TEKERRÜR EDEN TARİH 23.BÖLÜM—HASRET KALDIK ESKİ İSTİBDÂDA BİZ.

31 Mart Olayının, ki artık ona ‘’Darbe’’ demekte bir mahsur yoktur, arkasında kimler vardı?

İmam Şâfi’nin güzel bir sözü vardır: ‘’ Fitne zamanı düşmanın attığı okları takip edin. O oklar size doğru yolda olanı gösterecektir.’’

31 Mart gibi bir fitnede okları takip ettiğimizde bize bu olayın perde arkasında kimlerin olduğunu gösterse de hiç bir ihtilal, devrim ya da darbe girişiminde ‘’ İşte tek fail şudur, tek sebep de budur.’’ Demek mümkün olmadığı gibi 31 Mart Darbesini de sadece İttihat ve Terakki veya Derviş Vahdeti’nin sırtına yüklemek doğru bir yaklaşım değildir ancak olayın bastırılmasında hiç bir etkisi olmasa da padişah II. Abdülhamit’in bu olayı bizzat kendisinin tertip ettiği iddiaları asla gerçeği yansıtmaz. Daha önce de belirttiğim gibi eğer kendisi çıkarmış olsaydı ‘’ Komisyon kurun araştırın, en ufak bir dahlim varsa tahttan feragat edeceğim.’’ Demezdi. Nitekim II. Meşrutiyetin ilanından beri II. Abdülhamit’in tahttan çekilmesini isteyen Talat  Bey ve Ali Rıza Bey bile isyanın çıkmasında II. Abdülhamit’in hiç bir rolü olmadığını kabul etmişlerdi.

Peki kimin  ya da kimlerin rolü vardı?

Şimdiye kadar yazılanlardan kimleriğn rolü olduğu az çok anlaşılmıştır ama baş rolde kim/ kimler vardı? İşte bunu anlamak için bazı ipuçları:

Sıkı bir İttihatçı olan Refik Bey, daha sonra bir Fransız Gazetesine verdiği röportajda ‘’
“Masonların özellikle İtalyan masonların bizi destekledikleri bir hakikattir. İki İtalyan locasının yani Macedonia Rizorta ve Labor et Lux localarının bize büyük yardımları dokundu’’ Diyordu. Peki iğfal etmediği atın önüne asla ot koymayacak olan Mason, Yahudi, niçin İttihat ve Terakki gibi bir cemiyeti destekler?

İttihat ve Terakkinin önemli fikir adamlarından Rıza Tevfik daha sonra bir mahkemede aynen şunları söylüyor: “Hâkim Bey, Allah bizi affetsin… Günahımız çok büyüktür. 31 Mart uydurma ihtilâli hazırlandığı zaman ben, Talât Bey’e bundan tevakki edilmesi lâzım geldiğini söyledim. Beyhude yere kardeş kanı dökülmesinin ne büyük cinayet olduğunu anlattım. Bunun fena aksülâmeller doğuracağını da hatırlattım, aldığım cevap şu oldu: Ne yapalım Rıza Bey… Cemiyetin paraya ihtiyacı var. Bizim ihtiyacımızı ancak Yıldız Sarayının zenginliği karşılayabilir.”

Bu konuşmadaki ‘’31 Mart Uydurma ihtilali’’ İfadesine dikkatinizi özellikle çekmek isterim.

Görüldüğü gibi 31 Mart olayı bir ihtilal ya da devrimden ziyade bir darbedir. Bu çok açık ve net.

Yakın zamana kadar ülkemizde yüz insana ‘’ Türkiye için en büyük tehlike nedir?’’ Diye sorduğunuzda özellikle askeri kesim ile kendilerini çağdaş olarak lanse eden kesim bu soruya tereddütsüz ‘’ irtica’’ Demiştir  ki bu gün de o çağdaş kesim nazarında ülke için en büyük tehlike irticadır. Peki irtica denen bu kavramın ülkemizin gündemine 31 Mart Olayı ile girdiğini biliyor muyuz? Dikkat ederseniz 31 Mart olayı hep ‘’31 Mart İrtica Ayaklanması’’ Diye anılır ama bu arada oldukça önemli bir yanlış da yapılır:

