TEKERRÜR EDEN
TARİH 23.BÖLÜM—HASRET KALDIK ESKİ İSTİBDÂDA BİZ.
31 Mart Olayının, ki artık ona
‘’Darbe’’ demekte bir mahsur yoktur, arkasında kimler vardı?
İmam Şâfi’nin güzel bir sözü vardır: ‘’ Fitne zamanı düşmanın attığı okları
takip edin. O oklar size doğru yolda olanı gösterecektir.’’
31 Mart gibi bir fitnede okları takip ettiğimizde bize bu olayın perde
arkasında kimlerin olduğunu gösterse de hiç bir ihtilal, devrim ya da darbe
girişiminde ‘’ İşte tek fail şudur, tek sebep de budur.’’ Demek mümkün olmadığı
gibi 31 Mart Darbesini de sadece İttihat ve Terakki veya Derviş Vahdeti’nin
sırtına yüklemek doğru bir yaklaşım değildir ancak olayın bastırılmasında hiç
bir etkisi olmasa da padişah II. Abdülhamit’in bu olayı bizzat kendisinin
tertip ettiği iddiaları asla gerçeği yansıtmaz. Daha önce de belirttiğim gibi
eğer kendisi çıkarmış olsaydı ‘’ Komisyon kurun araştırın, en ufak bir dahlim
varsa tahttan feragat edeceğim.’’ Demezdi. Nitekim II. Meşrutiyetin ilanından
beri II. Abdülhamit’in tahttan çekilmesini isteyen Talat Bey ve Ali Rıza Bey bile isyanın çıkmasında
II. Abdülhamit’in hiç bir rolü olmadığını kabul etmişlerdi.
Peki kimin ya da kimlerin rolü vardı?
Şimdiye kadar yazılanlardan kimleriğn rolü olduğu az çok anlaşılmıştır ama baş
rolde kim/ kimler vardı? İşte bunu anlamak için bazı ipuçları:
Sıkı bir İttihatçı olan Refik Bey, daha sonra bir Fransız Gazetesine verdiği
röportajda ‘’ “Masonların
özellikle İtalyan masonların bizi destekledikleri bir hakikattir. İki İtalyan
locasının yani Macedonia Rizorta ve Labor et Lux localarının bize büyük
yardımları dokundu’’ Diyordu. Peki iğfal etmediği atın önüne asla ot koymayacak
olan Mason, Yahudi, niçin İttihat ve Terakki gibi bir cemiyeti destekler?
İttihat ve Terakkinin önemli fikir adamlarından Rıza Tevfik daha sonra bir
mahkemede aynen şunları söylüyor: “Hâkim Bey, Allah bizi affetsin… Günahımız
çok büyüktür. 31 Mart uydurma ihtilâli hazırlandığı zaman ben, Talât
Bey’e bundan tevakki edilmesi lâzım geldiğini söyledim. Beyhude yere kardeş kanı
dökülmesinin ne büyük cinayet olduğunu anlattım. Bunun fena aksülâmeller
doğuracağını da hatırlattım, aldığım cevap şu oldu: Ne yapalım Rıza Bey…
Cemiyetin paraya ihtiyacı var. Bizim ihtiyacımızı ancak Yıldız Sarayının zenginliği
karşılayabilir.”
Bu konuşmadaki ‘’31 Mart Uydurma ihtilali’’ İfadesine dikkatinizi özellikle
çekmek isterim.
Görüldüğü gibi 31 Mart olayı bir ihtilal ya da devrimden ziyade bir darbedir.
Bu çok açık ve net.
Yakın zamana kadar ülkemizde yüz insana ‘’ Türkiye için en büyük tehlike
nedir?’’ Diye sorduğunuzda özellikle askeri kesim ile kendilerini çağdaş olarak
lanse eden kesim bu soruya tereddütsüz ‘’ irtica’’ Demiştir ki bu gün de o çağdaş kesim nazarında ülke
için en büyük tehlike irticadır. Peki irtica denen bu kavramın ülkemizin
gündemine 31 Mart Olayı ile girdiğini biliyor muyuz? Dikkat ederseniz 31 Mart
olayı hep ‘’31 Mart İrtica Ayaklanması’’ Diye anılır ama bu arada oldukça
önemli bir yanlış da yapılır:
Evet 31 Mart bir irtica ayaklanmasıdır ama bugünkü anlamıyla mürtecilerin
çıkardığı bir ayaklanma değildir. Çünkü bu ayaklanmada mürteciler İttihat ve
Terakkicilerdir. Evet ‘’ Şeriat İsteriz.’’ Nidalarıyla isyan edenler, İttihat
ve Terakkicileri İslamdan sapmakla, cahiliye dönemine dönmekle yani mürteci
olmakla suçluyorlardı. Onlara hem mürted ( dinden çıkmış, kafir) hem de mürteci ( geriye dönen ) diyorlardı.
