TEKERRÜR EDEN
TARİH-17. BÖLÜM— HÜRRİYET, MUSAVAT, UHUVVET
Ne şehittir ne gazi, pisi pisine gitti Niyazi.
---------------------------------------------------------
II. Abdülhamit’i aslında dinle, diyanetle
ilgisi olmayan bir padişah olarak gösterip halkın ona olan sevgisini yok etmek
konusunda kalmıştık. İngiltere’nin bunu yapabilmesi aslında o kadar da zor
değildi.
Şimdi sizlere ilginç bir caminin hikayesinden bahsedeceğim, sonra konumuza
döneceğim elbette.
1812 Yılında İstanbul’da bugünkü Eminönü semtinin Bahçekapı denen tarafında ‘’ Melek Girmez Sokağı ‘’ Denen bir sokak vardı. Bu sokağa niçin melek
girmiyordu peki? Melek girmiyorsa kim giriyordu?
Efendim bu sokağa bekar yeniçeriler giriyordu. Bu sokaktaki hanlarda, evlerde
yatıyorlardı. Yeniçerilerin dışında da vücudunu para karşılığında erkeklere
teslim eden kadınlar bu sokakta sanatlarını icra ediyorlardı. Yani
anlayacağınız ne kadar bitirim varsa bu sokakta olduğu gibi ne kadar – yasal
izinle olmasa da- genelev varsa bu sokaktaydı. O sebeple da adı Melek Girmez
sokağıydı ki bu ad doğru bir addı o sokak için. Meleğin o sokakta ne işi
olabilirdi ki?
1812 de İstanbul’da bir veba salgını başgösterince padişah II. Mahmut ve devrin
uleması bu salgını bu sokaktaki fuhuşa bağladı ve tüm genelevler yıkıldığı gibi
bitirimhaneler olan yeniçeri evleri de yerle bir edildi. 1814 yılında ise o
sokağa bir cami yapıldı ve adı Hidayet Camii kondu.
Fahişeler dağıtıldı, onların fedaileri olan yeniçerilerin ocakları başlarına
yıkıldı ama maalesef fuhuş bir türlü önlenemiyordu. II. Mahmut’tan sonra
Abdülmecit, ondan sonra Abdülaziz önleyemediği gibi II. Abdülhamit de fuhuşu
önleyemiyordu. Çünkü bu işte güzel para vardı dolayısıyla fuhuşu önlemek için
alınan her tedbir rüşvet engeline takılıyordu. Ayrıca gizli gizli yapılan fuhuş
çok daha tehlikeliydi. Çaresiz kalan II. Abdülhamit 1884 yılında bir ‘’ Kerhane
Yönetmeliği ‘’ Çıkartarak Galata semtinde resmi bir genelev açılması ancak
başka da asla ve kat’a açılmaması yolunda emir ve ferman buyurdu. Buyurmasına
buyurdu ama sallayan da olmadı. Galata, Beyoğlu ve Üsküdar’da bir sürü genelev
açıldı.
Padişah II. Abdülhamit gerek bu yaygınlaşan fuhuşun, gerekseİstanbul halkını
illallah ettiren serserilerin, mafyavari oluşumların kökünü kazısın diye
uzaktan akrabası Fehim paşa’yı görevlendirdiyse de Fehim Paşa, Payitaht
Abdülhamit dizisindeki misyonunun tamamen dışında olarak kendisi mafya babası
oldu. Artık Fehim Paşa’ya rüşvet verilmeden ne bir genelev ne bir kumarhane
açılabiliyor ne de bir gram uyuşturucu satılabiliyordu. Velhasılıkalam Fehim
Paşa Devlet içinde devlet olmuş, elde ettiği güçle şımardıkça şımarmış, bir
sürü metresi ve muazzam bir serveti olan biri haline gelmişti.
Padişaha Fehim Paşa aleyhine jurnal de gidemiyordu maalesef. Öylesine korku
salmıştı ki ondan şikayet etmek için mangal gibi yüreğe sahip olmak
gerekiyordu.
Bu arada kendisi de oldukça gözü kara olan Fehim Paşa, bir gün Beyoğlunda nazlı
nazlı salınan bir Alman dilberini kaçırma girişiminde bulununca Alman konsolosu
Marshall, Padişaha ağır bir şikayet mektubu yazdığında padişah ancak uyandı ve
Fehim Paşanın rezaletlerinden haberdar oldu. Paşa’ya yine de kıyamadı fazla.
Onu Bursa’ya sürgün gönderdi.Bursa da bir süre yaşayan Fehim Paşa, II.
Meşrutiyetin ilanından sonra linç edilerek öldürüldü halk tarafından.