Evet 31 Mart bir irtica ayaklanmasıdır ama bugünkü anlamıyla mürtecilerin çıkardığı bir ayaklanma değildir. Çünkü bu ayaklanmada mürteciler İttihat ve Terakkicilerdir. Evet ‘’ Şeriat İsteriz.’’ Nidalarıyla isyan edenler, İttihat ve Terakkicileri İslamdan sapmakla, cahiliye dönemine dönmekle yani mürteci olmakla suçluyorlardı. Onlara hem mürted ( dinden çıkmış, kafir)  hem de mürteci ( geriye dönen ) diyorlardı. Kavram daha sonra anlam değiştirdi ve günümüzde artık ‘’Selamünaaleyküm’’ Diye selam verenler bile ‘’ Mürteci’’ Damgası yer oldular.

O halde özetle şöyle diyebiliriz: 31 Mart olayı ülkemizde İlerici- Gerici, Mürteci-Aydın, Çağdaş- Çağ dışı gibi hâla toplumun başındaki en büyük belalardan biri olan bölünmeyi getirmiştir ki bu da düşman için az bir kazanç değildir elbette.

31 Mart İsyanını bastıran Hareket Ordusu içinde yer alan erlerden biri olan Mustafa Turan, daha sonra kaleme aldığı anılarında 31 Mart olayını şöyle değerlendirir: ‘’31 Mart Vak’ası aslında Osmanlı saltanatını yıkıp parçalamak için düşmanlarımız (Siyonist teşkilat, Masonlar, Dönmeler, İngilizler) tarafından tertip edilen bir suikasttır.’’

Bu değerlendirmeden yola çıktığımızda 31 Mart Olayında siyonist ve mason parmağı dışında özellikle İngiliz parmağı da aramalıyız. O zaman gelin arayalım.

İngiltere’de dört dönem başbakanlık yapmış olan William Ewart Gladstone, avam kamarasında yaptığı bir konuşmada eline Kur’an-ı Kerimi alarak şöyle der:  : “Bu lanet kitabın takipçileri oldukça Avrupa’ya barış gelmeyecektir”

Aynı Başbakanın II. Abdülhamit hakkındaki düşünceleri ise şöyledir:

‘’ O, Hrıstiyanların düşmanı, büyük bir katil ve şeytandır.’’

Peki neden böylesine Türk ve Müslüman düşmanıdır Gladstone?

Çünkü o bir Evangelisttir. Evangelizmin en önemli öğretisi İncil’in Tevrattan gelme olduğudur. Hrıstiyanlığın bu mezhebi( ya da tarikatı) Kutsal yerlerin ( Yani Kudüs’ün) Müslümanların elinde olmasını Hrıstiyanlar açısından zül görmektedir.

Burada biraz konu dışına çıkacağım belki ama bunları söylemeden geçmek olmaz bu noktada:

Kudüs aslında Hristiyanlarca da kutsal bir şehir olduğu halde dikkat edecek olursanız buraya tek başına Yahudi İsrail devletinin konmaya çalışması ( Hatta Trump’un destekleriyle artık konmuş olması.) Neredeyse hiç bir Hrıstiyanın tepkisini çekmez. Öyle ki Papa bile ‘’ Hooopp. Ne oluyor, bu şehirde biz Hristiyanların da hakları var. Kudüs ve Mescid-i Aksa tek başına Yahudilerin olamaz.’’ Demiyor. İlginç değil mi?

Yani Padişah II. Abdülhamit’in- Osmanlı borçlarının silinmesi karşılığında bile olsa – Kudüs'ten bir karış bile toprak vermemesi sadece Yahudilerin değil Evangelist Hrıstiyanların da çok çok büyük bir derdidir.

Neyse, Gladstone’a dönelim tekrar...

Bu adam bütün hayatı boyunca Türkler ve İslam Dini aleyhine öylesine yoğun bir propaganda yapmıştır ki, bunun sonucunda Charles Darwin, Oscar Wilde, Victor Hugo, Garibaldi, Dostoyevski, Tolstoy gibi bilim ve sanat dünyasının önde gelen isimleri Gladstone’un propagandasına destek vermişlerdir. Düşünün ki Darwin gibi bir ateist ile Gladstone gibi son derece dindar bir insan Türk ve İslam düşmanlığı konusunda ortak bir noktada buluşmuşlardır.

