TEKERRÜR EDEN
TARİH-18. BÖLÜM--DEVR-İ İSTİBDAT BİTTİ, DEVR-İ HÜRRİYET GELDİ (!)
Gerek Avrupa’da gerekse Osmanlı Ülkesinde Jön Türk Devrimi olarak adlandırılan
1908 ihtilali ile artık devletin yönetimi İttihat ve Terakkinin eline geçmiş
durumdaydı. Padişah II. Abdülhamit’e pek çok şeyi kabul ettirmişler, yeniden
düzenlenen Kanun-u Esasiye bir sürü yeni maddeler ilave ettirmişlerdi. Mesela
bundan böyle padişah parlamentoyu fesh edemeyecekti. Bundan böyle basına hiç
bir şekilde sansür uygulanmayacaktı. Bundan böyle yeni derneklerin,
cemiyetlerin kurulması konusunda devlet engelleyici değil teşvik edici
olacaktı. Yani artık ülkede hürriyet olacaktı. ( Bu saydığım maddelerin hepsini
daha II. Abdülhamit’i tahttan indirmeden geri getirdiler: Basına sansürün
âlasını uyguladılar, kendilerine muhalif dernekleri anında kapattılar ve Sultan
Reşat’ı tahta oturttuklarında – parlamentoda kendilerine muhalif olanların güç
kazanmasını önlemek amacıyla- yeni padişaha parlamentoyu fesh etme hakkı
tanıdılar Kanun-u Esasiyi yeniden düzenleyerek...)
İttihat ve Terakki iktidara geldiği takdirde devleti ayağa kaldıracağını,
bozgunları durduracağını ve vatanı kurtarmak için ıslahatlar yapacağını iddia
etmişti ama ‘’ Her şey çok güzel olacak’’ Diye gelip her şeyi çok daha berbat
hale getirmişlerdi. Nitekim onların iktidara gelmesinden çok kısa süre sonra
zamanın İkdam Gazetesi Batılıların, özellikle de İngiltere’nin II. Meşrutiyetin
ilanı hakkındaki görüşlerini şu cümlelerle aktarıyordu okuyucusuna: :
“Memleket
ihtiyaçlarını göz önüne almadan, büyük ve geniş çapta bir parlamentarizm
idaresinin gençler tarafından oluşturulma çabasını seyreden Avrupa, Türkiye
için artık başka yıkılma nedenleri hazırlamaya gerek görmemektedir’’
Batılı
güçler bu Jöntürk Devrimini, Osmanlı Devleti’nin geleceği için cesaret verici
bir belirtiden çok, imparatorluk zararına Balkanlar’daki kendi konumlarını
güçlendirme fırsatı olarak algıladılar ki işin gerçeği de buydu.
İttihat ve Terakki bu devrimi sadece Türklerle gerçekleştirmemişti. Makedon,
Bulgar, Sırp, Yunan, Arnavut, Hırvat, Ermeni, Rum, Yahudi, Mason Locaları ve
sair bir sürü unsur ile birlikte hazırlanmış, uygulamaya konulmuş ve
gerçekleştirilmiş devrimdi ve bu devrimde İttihat ve Terakkinin hesabı II.
Meşrutiyeti ilan ettirmek, Osmanlı topraklarında yaşayan tüm vatandaşları
Osmanlılık ruhu çerçevesinde kucaklamaktı lakin birlikte yola çıktıklarının
amaçları çok farklıydı. Onlar yaptıkları hizmetin karşılığını bağımsız
devletler kurma ya da topraklarını genişletme olarak almak istiyorlardı.
Nitekim yaptıkları hizmetlerin karşılığını meşrutiyet ilan edilir edilmez
almaya başladılar. Nasıl mı? Anlatayım.
Meşrutiyetin ilanından sadece bir buçuk ay sonra 12 Eylül 1908 de Padişah II.
Abdülhamit’in doğum günü münasebetiyle bir kutlama toplantısı yapılıyordu.
Avusturya elçisi, Bulgaristan’ın bağımsız bir devlet olmaması sebebiyle bu
toplantıya davet edilmemesi gerektiğini, eğer davet edilirse bundan siyasi bir
kriz doğacağını bildirince böyle nazik bir dönemde Avusturya ile papaz olmamak
için Bulgaristan Kapı Kethüdası ( Bulgarlara göre kralı ) Geshof Efendiye ‘’
Kusura bakma, sen bu toplantıya katılamazsın’’ Dendi. Geshof Efendi de ‘’
Vaaayyy Bana ha?’’ Dedi veSofya’ya dönerek bir isyan başlattı. 15 Eylülde Doğu
Rumeli Demiryaollarında grev başlatan Geshof daha sonra Filibe demir yollarını
ilhak ettiğini de duyurdu.