Kavram daha sonra anlam değiştirdi ve günümüzde artık ‘’Selamünaaleyküm’’ Diye
selam verenler bile ‘’ Mürteci’’ Damgası yer oldular.
O halde özetle şöyle diyebiliriz: 31 Mart olayı ülkemizde İlerici- Gerici,
Mürteci-Aydın, Çağdaş- Çağ dışı gibi hâla toplumun başındaki en büyük belalardan
biri olan bölünmeyi getirmiştir ki bu da düşman için az bir kazanç değildir
elbette.
31 Mart İsyanını bastıran Hareket Ordusu içinde yer alan erlerden biri olan Mustafa
Turan, daha sonra kaleme aldığı anılarında 31 Mart olayını şöyle değerlendirir:
‘’31 Mart Vak’ası aslında Osmanlı saltanatını yıkıp parçalamak için
düşmanlarımız (Siyonist teşkilat, Masonlar, Dönmeler, İngilizler) tarafından
tertip edilen bir suikasttır.’’
Bu değerlendirmeden yola çıktığımızda 31 Mart Olayında siyonist ve mason
parmağı dışında özellikle İngiliz parmağı da aramalıyız. O zaman gelin
arayalım.
İngiltere’de dört dönem başbakanlık yapmış olan William Ewart Gladstone, avam
kamarasında yaptığı bir konuşmada eline Kur’an-ı Kerimi alarak şöyle der: :
“Bu lanet kitabın takipçileri oldukça Avrupa’ya barış gelmeyecektir”
Aynı Başbakanın II. Abdülhamit hakkındaki düşünceleri ise şöyledir:
‘’ O, Hrıstiyanların düşmanı, büyük bir katil ve şeytandır.’’
Peki neden böylesine Türk ve Müslüman düşmanıdır Gladstone?
Çünkü o bir Evangelisttir. Evangelizmin en önemli öğretisi İncil’in Tevrattan
gelme olduğudur. Hrıstiyanlığın bu mezhebi( ya da tarikatı) Kutsal yerlerin (
Yani Kudüs’ün) Müslümanların elinde olmasını Hrıstiyanlar açısından zül
görmektedir.
Burada biraz konu dışına çıkacağım belki ama bunları söylemeden geçmek olmaz bu
noktada:
Kudüs aslında Hristiyanlarca da kutsal bir şehir olduğu halde dikkat edecek
olursanız buraya tek başına Yahudi İsrail devletinin konmaya çalışması ( Hatta
Trump’un destekleriyle artık konmuş olması.) Neredeyse hiç bir Hrıstiyanın
tepkisini çekmez. Öyle ki Papa bile ‘’ Hooopp. Ne oluyor, bu şehirde biz
Hristiyanların da hakları var. Kudüs ve Mescid-i Aksa tek başına Yahudilerin
olamaz.’’ Demiyor. İlginç değil mi?
Yani Padişah II. Abdülhamit’in- Osmanlı borçlarının silinmesi karşılığında bile
olsa – Kudüs'ten bir karış bile toprak vermemesi sadece Yahudilerin değil
Evangelist Hrıstiyanların da çok çok büyük bir derdidir.
Neyse, Gladstone’a dönelim tekrar...
Bu adam bütün hayatı boyunca Türkler ve İslam Dini aleyhine öylesine yoğun bir
propaganda yapmıştır ki, bunun sonucunda Charles Darwin, Oscar Wilde, Victor
Hugo, Garibaldi, Dostoyevski, Tolstoy gibi bilim ve sanat dünyasının önde gelen
isimleri Gladstone’un propagandasına destek vermişlerdir. Düşünün ki Darwin
gibi bir ateist ile Gladstone gibi son derece dindar bir insan Türk ve İslam
düşmanlığı konusunda ortak bir noktada buluşmuşlardır.