Bütün bunları şunun için anlattım: Maalesef II. Abdülhamit, dizi filmlerde
olduğu gibi aleyhine olan her şeyi bilen,her şeye karşı mutlaka bir planı olan bir insan
değildi. Tüm iyi niyetlerine rağmen onun da üstesinden gelemediği bir sürü
sorun vardı. En önemli sorunu ise etrafını saran hainlerdi...
Evet, ilk resmi genelevin onun izniyle açılmış olması aleyhine bir eksi puandı
ve bu eksi puan muhalifleri tarafından kullanılacaktı elbette. Gerçekten de
İstanbul’un durumu vahimdi ve bu vahim durumu yani Galata'dadaki genelevlerin
durumunu İstanbul'a Yahudi Cemiyeti tarafından Yahudi fahişelerin tekrar hayata
kazandırılması için gönderilen Samuel Cohen şöyle anlatıyordu:
''Rio de Janerio'da gördüğüm
manzaranın kötü olduğunu düşünmüştüm ancak Konstantiniye'deki bu umumhaneleri
tarif etmekte kelimeler kifayetsiz kalır. Umumhane sakinleri alçak tabure,
sandık veya sedirlerde oturmaktalar ve üstlerinde kıyafet namına neredeyse
hiçbir şey yok…Cuma ve Pazar günleri ve bayram günleri (Türk ve Rum bayramları)
sokaklar doluydu ve ''işler'' hareketliydi. Bir bayram ve bir Cuma akşamı bu
sokaklar arasında dolaştığımda kızların yüzünde gördüğüm manzarayı hiç
unutmayacağım. Oldukça yorgun ve maneviyatları çökmüş görünüyorlardı.'
Ancak II. Abdülhamit aleyhinde başka şeyler de yapılmalıydı onu halkın gözünden
düşürmek için. İşte bu noktada İngiltere, kendi matbaalarında bir sürü Kur’an-ı
Kerim ve Sahih-i Buhari bastırıp bunları sanki Mısır ve Hindistandaki
Müslümanlar bastırmış da İstanbul’a yollamış gibi İstanbul’a sürdü. Bu
Kur’anlar eksikti, yanlıştı. Sahih-i Buhariler ise İslam dışı uydurma
hadislerle doldurulmuştu. Bu kitapları inceletip Kur’anın Kur’ana, Sahih-i
Buharilerin Sahih-i Buhariye benzemediğini gören padişah hepsini yaktırdı.
Böylece de Kanun-u Esasiye ‘’ Devletin
dini islamdır.’’ Maddesini bizzat kendisi koydurmuş olan padişah bir anda ‘’
Kur’an yakan, şeriat düşmanı ‘’ Padişah oluvermişti. Artık halifeliği sadece Osmanlı toprakları dışındaki Müslüman ülkelerde değil Osmanlı Devleti sınırları
içinde dahi tartışılır olmuştu.
Bunca yoğun bir kıskaç altında olan II. Abdülhamit’e karşı en önemli hamle ise
1908 yılında gerçekleşen Reval Görüşmeleri oldu.
9-10 Haziran 1908 de Rus Çarı II. Nikola ve İngiltere Kralı VII. Edvard,
bugünkü Estonya’nın Tallin şehrinde bir araya geldiler. Aslında görüştükleri
konular kendi aralarındaki sorunlardı. Rusya, Hindistan’da bazı haklar talep
ederken İngiltere de Kırım civarında bazı imtiyazlara sahip olmak istiyordu.
Her iki hükümdarın asıl konuştuğu konu ‘’ Aramızdaki anlaşmazlıkları bir tarafa
bırakalım. Bak Osmanlı, Almanya’ya iyice yaklaştı. Almanlar 1870 de Sedan’da
Fransızların anasını ağlattı. Sıra bize gelmeden aramızdaki itişmeyi kakışmayı
bir tarafa bırakalım da ne yapabiliriz ona bakalım.’’ Meselesiydi.
II. Abdülhamit bu görüşmeyi ne yaparsa yapsın engelleyemedi. Engelleyemediği
gibi toplantıda nelerin görüşüldüğünü de teferruatlı bir şekilde
öğrenemedi. Ancak özellikle Viyana Yahudi lobisi basını
toplantıda Osmanlı Devletini nasıl paylaşacaklarını görüştüklerini duyurdu. Hatta bu görüşmelerde alınan kararların Osmanlı Devleti'nin bağımsızlığına tecavüz olduğunu yazdı. Onlara göre İngiltere ve Rusya aralarında Osmanlı Devletini nasıl paylaşacaklarını
görüşmüşlerdi aynen şu şekilde: Karadeniz ve Boğazlar Rusya’ya bırakılıyor,
Balkanlarda Slav birliği kabul ediliyor, Romanya Rusya’nın nüfuz mıntıkasına
giriyor, buna mukabil Mısır, Sudan ve Basra körfezine kadar Irak İngiltere’nin
oluyor, Trablusgarp İtalya’ya veriliyor, Fransa ise Suriye ile Lübnan’ı
alıyordu.
