal ‘’ Desek ( Ki diyoruz. ) göz göre göre kendimizi sömürtüyoruz. En iyisi tabii ki en baştan ülkeye hiç sokmamaktı ama Rusya’nın bile başaramadığı şeyi biz başarabilir miydik? Hiç sanmıyorum.

Gelelim Mısır’ın 11 Eylülüne...

(Bu bölümün tam da Muhammed Mursi’nin öldüğü güne denk gelmesi de Rabbimin bir tevafuku olsa gerek.)

1882 Yılında Mısır’da bir şeyler oldu. Bu olanlara bazı tarihçiler ‘’ Mısır, İngilizlere verildi.’’ Dedi; bazı tarihçiler ise ‘’ Abdülhamit’in gayretleriyle Otuz beş yıl daha Osmanlı hakimiyetinde kadı.’’ Dedi.

Biz yazalım, karar okuyanların olsun.

Mısır Hidivi İsmail Paşa ve Fransız hükumetinin 1869 da Süveyş kanalını açması İngiltere’nin canını sıkmıştı. Çünkü sömürgelerine giden yollar üzerinde güçlü bir Mısır istemediği gibi Fransa’yı hiç istemiyordu. Bir şeyler yapıp Mısır’a konmalıydı. Mısır’da bir askeri üssünün olması bu noktada yeterli değildi.

İngiltere’nin aradığı çareyi Hidiv İsmail Paşa kendi elleriyle sundu ona. Öylesine müsrif bir insandı ki, yaptığı şahsi veya devlete ait gereksiz harcamalarıyla kısa sürede kendisini de Mısır’ı da iflas noktasına getirmişti. İşte bu noktada İngiltere kesenin ağzını açtı. Ancak verdiği her kuruşun karşılığında çoğunluğu  İsmail Paşa’ın elinde olan Süveyş Kanalı hisselerini satın alıyordu. Tabii ki burada sorulabilir ‘’Osmanlı Devleti bostan korkuluğu mu? O hisseler niçin Devletin değil de İsmail Paşanın elinde? ‘’ Hatırlayacak olursanız Mısır’ın yönetimi artık Hidiv denilen Kavalalı Mehmet Ali Paşanın soyundan olanların elindedir. Osmanlı Devleti Mısır’da sadece Osmanlı bayrağını dalgalandırıyor, hepsi o. Başka da bir varlığı var sayılmaz.

Hidiv İsmail Paşa, zamanla İngiltere’ye o kadar çok borçlandı ki bu borçları ödeyebilmek için biraz da İngiltere’nin aklıyla Mısır askeri sayısını indirmeye başladı. Yani tasarrufu(!) askeri azaltarak yapıyordu. 30.000 kişilik Mısır ordusu 10.000 e indi, 2500 subay ordudan atıldı.

Bu gelişmeler üzerine Mısır ordusunda albay olan ama tarih kitaplarımızda hep paşa olarak anılan Ahmet Urabi ( Arabi, Irabi vs diyenler de var.) ‘’Mısır, Mısırlınındır ‘’ Sloganıyla bir ayaklanma başlattı. ( ‘’Helal olsun adama.’’ Diyen oldu mu acep? Acele etmeyin.)

Evet şimdi daha dikkatli okumanızı tavsiye ederim zira daha dün Mısır’ın ilk seçilmiş cumhurbaşkanı cezaevinde öldü. Dikkatle takip ediyorsanız tarihin nasıl tekerrür ettiğini de göreceksiniz.

Ahmet Urabi Paşa’nın ‘’Vatanî’’ adını verdiği örgüt az zamanda oldukça büyümüş ve taraftar bulmuştu kendisine... Bu arada Hidiv İsmail Paşa çekilmiş, yerine oğlu Tevfik Paşa geçmişti.

İngiltere, Osmanlı Devletine ‘’ Bastırsanıza şu isyanı yahu.’’ Demeye başladı. İlle velakin Padişah II. Abdülhamit, İngiliz köpeğinin asıl niyetini çok iyi bildiğinden Mısır üzerine asker göndermek taraftarı değildi. Çünkü böyle yapacak olursa İngiltere Mısır’a ‘’ Bakın, sizin halife diye adeta taptığınız adam, sizi katletmek için üzerinize ordu gönderdi.’’ Diyecekti. Lakin isyanı bastırmasa bu sefer de İngiltere ‘’ Madem sen bastıramıyorsun o halde saklı haklarımı korumak üzere ben bastırırım.’’ Diyecekti. Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık durumu...

Önce birinci yolu tercih ederek İngilizleri oylamaya gayret etti.Kendisi bir ordu göndermedi isyanı bastırmak için. Hidiv Tevfik Paşaya ‘’ Oğlum bastırsana şu isyanı.’’ Dediyse de İsmail Paşanın değil isyan bastırmak seleye zeytin bastıracak kadar bir kudreti bile yoktu.

İngiltere ve Fransız donanma gemilerinin İskenderiye Limanı önünde tur atmaya başlamaları üzerine Osmanlı Devleti ‘’ Tamam durun, ben asker gönderip bastıracağım.’’ Dedi ama İngiltere bu sefer de Osmanlı Devletinin Mısır’a müdahalesinin önünü kesmeye çalıştı.