Berlin Antlaşması ile başlayan Ermeni ayaklanmalarının neredeyse hepsinin
arkasında da bu Gladstone vardır. ( Özellikle 1894 Tarihli Sason İsyanının baş
aktörü bu Gladstone’dur. )
Peki 1898 de geberip gitmiş olan bir kişinin 1909 da gerçekleşmiş olan 31 Mart
ayaklanması ile ne ilgisi olabilirdi?
1898 de ölmüş olan bir insan 1909 da cereyan eden bir isyanı bizzat organize
etmiş olamazdı ama onun yolunu, izini, ilkelerini takip edenler kesinlikle bu
işin içindeydiler. Zaten 31 Mart Darbesinin başladığı gün Adana’da bir Ermeni
İsyanının olması boşuna değildi. İstanbul’dan, Adana’dan, Halep’ten, Şam’dan,
Diyarbakır’dan, Erzurum’dan, Erzincan’dan, Bursa’dan, Amasya’dan, Merzifondan
daha pek çok yerden İngiltere’ye mesaj veriliyordu: ‘’ Haydi müdahale etsene ‘’
İngiltere direkt müdahale edemezdi.( Bu, Almanya ile savaşı göze alması
demekti. Hatta Rusya bile doğrudan bir müdahaleye sıcak bakmayabilirdi. ) Etmesi de gerekmiyordu zaten. II. Abdülhamit
tahttan indirilse yeter de artardı bile.
31 Mart Olayı hakkında bilgisi olan arkadaşlar mutlaka ‘’ Hocam,
pek çok şeyden bahsettin ama bu olaylarda Prens Sabahattin ve onun Ahrar
Fırkasının rolünden, daha da önemlisi Derviş Vahdeti’den bahsetsen bile
İttihad-ı Muhammedi Cemiyetinden ( Örgüt ) bahsetmedin’’ Diyeceklerdir ki
haklılardır. İşte şimdi tam da oradayız. Orada olmasına oradayız da niçin 31
Mart olayında İngiliz parmağı başlığı altında ele alıyoruz bu konuyu? Okuduğunuzda anlayacaksınız.
31 Mart olayı bilindiği gibi 13 Nisan-29 Nisan arasında on altı günde başlayan
ve biten bir olay olmuştur. Bu olay esnasında Yıldız Sarayında bulunan 330
sandık dolusu jurnalin ve daha pek çok dokümanın hemen acilen yakılması,
yargılamaların sadece iki ay içinde tamamlanması iki ay gibi kısa bir süre
içinde isyanda ismi en çok dillendirilen bir kaç kişinin alelacele idam
edilmesi, bazılarının bir şeyler saklamaya çalıştığının çok açık delilleridir.
İsyanı bastıranlar adeta ‘’ Sultan gitti, muhalefetin de gözünü yeterince
korkuttuk, eh bundan sonra yönetim de bizde, gerisini fazla kurcalamaya gelmez.’’
Demişlerdir.
Müstebit (!) padişah II. Abdülhamit, otuz üç yıllık saltanatı boyunca sadece on
bir kişinin idamını onaylamışken, hürriyet kahramanları(!) sadece iki ay içinde
altmış kişiyi darağacına göndermişlerdir.
Her şey büyük bir hızla yürütülmüş, büyük bir hızla bu olayın üzerine toprak
örtülmeye çalışılmış ve 13 Nisan 1909 dan bu güne 31 Mart olayı hep Derviş
Vahdeti denilen bir yobaz gericinin, meşrutiyetin getirdiği hürriyet, adalet ve
demokrasi ortamını hazmedememesi, padişahın da ‘’ Gitti mutlak hakimiyetim.’’ Diye
– metazori ilan ettiği- meşrutiyeti yıkıp tekrar mutlakiyete dönmek için
çıkardığı bir isyan olarak anlatılsa da, o güne ışık tutacak pek çok belge
Yıldız Sarayı bahçesinde yakılmış olsa da eldeki mevcut belgelerin satır
aralarında İngiliz parmağını görmek mümkündür.