Berlin Antlaşması ile başlayan Ermeni ayaklanmalarının neredeyse hepsinin arkasında da bu Gladstone vardır. ( Özellikle 1894 Tarihli Sason İsyanının baş aktörü bu Gladstone’dur. )

Peki 1898 de geberip gitmiş olan bir kişinin 1909 da gerçekleşmiş olan 31 Mart ayaklanması ile ne ilgisi olabilirdi?

1898 de ölmüş olan bir insan 1909 da cereyan eden bir isyanı bizzat organize etmiş olamazdı ama onun yolunu, izini, ilkelerini takip edenler kesinlikle bu işin içindeydiler. Zaten 31 Mart Darbesinin başladığı gün Adana’da bir Ermeni İsyanının olması boşuna değildi. İstanbul’dan, Adana’dan, Halep’ten, Şam’dan, Diyarbakır’dan, Erzurum’dan, Erzincan’dan, Bursa’dan, Amasya’dan, Merzifondan daha pek çok yerden İngiltere’ye mesaj veriliyordu: ‘’ Haydi müdahale etsene ‘’

İngiltere direkt müdahale edemezdi.( Bu, Almanya ile savaşı göze alması demekti. Hatta Rusya bile doğrudan bir müdahaleye sıcak bakmayabilirdi. )  Etmesi de gerekmiyordu zaten. II. Abdülhamit tahttan indirilse yeter de artardı bile. 


31 Mart Olayı hakkında bilgisi olan arkadaşlar mutlaka ‘’ Hocam, pek çok şeyden bahsettin ama bu olaylarda Prens Sabahattin ve onun Ahrar Fırkasının rolünden, daha da önemlisi Derviş Vahdeti’den bahsetsen bile İttihad-ı Muhammedi Cemiyetinden ( Örgüt ) bahsetmedin’’ Diyeceklerdir ki haklılardır. İşte şimdi tam da oradayız. Orada olmasına oradayız da niçin 31 Mart olayında İngiliz parmağı başlığı altında ele alıyoruz bu konuyu?  Okuduğunuzda anlayacaksınız.

31 Mart olayı bilindiği gibi 13 Nisan-29 Nisan arasında on altı günde başlayan ve biten bir olay olmuştur. Bu olay esnasında Yıldız Sarayında bulunan 330 sandık dolusu jurnalin ve daha pek çok dokümanın hemen acilen yakılması, yargılamaların sadece iki ay içinde tamamlanması iki ay gibi kısa bir süre içinde isyanda ismi en çok dillendirilen bir kaç kişinin alelacele idam edilmesi, bazılarının bir şeyler saklamaya çalıştığının çok açık delilleridir. İsyanı bastıranlar adeta ‘’ Sultan gitti, muhalefetin de gözünü yeterince korkuttuk, eh bundan sonra yönetim de bizde, gerisini fazla kurcalamaya gelmez.’’ Demişlerdir.

Müstebit (!) padişah II. Abdülhamit, otuz üç yıllık saltanatı boyunca sadece on bir kişinin idamını onaylamışken, hürriyet kahramanları(!) sadece iki ay içinde altmış kişiyi darağacına göndermişlerdir.

Her şey büyük bir hızla yürütülmüş, büyük bir hızla bu olayın üzerine toprak örtülmeye çalışılmış ve 13 Nisan 1909 dan bu güne 31 Mart olayı hep Derviş Vahdeti denilen bir yobaz gericinin, meşrutiyetin getirdiği hürriyet, adalet ve demokrasi ortamını hazmedememesi, padişahın da ‘’ Gitti mutlak hakimiyetim.’’ Diye – metazori ilan ettiği- meşrutiyeti yıkıp tekrar mutlakiyete dönmek için çıkardığı bir isyan olarak anlatılsa da, o güne ışık tutacak pek çok belge Yıldız Sarayı bahçesinde yakılmış olsa da eldeki mevcut belgelerin satır aralarında İngiliz parmağını görmek mümkündür.