12 Haziran 1882 de Ahmet Urabi Paşanın İskenderiye’de bir miktar İngiliz ve Fransız vatandaşını öldürmesi üzerine İngiltere İskenderiye’yi kuşattı ve ele geçirdi. Ancak Ahmet Urabi de Kaft El Davvar denilen yerde İngilizleri yendi ve Kahire’ye yürümelerini önledi.

Bütün bu gelişmelerden sonra İngiltere Süveyş Kanalı üzerinden harekete geçip 13 Eylül 1882 de Ahmet Urabi Paşanın ordusunu yerle yeksan eyledi ve isyanı sona erdirdi. Ahmet Urabi Paşa canlı ele geçirildi, tutuklandı ve yargılama sonucunda idama mahkum edildi.

Şimdi merak ediyorsunuzdur ‘’Bunun neresi Mısır’ın 11 Eylülü?’’ Diye.

Bunca insanın, bu arada pek çok İngiliz’in ölümüyle sonuçlanan bu isyan sonrasında Ahmet Urabi Paşa, İngilizler tarafından idama mahkum edildi ama idam edilmedi. Bu biraz garip değil midir? İdam olmadı da hapse mi atıldı? Hayır. Ya ne oldu? Seylan’a sürgüne(!) gönderildi. Seylan’da krallar gibi yaşadıktan sonra 1901 yılında Mısır’a döndü, döndükten on sene kadar sonra da eceliyle öldü. Şimdi sorarım İngiltere kendisine karşı isyan etmiş, bir sürü vatandaşını öldürmüş birine böyle mi davranır normalde? Asla...
Neden ‘’Mısır’ın 11 Eylül’ü’’ Dediğimi mutlaka anlamışsınızdır.

Peki daha sonra?

Daha sonrasında Mısır’ın durumu karma karışıktır. İngiliz askerleri 1882 den beri Mısır’dadır. Buna karşılık Padişah II. Abdülhamit, 93 Harbinin şanlı komutanlarından Gazi Ahmet Muhtar Paşa’yı Mısır Yüksek Komiseri olarak Mısır’a göndermiş, paşa Mısır’da 24 yıl bu görevde kalmıştır. Padişah bu surette ‘’ Mısır’ı kimselere vermiş değiliz.’’ Mesajı vermeye çalışmıştır.

Daha da sonra?

Bu durum 1887 ye kadar bu şekilde sürmüş, 1887 de Osmanlı Devleti, İngiltere’ye beş maddelik bir anlaşma planı sunmuştur. Bu plana göre:
 1- İngiltere Mısır’ı 1,5 yıl içinde boşaltacak. 2-Mısır ordusunda çok az İngiliz subayı kalacak. 3-Bir isyan çıkarsa Osmanlı Devletinin müdahale hakkı olacak. 4-Dışarıdan bir tecavüze İngiltere ile Osmanlı ittifakı karşı koyacak. 5- Sudan ve Mısır’ın Osmanlı toprağı olduğu kabul edilecek.

İngiltere, Sudan ve Mısır’ın Osmanlı toprağı olduğuna değil askerlerinin Mısır’dan tahliyesi için verilen süreye itiraz etti ve o da yeni şartlar ileri sürdü: 1- Süveyş Kanalı açık bulundurulacak. 2- İngiltere, bir miktar askeri Mısır’da bırakacak, gerektiğinde yeniden asker gönderme hakkına sahip olacak. 3-Askerlerini üç yıl içinde geri çekecektir.

İngiltere’nin sunduğu teklifi de Osmanlı devleti kabul etmedi. Çünkü İngiltere, Mısır’ı tahliye konusunu  savsaklayıp duruyor, bunun bir takvime bağlanması konusunda hep yan çiziyordu.( Hiç bir zaman yapmadı bu tahliyeyi. )

Peki sonuç?

Sonucu en cahil insanın bile anlayabilmesi için şu şekilde özetleyeyim:Mısır’ı bir kadın olarak düşünün. İşte o Mısır denen kadın 1882 den başlamak üzere 1914 yılına kadar nikahı Osmanlı Devletinde olmakla birlikte yatağını İngiltere ile paylaşan garip bir izdivaç yapmış oldu. 1914 de I. Dünya Savaşı patlak verdiğinde İngiltere ‘’Artık Mısır’ın nikahı da bendedir.’’ Dedi. ( 5 Kasım 1914 de.) 1917 de bu cephedeki yenilgilerimiz sonucunda biz de ‘’Evet, nikahı da senin.’’ Demek zorunda kaldık.


1918 Mondros Ateşkes Antlaşmasıyla bu durum tescillendi.

1922 de İngiltere tek taraflı olarak Mısır’ın bağımsızlığını ilan etti.

Ve son nokta Lozan’da kondu 1923 de...

Lozan Antlaşması 17. Madde:
Türkiye'nin Mısır ve Sudan üzerindeki bütün haklarından ve sıfatlarından vazgeçisi, 5 Kasım 1914 tarihinden başlayarak yürürlüğe girmiş olacaktır.

 

( Tekerrür Eden Tarih-9. Bölüm—mısır’ın 11 Eylülü başlıklı yazı Sami Biber tarafından 19.06.2019 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.