Mesela Derviş Vahdeti,
gazetesini
çıkarmaya başladıktan sonra bir kısım adamların kendisine gelerek kurdukları
“İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti”nin sözcülüğünü üstlenmesini teklif ettiklerini
iddia etmişti yapılan mahkemesinde... İddiasına göre bu kişiler İstanbul’da
faaliyet sürdüren ve muhtemelen İngiliz ve Fransızlar ile ilişkileri olan “El-İha
El-Arabî el-Osmanî” cemiyetinin mensupları idi. Vahdeti’nin iddiasına göre önce
bunlara iştirak etmeyi düşünmüş, ancak onların karanlık ilişkilerini görünce
bundan vazgeçmiştir. Fakat onlardan aldığı ilhamla kendisi yeni bir “İttihad-ı
Muhammedî” cemiyeti kurarak gazetesini de bu cemiyetin sözcüsü yapmıştır.
Vahdeti’nin bu ifadesinin ne anlama geldiği ya anlaşılmamış, ya da tam tersine
çok iyi anlaşıldığı için alelacele idam edilmiştir.( Bu iddia ciddi bir şekilde
araştırılmamıştır mahkeme sürecinde.)
Bu ifadenin anlamı şuydu aslında: İleride I. Dünya Savaşı öncesinde Araplar
arasında fitne tohumları ekerek Arapları Osmanlı Devletine karşı kışkırtan pek
çok örgüt bizzat İngilizler tarafından kurulmuştu. Bu cemiyetlerden biri de El
İha el Arabi Örgütüydü. Tabii ki İngilizler hiç bir şekilde direkt örgütün
başında veya içinde değillerdi ama perde gerisinde hep onlar vardı. İşte bu el
İha el Arabi, İstanbul’da ve Anadolu’nun pek çok yerinde bir örgüt kuruyor ve
adına da İttihad-ı Muhammedî diyor. Bizim salak Derviş Vahdeti de bir örgüt
kuruyor( Sadece İstanbul’da) ve o da örgütüne İttihad-ı Muhammedî adını
veriyor.
İstanbul ve yurdun diğer bölgelerinde halkın genel memnuniyetsizliğini
kullanarak Ermeniler de dahil halkı isyan ettiren aslında İngilizlerin
İttihad-ı Muhammedi'sidir. Ancak Derviş Vahdeti de aynı isimde bir örgüt
kurduğundan ve halkı İttihat ve Terakkiye karşı isyana teşvik ettiğinden
iki örgüt aynı zannediliyor ya da farklı
örgütler olsa da aldırış edilmiyor. Neticede Derviş Vahdeti dar ağacında
sallandırılacaktır. O örgütü kurmuş, bu gazeteyi çıkarmış artık hiç bir kıymeti
harbiyesi yoktur.
Yanlış anlaşılmasın: Derviş Vahdeti masum filan değildir. Ancak Derviş
Vahdeti’nin kurduğu İttihad-ı Muhammedî 17 Şubat 1909 da ortaya çıkmış olup iki
ay içinde böylesine bir isyanda baş rolü oynaması kesinlikle mümkün değildi ama
isyandan sonra bütün kabak Derviş Vahdeti’nin başında patlatılınca maalesef
İngiliz şerefsizinin oyunları görülemedi ya da zaten görülmek istenmiyordu. Nitekim
Şam’da, Hicaz’da ve daha pek çok Arap topraklarında çıkan isyanların perde
arkasına baktığımızda El İha el Arabiyi, El İha el Arabinin arkasına
baktığımızda da İngiltere’yi görmekteyiz.
Türkiye’deki adıyla İttihad-ı Muhammedi olarak faaliyet gösteren bu cemiyet ne
İttihatçıdır ne de padişah yanlısı...Tamamen İngilizlerin güdümünde olan bu
cemiyet Osmanlı topraklarında oluşan/ oluşturulan genel memnuniyetsizlikten bir
isyan çıkarmak, Osmanlı ülkesinde meydana gelecek kaostan azami ölçüde
faydalanmak üzere faaliyet göstermişti.
Peki ya Prens Sabahattin ve Ahrar Fırkası?