Mesela Derviş Vahdeti,
gazetesini çıkarmaya başladıktan sonra bir kısım adamların kendisine gelerek kurdukları “İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti”nin sözcülüğünü üstlenmesini teklif ettiklerini iddia etmişti yapılan mahkemesinde... İddiasına göre bu kişiler İstanbul’da faaliyet sürdüren ve muhtemelen İngiliz ve Fransızlar ile ilişkileri olan “El-İha El-Arabî el-Osmanî” cemiyetinin mensupları idi. Vahdeti’nin iddiasına göre önce bunlara iştirak etmeyi düşünmüş, ancak onların karanlık ilişkilerini görünce bundan vazgeçmiştir. Fakat onlardan aldığı ilhamla kendisi yeni bir “İttihad-ı Muhammedî” cemiyeti kurarak gazetesini de bu cemiyetin sözcüsü yapmıştır.

Vahdeti’nin bu ifadesinin ne anlama geldiği ya anlaşılmamış, ya da tam tersine çok iyi anlaşıldığı için alelacele idam edilmiştir.( Bu iddia ciddi bir şekilde araştırılmamıştır mahkeme sürecinde.)

Bu ifadenin anlamı şuydu aslında: İleride I. Dünya Savaşı öncesinde Araplar arasında fitne tohumları ekerek Arapları Osmanlı Devletine karşı kışkırtan pek çok örgüt bizzat İngilizler tarafından kurulmuştu. Bu cemiyetlerden biri de El İha el Arabi Örgütüydü. Tabii ki İngilizler hiç bir şekilde direkt örgütün başında veya içinde değillerdi ama perde gerisinde hep onlar vardı. İşte bu el İha el Arabi, İstanbul’da ve Anadolu’nun pek çok yerinde bir örgüt kuruyor ve adına da İttihad-ı Muhammedî diyor. Bizim salak Derviş Vahdeti de bir örgüt kuruyor( Sadece İstanbul’da) ve o da örgütüne İttihad-ı Muhammedî adını veriyor.

İstanbul ve yurdun diğer bölgelerinde halkın genel memnuniyetsizliğini kullanarak Ermeniler de dahil halkı isyan ettiren aslında İngilizlerin İttihad-ı Muhammedi'sidir. Ancak Derviş Vahdeti de aynı isimde bir örgüt kurduğundan ve halkı İttihat ve Terakkiye karşı isyana teşvik ettiğinden iki  örgüt aynı zannediliyor ya da farklı örgütler olsa da aldırış edilmiyor. Neticede Derviş Vahdeti dar ağacında sallandırılacaktır. O örgütü kurmuş, bu gazeteyi çıkarmış artık hiç bir kıymeti harbiyesi yoktur.

Yanlış anlaşılmasın: Derviş Vahdeti masum filan değildir. Ancak Derviş Vahdeti’nin kurduğu İttihad-ı Muhammedî 17 Şubat 1909 da ortaya çıkmış olup iki ay içinde böylesine bir isyanda baş rolü oynaması kesinlikle mümkün değildi ama isyandan sonra bütün kabak Derviş Vahdeti’nin başında patlatılınca maalesef İngiliz şerefsizinin oyunları görülemedi ya da zaten görülmek istenmiyordu. Nitekim Şam’da, Hicaz’da ve daha pek çok Arap topraklarında çıkan isyanların perde arkasına baktığımızda El İha el Arabiyi, El İha el Arabinin arkasına baktığımızda da İngiltere’yi görmekteyiz.
Türkiye’deki adıyla İttihad-ı Muhammedi olarak faaliyet gösteren bu cemiyet ne İttihatçıdır ne de padişah yanlısı...Tamamen İngilizlerin güdümünde olan bu cemiyet Osmanlı topraklarında oluşan/ oluşturulan genel memnuniyetsizlikten bir isyan çıkarmak, Osmanlı ülkesinde meydana gelecek kaostan azami ölçüde faydalanmak üzere faaliyet göstermişti.


Peki ya Prens Sabahattin ve Ahrar Fırkası?