Osmanlıya ait demiryollarına Bulgar hükumetinin el koyması üzerine Almanya,
Avusturya, İngiltere ve Fransa usulen kınadı Bulgaristan’ı ama bu arada ‘’ O herifi davete almayın’’
Diyen Avusturya el altından Geshof’a ‘’ Bastır koçum. Sen şayet bağımsızlığını
elde edersen ben de güvenliğim tehlikeye giriyor bahanesiyle Bosna- Hersek’i
topraklarıma katarım.’’ Diyordu.
Tüm Avrupa gazeteleri Osmanlı Devleti
ile Bulgaristan arasında bir savaş
olurdu olmazdı tarışmaları yaparken zamanın Tanin Gazetesi hâlâ
Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan etmesini eleştiriyor,Sadrazam ise
‘’Doğuracağı tepkiler sebebiyle Bulgaristan böyle bir teşebbüste bulunamaz.
Sizlere teminat veriyorum.’’ Diyordu.
Sadrazamın teminatına rağmen 23 Eylül 1908 de hem de Viyana’da kralların
katıldığı toplantıya katılan Bulgar prensi
burada ülkesinin bağımsızlığını ilan etti ve özellikle Avusturya’dan
büyük alkış aldı. Zira onlar için de Bosna- Hersek’e konma imkan ve fırsatı
doğmuştu. Savaş mı? Kimle savaş? Daha düne kadar meşrutiyeti getirmek için kol
kola girdikleri insalara karşı mı savaş açacaktı İttihatçılar? Meşrutiyetin bir
bedeli elbette olacaktı ve Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan etmesi henüz daha
ilk diyetti. 5 Ekim 1908 de Bulgaristan artık resmen bağımsız bir devletti.
5 Ekim 1908 de Bulgaristan
bağımsızlığını ilan ederken Avusturya-Macaristan İmparatorluğu da 1878
Tarihli Berlin Antlaşmasının ilgili hükümleri mucibince Bosna- Hersek’i
topraklarına kattığını ilan etti.
Osmanlı Devletinin bu ilhakın önüne geçmesi ancak Rusya’nın yardımıyla söz
konusu olabilirdi çünkü Rusya, Avusturya’nın Balkanlarda güç kazanmasını istemiyordu
ama Osmanlı Devletine yardım edebilmesi için Devlet-i Âliye, Boğazları Rusya’ya
açmalıydı. Bu ise yağmurdan kaçarken doluya tutulmak olacağından çaresiz Bosna-
Hersek’in Avusturya tarafından ilhak edilmesine de boyun büküldü. Bu ilhaka
karşı yapabildiğimiz tek şey ise
Avusturya mallarını boykot etmekti. Bundan sonra avusturya’dan ithal
edilen kadın ve erkek şapkaları asla giyilmeyecekti ))))
II. Meşrutiyetin ilan edildiği yıl ‘’ Fırsat bu fırsattır’’ Diyen Yunanistan da
‘’ ben de şu Girit’i ilhak edeyim bari.’’ Dedi.
Peki Girit’in durumu neydi?
1878 Berlin Antlaşmasına göre Girit’de
Vali’nin Rum, yardımcısının ise Türk olmasına, ayrıca 80 üyelik mecliste
50 Rum üyenin seçilmesine ve resmi yazışmaların Rumca olmasına karar verilmişti.
1898’de Yunan Veliahdı Girit’e vali olarak atandı ve Osmanlı askeri adadan
çekildi. Bu tarihten sonra artık ada; İngiltere, Rusya, İtalya ve Fransa’nın
kontrolü altına girdi. Yani Girit sadece kağıt üzerinde Osmanlı toprağıydı.
5 Ekim 1908 de Giritli Rumlar da adanın Yunanistan’a ilhak edildiğini duyurdular.
Bunun üzerine Bulgaristan’a, Avusturya’ya karşı sesi çıkmayan bizim çakma
kahramanlar ‘’ Ya Girit ya Ölüm’’ Naraları atmaya başladılar.Yunanistan’ın
diğerlerine göre daha dişimize göre olduğunu düşünüyorlardı ama İttihatçılar
Girit sebebiyle Yunanistan ile çatışmaya girmek istemiyorlardı. Çünkü böyle bir
savaş neticesinde İmparatorluğa bağlı Rumların Bâb-ı Âli’ye karşı çıkarak II.
Meşrutiyet’in hedeflediği Osmanlı tebaasını bütünleştirme fikrine engel
olacağına inanıyorlardı Sonuç olarak adanın zaten kendi askeri işgallerinde
bulunması sebebiyle büyük devletler Yunanistan’ın Girit adasını ilhakına karşı
çıktılar. ( Girit Adası 1913 yılında
Balkan Savaşları sonunda Yunanistan’ın oldu. )
Özetleyecek olursak
meşrutiyetin yeniden ilan edilmesi Osmanlı Devletinde her şeyi daha güzel
yapmamış aksine her şey eskisinden çok daha kötü olmuştu ve olmaya devam
ediyordu.