Osmanlı Ahrar Fırkası II. Meşrutiyet’in ilanından kısa bir süre sonra İttihad-i
Muhammedi Cemiyeti’nden de önce 14 Eylül 1908’de kuruldu. Âdem-i merkeziyet
fikirlerinin savunucusu olan bu partinin arkasında Prens Sabahattin vardı.
Partinin içinde İttihatçılara muhalif olan Arap, Arnavut, Rum ve Ermeniler yer
almaktaydı. Bu parti 1908 seçimlerine girerek Meclis’e sadece bir milletvekili
sokabilmişti. Yani gelecekte de umut veren bir parti değildi. İşin en ilginç
tarafı da bu partinin 31 Mart hadiselerinden bir süre sonra kendini feshetmiş
olmasıdır. Bu da görevini tamamladığını göstermektedir.
Olayları bir kere daha ele aldığımızda bu parti ile ilişkilendirmek mümkün
görülmektedir. Zira isyanlar İstanbul ile sınırlı değildi. Anadolu’da, Suriye
hatta Hicaz’da da hareketlenmeler ve isyanlar çıkmıştı. Buna ne İttihatçıların
ne de Derviş Vahdeti’nin gücü yetmezdi. Zira İttihatçıların bu bölgelerde
halkın arasında yeterli taraftarları yoktu, hatta modernist fikirlerinden
dolayı kendilerine kuşku ile bakılıyordu. Diğer taraftan İstanbul’da isyanların
başladığı günün ertesinde Adana’da Ermenilerin başlattıkları isyanlar da
oldukça manidardır. Zira büyük ölümlere sebep olan Adana olaylarında da hedef
ittihatçılardı. Bütün bu organizasyonu ancak daha önce buralarda teşkilatlanmış
olan Ahrar Partisi yapabilirdi. Ancak burada bir başka yorumu daha yapmak
yerinde olacaktır. Prens Sabahattin 1902 Paris kongresinde İttihatçılar ile
yolunu ayırırken daha o tarihlerde Osmanlı Asyası’nda teşkilatlanmaya
başlamıştı. Ayrıca Osmanlı’da reform yaptırmak için tıpkı Ermeniler gibi dış
müdahaleyi, özellikle İngiliz müdahalesini gerekli görmekteydi. Bu konuda
İttihatçılar ile fikir ayrılığına düştükleri için onlarla yollarını ayırmıştı.
Peki, İngilizler olayın neresinde
durmaktadırlar? Bunu anlamak için Bağdat-Berlin Demiryolu rekabetine bakmak
gerekir. 19. yüzyılda İngiltere ile Osmanlı Devleti arasındaki siyasi
münasebetlerin soğuması önce Mısır meselesinden, ardından Bağdat Demiryolu imtiyazının
Almanlara verilmesinden kaynaklanmıştır. İngilizler’in 1882’de Mısır’ı işgali
ve ardından oraya tamamen yerleşme gayretleri, Osmanlı Devleti’nin bölgede ve
devletler nezdinde nüfuz ve haysiyetinin kırılmasına dönük bir siyaset idi. Bu
yüzden II. Abdülhamid’in dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin itimadını tamamen
kaybetti. Diğer taraftan Bağdat ve civarının da stratejik ve ekonomik öneminden
dolayı özellikle de uluslararası rekabetin arttığı o günlerde bu bölgeleri
demiryolu ile merkeze bağlamak zarureti bulunmaktaydı. Büyük meblağlara mal
olacak bu projeyi yabancı sermaye kullanmadan yapmak imkânsız idi. Ve Osmanlı
hükümranlık haklarını ihlal eden İngiltere’ye böyle bir imtiyaz verilemezdi.
Fransız şirketleri ise Suriye dışındaki bölgelere yatırım yapmak
istemiyorlardı. Osmanlı hükümeti de kendisi ile sınırı olmayan, ayrıca Arap
yarımadası ve Irak taraflarında sömürgesi bulunmayan Almanya’yı bu işe uygun
görmüştü.