Osmanlı Ahrar Fırkası II. Meşrutiyet’in ilanından kısa bir süre sonra İttihad-i Muhammedi Cemiyeti’nden de önce 14 Eylül 1908’de kuruldu. Âdem-i merkeziyet fikirlerinin savunucusu olan bu partinin arkasında Prens Sabahattin vardı. Partinin içinde İttihatçılara muhalif olan Arap, Arnavut, Rum ve Ermeniler yer almaktaydı. Bu parti 1908 seçimlerine girerek Meclis’e sadece bir milletvekili sokabilmişti. Yani gelecekte de umut veren bir parti değildi. İşin en ilginç tarafı da bu partinin 31 Mart hadiselerinden bir süre sonra kendini feshetmiş olmasıdır. Bu da görevini tamamladığını göstermektedir.

Olayları bir kere daha ele aldığımızda bu parti ile ilişkilendirmek mümkün görülmektedir. Zira isyanlar İstanbul ile sınırlı değildi. Anadolu’da, Suriye hatta Hicaz’da da hareketlenmeler ve isyanlar çıkmıştı. Buna ne İttihatçıların ne de Derviş Vahdeti’nin gücü yetmezdi. Zira İttihatçıların bu bölgelerde halkın arasında yeterli taraftarları yoktu, hatta modernist fikirlerinden dolayı kendilerine kuşku ile bakılıyordu. Diğer taraftan İstanbul’da isyanların başladığı günün ertesinde Adana’da Ermenilerin başlattıkları isyanlar da oldukça manidardır. Zira büyük ölümlere sebep olan Adana olaylarında da hedef ittihatçılardı. Bütün bu organizasyonu ancak daha önce buralarda teşkilatlanmış olan Ahrar Partisi yapabilirdi. Ancak burada bir başka yorumu daha yapmak yerinde olacaktır. Prens Sabahattin 1902 Paris kongresinde İttihatçılar ile yolunu ayırırken daha o tarihlerde Osmanlı Asyası’nda teşkilatlanmaya başlamıştı. Ayrıca Osmanlı’da reform yaptırmak için tıpkı Ermeniler gibi dış müdahaleyi, özellikle İngiliz müdahalesini gerekli görmekteydi. Bu konuda İttihatçılar ile fikir ayrılığına düştükleri için onlarla yollarını ayırmıştı.

 

Peki, İngilizler olayın neresinde durmaktadırlar? Bunu anlamak için Bağdat-Berlin Demiryolu rekabetine bakmak gerekir. 19. yüzyılda İngiltere ile Osmanlı Devleti arasındaki siyasi münasebetlerin soğuması önce Mısır meselesinden, ardından Bağdat Demiryolu imtiyazının Almanlara verilmesinden kaynaklanmıştır. İngilizler’in 1882’de Mısır’ı işgali ve ardından oraya tamamen yerleşme gayretleri, Osmanlı Devleti’nin bölgede ve devletler nezdinde nüfuz ve haysiyetinin kırılmasına dönük bir siyaset idi. Bu yüzden II. Abdülhamid’in dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin itimadını tamamen kaybetti. Diğer taraftan Bağdat ve civarının da stratejik ve ekonomik öneminden dolayı özellikle de uluslararası rekabetin arttığı o günlerde bu bölgeleri demiryolu ile merkeze bağlamak zarureti bulunmaktaydı. Büyük meblağlara mal olacak bu projeyi yabancı sermaye kullanmadan yapmak imkânsız idi. Ve Osmanlı hükümranlık haklarını ihlal eden İngiltere’ye böyle bir imtiyaz verilemezdi. Fransız şirketleri ise Suriye dışındaki bölgelere yatırım yapmak istemiyorlardı. Osmanlı hükümeti de kendisi ile sınırı olmayan, ayrıca Arap yarımadası ve Irak taraflarında sömürgesi bulunmayan Almanya’yı bu işe uygun görmüştü.