İşin aslında Makedonya sorunu dışında Osmanlı Devleti ile ilgili konuşulan bir
şey yoktu. Makedonya konusunda da konuşulmuş, tartışılmış ama bir karara
varılamamıştı. Fakat demin de belirttiğim gibi Reval görüşmelerinin dışarıya
yansıması bu şekilde değildi. En azından Makedonya’nın Osmanlı hakimiyetinden
alınacağı sanki kesin gibi yansıtıldı. Bu yansıtma işini de maalesef Almanya ve
Avusturya- Macaristan yapıyordu çünkü
Padişah, Kaiser II. Wilhelm’in onca çabasına, Türkiye’ye iki defa gelmesine
rağmen bir türlü tam anlamıyla Almanya’nın kucağına oturmuyordu. Bu işi
hızlandırmak için Reval görüşmeleri bulunmaz bir fırsattı onun için.
Reval’de bütün bunlar olup biterken Padişah, ajanlarını İttihat ve Terakkinin
kalbine kadar sokmuştu. Bu örgütün çözülmesi ve çökmesi an meselesiydi. Örgütün
önde gelen isimlerinden Resneli Niyazi için iki şık vardı: Ya Selanik’te
kalacak ve padişahın hafiyelerine karşı ölüm kalım savaşı verecek ve sonuçta
ölüp gidecek ve adı sanı unutulacaktı ya
da dağa ‘’ Hürriyet istiyoruz’’ Diye dağa çıkacak, bir devrim başlatacak ve
kahraman olacaktı. O ikinci yolu seçti. Böyle bir ortamda ‘’ Hürriyet, musavat,
uhuvvet ‘’ Dediği takdirde hiç kimse ona ‘’ Hayırdır hemşerim? Ne oluyor,
derdin nedir?’’ Diye sormazdı zira İstanbul da ‘’ Hürriyet,musavat, uhuvvet’’
Nidalarıyla inliyordu. ( Sonraları bu slogana adalet de eklenmiştir.)
Resneli Niyazi 3 Temmuz 1908 de tabur kasasındaki paraları da yanına alarak 400
yoldaşıyla Ohri’de dağa çıktı. II. Abdülhamit bunun üzerine kuvvet gönderdiyse
de üzerine gönderilenler ‘’ Biz kardeşlerimize kurşun sıkmayız’’ Diyerek Niyazi
Bey’e katıldılar.
Sonunda Resneli Niyazi Saraya bir mektup yazdı: ’’Biz Kanun-i Esasi’nin hemen
bugün meriyete konmasını istiyoruz. Eğer hükumet bunu sağlamazsa millet zorla
alacaktır. Ya ölüm ya vatanın kurtuluşu...’’
Uzatmaylım efendim, bunca baskı, bunca bunalımdan sonra II. Abdülhamit için
başka seçenek kalmamıştı ve 23 Temmuz 1908 de Meşrutiyeti tekrar ilan etmek
zorunda kaldı. Başta İstanbul olmak üzere bütün Osmanlı ülkesinde Türk, Ermeni,
Yahudi, Rum, Arap, her dinden her ırktan insan adeta bayram yapıyordu. Bundan
sonra Hürriyet, Uhuvvet( Kardeşlik), Musavat(Eşitlik) olacaktı...
NOT: Meşrutiyetin ilanından sonra İstanbul’da adeta krallar gibi karşılanan
Resneli Niyazi 1912 de emekli olup memleketine dönmek üzere Avlonya limanına
geldiğinde vurularak öldürüldü. Kim tarafından vurulduğu, niçin vurulduğu asla
ortaya çıkarılamadığı için arkasından ‘’
Ne şehittir ne gazi, pisi pisine gitti Niyazi’’ Dendi ve bu söz ondan
zamanımıza kadar geldi.
‘’ Geyik Muhabbeti’’ Deyimi de onun sürekli olarak yanında bir geyikle
dolaşmasından kaynaklanıp günümüze gelen bir deyimdir.
RESİMLER
1- Galata’da bir genelev sokağı ( Resim 1910 Yılına ait olsa da II.
Abdülhamit’in saltanatının son yılları da bundan farksızdır maalesef.)
2- Hidayet Camiinin günümüzdeki durumu.
3- Fehim Paşa
4- Reval Görüşmelerinin o günkü yabancı basındaki haberleri
5- Resneli Niyazi ve geyiği.
6- Ermenice ve Türkçe Hürriyet, Musavat, Adalet afişleri eşliğinde II.
Meşrutiyet kutlamaları
7- Türkçe ve Fransızca ‘’ Yaşasın Kanun-u Esasi ‘’ Afişleri altında II.
Meşrutiyetin ilanı.