Damat Mahmud Celaleddin Paşa( Prens Sabahattin’in babası ) hanedana yakınlığı münasebeti ile İngilizler
tarafından tutulmuştu; hatta komisyon denilerek kendisine rüşvetler de
verildiği ileri sürülmüştür. Bağdat Demiryolu Projesini İngilizlere vermek için
II. Abdülhamid’i ikna etmede başarılı olamayınca oğulları Lütfü ve Prens
Sabahattin’i alıp Avrupa’ya kaçmış, orada II. Abdülhamid’in muhalifleri ile iş
birliği yapmıştır. Osmanlı Devleti ise 1903 yılında İstanbul-Konya, buradan
Bağdat’a ve ardından Basra’ya ulaşacak olan “Bağdat demiryolu” yapım imtiyazını
Alman sermayesinden oluşan Anadolu Demiryolu Kumpanyasına vermiştir. İngiltere,
projeyi Irak coğrafyasında ve Basra körfezinde hatta İran’ın güneyindeki
rakipsiz geniş ticari menfaatlerine aykırı bularak hemen itiraz etmiştir. Özellikle
bu durumun Hindistan’daki konumunu zayıflatacağını düşünmekteydi. İşte bu
tarihten sonra İngiliz-Alman rekabeti Osmanlı siyasetinin her noktasında
kendini göstermeye başlamıştır. Osmanlı siyasetinde Almanların varlığından
hoşnut olmayan İngilizler, II. Meşrutiyet’in ilanında II. Abdülhamid’in tahttan
ayrılacağını varsayarak İttihatçılara sempati ile baktılar. Ancak,
beklediklerini bulamamaları hatta İttihatçılar’ın kendi iradeleri ile böyle bir
hazırlık içinde olmamaları onların harekete geçmesine sebep olmuştur.
Liberal eğilimli ve İngilizlere hayran, hatta ilişki halinde olan Prens Sabahattin’in
Osmanlı Ahrar Fırkası 1908 sonbaharında yapılan seçimlerde bir varlık
gösterememiştir. Bu da bir müdahale olmadan yeni dönem Osmanlı idaresinde
etkili olamayacaklarını göstermiştir. En önemli beklentileri ise hâlâ gündemde
olan Bağdat demiryolu imtiyazı meselesinin kendi lehlerinde
çözümlenebilmesiydi. Bu yüzden İngilizler Prens Sabahattin’in taraftarlarını
tahrik hatta destekleyerek olayların çıkmasını sağladılar. Aslında yıllarca ailesini
besledikleri Prens Sabahattin’e bir karşı devrim yaptırdılar ve bir taşla iki
kuş vurdular. Böylece Osmanlı tahtında görmek istemedikleri II. Abdülhamid’ten
de kurtuldular. Nitekim 31 Mart olaylarından birkaç ay sonra Bağdat Demiryolu
ile ilgili görüşmeler yeniden başladı. Yani İngilizler esas maksatlarına ulaştılar.
Her ne kadar projeyi Almanlar’ın elinden alamadılarsa da uzamasına sebep
oldular. Ayrıca bu projenin Birinci Dünya Savaşı’na sebep olduğu düşünülürse ne
denli önemli olduğu anlaşılır.
Aslında İttihatçılar 31 Mart olaylarında İngilizler’in desteğini sağlayan Prens
Sabahaddin ile Ahrar Fırkası’nın rolünü anlamışlardı. Ama henüz iktidarı bile
kontrol edemiyorlardı. Hanedana mensup oluşu dolayısıyla Prens Sabahaddin’e de
ceza veremediler. Onlar da olayı muhalefeti sindirmek için kullandılar.
Sonuca gelecek olursak:
II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesinden kısa bir süre onun en azılı düşmanlarından
olan Talat Paşa, devletin başına getirdikleri V. Mehmet Reşat’ı kastederek
aynen şunları söylemiştir:
‘’ Biz kimi indirip, kimi iş başına getirmişiz! Biz bir halt yedik; ağzımıza,
burnumuza bulaştırdık. Felaket oldu.’’
Gerçekten de öyleydi. Nitekim bu durumu önceden II. Abdülhamit’e oldukça
muhalif ama o tahttan indirildikten sonra bin pişman olan Süleyman Nazif bir
şiirinde aynen şöyle dile getirmişti:
“Padişahım gelmemişken yâda biz,
İşte geldik senden istimdada biz,
Öldürürler başlasak feryada biz,
Hasret kaldık eski istibdada biz.
RESİMLER
1- Gladstone
2- Ahrar Fırkasının amblemi
3-4- Prens Sabahattin ( Gençlik ve Yaşlılık yılları )
5- Süleyman Nazif