Damat Mahmud Celaleddin Paşa( Prens Sabahattin’in babası )  hanedana yakınlığı münasebeti ile İngilizler tarafından tutulmuştu; hatta komisyon denilerek kendisine rüşvetler de verildiği ileri sürülmüştür. Bağdat Demiryolu Projesini İngilizlere vermek için II. Abdülhamid’i ikna etmede başarılı olamayınca oğulları Lütfü ve Prens Sabahattin’i alıp Avrupa’ya kaçmış, orada II. Abdülhamid’in muhalifleri ile iş birliği yapmıştır. Osmanlı Devleti ise 1903 yılında İstanbul-Konya, buradan Bağdat’a ve ardından Basra’ya ulaşacak olan “Bağdat demiryolu” yapım imtiyazını Alman sermayesinden oluşan Anadolu Demiryolu Kumpanyasına vermiştir. İngiltere, projeyi Irak coğrafyasında ve Basra körfezinde hatta İran’ın güneyindeki rakipsiz geniş ticari menfaatlerine aykırı bularak hemen itiraz etmiştir. Özellikle bu durumun Hindistan’daki konumunu zayıflatacağını düşünmekteydi. İşte bu tarihten sonra İngiliz-Alman rekabeti Osmanlı siyasetinin her noktasında kendini göstermeye başlamıştır. Osmanlı siyasetinde Almanların varlığından hoşnut olmayan İngilizler, II. Meşrutiyet’in ilanında II. Abdülhamid’in tahttan ayrılacağını varsayarak İttihatçılara sempati ile baktılar. Ancak, beklediklerini bulamamaları hatta İttihatçılar’ın kendi iradeleri ile böyle bir hazırlık içinde olmamaları onların harekete geçmesine sebep olmuştur.

Liberal eğilimli ve İngilizlere hayran, hatta ilişki halinde olan Prens Sabahattin’in Osmanlı Ahrar Fırkası 1908 sonbaharında yapılan seçimlerde bir varlık gösterememiştir. Bu da bir müdahale olmadan yeni dönem Osmanlı idaresinde etkili olamayacaklarını göstermiştir. En önemli beklentileri ise hâlâ gündemde olan Bağdat demiryolu imtiyazı meselesinin kendi lehlerinde çözümlenebilmesiydi. Bu yüzden İngilizler Prens Sabahattin’in taraftarlarını tahrik hatta destekleyerek olayların çıkmasını sağladılar. Aslında yıllarca ailesini besledikleri Prens Sabahattin’e bir karşı devrim yaptırdılar ve bir taşla iki kuş vurdular. Böylece Osmanlı tahtında görmek istemedikleri II. Abdülhamid’ten de kurtuldular. Nitekim 31 Mart olaylarından birkaç ay sonra Bağdat Demiryolu ile ilgili görüşmeler yeniden başladı. Yani İngilizler esas maksatlarına ulaştılar. Her ne kadar projeyi Almanlar’ın elinden alamadılarsa da uzamasına sebep oldular. Ayrıca bu projenin Birinci Dünya Savaşı’na sebep olduğu düşünülürse ne denli önemli olduğu anlaşılır.

Aslında İttihatçılar 31 Mart olaylarında İngilizler’in desteğini sağlayan Prens Sabahaddin ile Ahrar Fırkası’nın rolünü anlamışlardı. Ama henüz iktidarı bile kontrol edemiyorlardı. Hanedana mensup oluşu dolayısıyla Prens Sabahaddin’e de ceza veremediler. Onlar da olayı muhalefeti sindirmek için kullandılar.

Sonuca gelecek olursak:

II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesinden kısa bir süre onun en azılı düşmanlarından olan Talat Paşa, devletin başına getirdikleri V. Mehmet Reşat’ı kastederek aynen şunları söylemiştir:

‘’ Biz kimi indirip, kimi iş başına getirmişiz! Biz bir halt yedik; ağzımıza, burnumuza bulaştırdık. Felaket oldu.’’
 
Gerçekten de öyleydi. Nitekim bu durumu önceden II. Abdülhamit’e oldukça muhalif ama o tahttan indirildikten sonra bin pişman olan Süleyman Nazif bir şiirinde aynen şöyle dile getirmişti:

“Padişahım gelmemişken yâda biz, 
İşte geldik senden istimdada biz,
Öldürürler başlasak feryada biz,
Hasret kaldık eski istibdada biz.


RESİMLER

1- Gladstone
2- Ahrar Fırkasının amblemi
3-4- Prens Sabahattin ( Gençlik ve Yaşlılık yılları )
5- Süleyman Nazif

( Tekerrür Eden Tarih 23.bölüm—hasret Kaldık Eski İstibdâda Biz. başlıklı yazı Sami Biber tarafından 25.07.2019 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.