II. Meşrutiyetin
ilanı aslında halk tarafından da pek anlaşılmamıştı. Daha önce de belirttiğim
gibi ağır vergilerden bunalan halk, maşrutiyetin ilanı ile artık vergi
vermeyeceğini düşünüyordu. Mesela Zara ve Kayseri’de devletin memurları halk
tarafından kovulmuştu. Bu arada ‘’ Meşrutiyet geldi, artık vergilerinizi bize
ödeyeceksiniz.’’ Diyen zorba çeteleri de piyasaya çıkmıştı.
II. Meşrutiyeti ilan ettiren İttihat ve terakki idi ama millet ‘’ Padişahım çok
yaşa’’ Demeye devam ediyor, meşrutiyeti ilan ettiği için onun elini
öpüyorlardı. Bu da ittihat ve Terakkiyi tedirgin ediyordu.
Bu arada Meşrutiyete taraftar oldukları halde İttihatçı olmayanlar da vardı ve
onlar da habire yeni siyasi partiler kurmaktaydılar. Mesela bunlardan ‘’Ahrar’’
yani ‘’ Hürler ‘’ Partisi, padişahın kızkardeşi Hatice’nin oğlu Prens
Sabahattin tarafından kurulmuş bir parti olup aslında İttihat ve Terakki henüz
cemiyet olduğundan yani siyasi bir parti olmadığından ilk siyasiparti olma
özelliğini de taşıyordu.
Zaman içerisinde Ahrar Partisi'ni Osmanlı Demokrat Partisi, İttihat-
ı Muhammedi Partisi, Islahat-ı Esasiye-i Osmaniye Partisi, Ahali Partisi,
Mutedil Hürriyetperveran Partisi, Osmanlı Sosyalist Partisi gibi partiler takip
etti. İttihat ve Terakki açısından tam anlamıyla ‘’ Yüz verdik Ali’ye, geldi
s.tı halıya.’’ Durumu söz konusuydu. Milletin tamamını kucakladıklarını
zannederken bu kadar çok başka siyasi parti de neyin nesiydi?
24
Temmuz 1908 de büyük ümitlerle ilan edilmiş olan meşrutiyet beklenen iyiliği
getirmemişti. Maalesef ‘’Her şey iyi olacak’’ Diyerek meşrutiyeti padişaha ite
ite kabul ettirenler de har şeyin iyi olmadığının, her şeyin eskisinden bin
beter olduğunun farkındaydılar ve en büyük korkuları da oldukça sinsi ve içten
pazarlıklı bir insan olarak gördükleri II. Abdülhamit’in fırsatını bulduğu anda
tekrar mutlak yönetime geçeceği ve hepsinin burnundan fitil fitil getireceği
idi. Bundan sonraki aşamada yapılacak tek bir şey kalmıştı: Yaralı aslan II.
Abdülhamit’i tahttan indirip yerine bir kuzuyu oturtmak. Yani veliaht Mehmet
Reşat’ı tahta çıkarıp bu kuzu tabiatlı
adama her istediklerini rahat rahat yaptırmak. O halde yapılacak iş iyice
yıpranmış olan padişahı daha da yıpratmaktı. Bu uğursuz baykuş Yıldız Sarayında
tünemeye devam ettiği müddetçe ne İttihatçılara, ne Masonlara ne Yahudilere ne
Ermenilere ne Rotschildlere, ne Rockfellerlere ne de İngiltere, Fransa, Rusya
gibi devletlere rahat vardı.
Gerçi II. Abdülhamit de bu güçler karşısında öyle ahım şahım bir varlık
gösterebilecek kudrette değildi ama Almanya ila sırt sırta vermiş bir
Osmanlının ne halt edeceği hiç belli olmazdı. O bakımdan kolay işi zora
sokmamak açısından Osmanlı’nın başında devlet yönetmenin D harfinden bile
habersiz bir sultanın olması çok daha işlerine gelebilirdi. Gerçi İttihatçılar
da Almancı idiler ama olsun bu saatten sonra artık Hasta Adamın tedavisini
düşünmek yerine bir an önce öldürüp mirasını paylaşmak daha karlı olacaktı özellikle
ingiltere için. II. Abdülhamit tahtta olduğu sürece Osmanlı- Ne kadar hasta
olursa olsun- ölecek gibi görünmüyordu. O halde artık onu devirmenin zamanı
gelmişti de geçiyordu bile...
**************
Aslında yukarıdaki karikatürler acı gerçeği ne güzel anlatıyor değil mi?
Devam edecek.