Soğuk bir kış gecesiydi. Babasının odasında, başucunda bekliyordu. Yorgun ve hasta olan babası, artık ölüm döşeğindeydi, biliyordu. O sebeple bir an olsun başından ayrılmak istemiyordu. Nasıl ayrılsındı ki? Kendisini yetiştiren, bugünlere getiren, kendisine şefkat ve sevgiden başka bir şey göstermemiş bu ihtiyar, nur yüzlü adam onun babasıydı. Ağlıyordu Mehmet, bir taraftan babası şifa bulsun diye Yasin-i Şerif okuyor, bir taraftan da içli içli ağlıyordu. Nihayet okumayı bitirip babasına baktı. Yılların hocası, nice insanların hidayetine vesile olmuş olan Habib Hoca, uykuda kıpırdayan dudaklarından Allah Allah diye zikrediyor, kapalı gözlerinden yaşlar akıtıyordu. Birden gözlerini açtı. Babasının birden gözlerine açmasına şaşırdı Mehmet. Bir şey mi olmuştu acaba?

- Bir şey mi istediniz babacığım?

- Mehmet, sen misin evladım?

- Evet, benim babacığım.

- Oğlum, vuslata az bir zaman kaldı. Beni iyi dinle, bir şey diyeceğim sana.

Babası böyle deyince Mehmet dayanamayıp sarıldı babasına.

- Allah gecinden versin, gözümün nuru babam.

- Oğul, Allah Hüsnü Hatime versin. O olmadı mı geç olmasının ne faydası var? Dinle beni. Eski mahalledeki camiyi hatırlıyor musun?

- Evet!

- Ben o camide imam iken, başıma bir iş geldi, beni azaba çekmesinden korkuyorum.

- Hayır olsun inşaAllah! Ne oldu ki babacığım?

- Oğlum, bir gün ben cemaate namaz kıldırırken arkada bir çocuk gürültü ediyordu. Akşam namazıydı. Gürültüden şaşırdığım için, Fatiha-ı Şerif'i iki defa baştan almak zorunda kalmıştım. Namaz bitince çocuğu yakaladım.

Burada yutkundu Habib Hoca, gözleri doldu.

- Ne oldu peki yakaladınız da?

- Sinirliydim, kulaklarını çektim yavrucağın...

Ağlamaya başladı Habib Hoca.

- Bunda ne var ki baba?

- Oğlum, sonra çocuğa ne dedim biliyor musun?

- Ne dediniz?

Tekrar tekrar yutkundu, gözlerinden yaşlar aka aka söyledi Habib Hoca ne dediğini;

- 'Bir daha sakın camiye gelme!' dedim.

- Yani? Ne olmuş ki öyle dediyseniz?

- Oğlum ben kovdum çocuğu, ben ev sahibi miyim ki?

Dondu kaldı Mehmet.  Babası ise yutkuna yutkuna gözyaşı döküyordu aksakalları üzerine. Daha da acıdı babasının bu haline. Olmayacağını bilse de yine de teselli etmeye çalıştı.

- Bu kadar büyütmeyin babacığım. Olur böyle şeyler. Geçmişte olmuş bitmiş. Şimdi yormayın kendinizi bunun için.

- Söyleyeceklerim bitmedi daha. Çocuğu kovduğumun gecesi, namazda seccadenin üzerinde uyuyakalmışım. Bir rüya gördüm.

- Ne gördünüz?

- O çocuk, koca bir ateş çukurunun yanında... Bana dedi ki ' Eğer bu ateşe ben düşersem, sende düşeceksin!' , bir baktım çocuk bir iple bana bağlı. Ve o tarafa doğru yürümeye başladı, karşı koyamıyordum, beni de ateşe doğru çekiyordu.

Ağlamayı bırakmıştı Habib Hoca. Tavana doğru bakıyordu, donuk. Neden sonra Mehmet'in gözlerine baktı.

- Mehmet'im. O günden sonra her gün o çocuğu aradım, her gün. Özür dilemek, ayaklarının altını öpmek, helallik almak için. Ama bulamadım. Şimdi o çocuğun akıbeti şer olur diye çok korkuyorum. Belki de öldü gitti, babanı da gittiği yere götürecek.

- Allah esirgesin babacığım. Siz Allah'ın bir hayırlı kulusunuz.

- Evlat, bir insanın namaz kılmasına, cemaate gelmesine mani oldum ben, belki de cehenneme düşmesine sebep oldum. Ben mi hayırlıyım? Bunu neyle, nasıl telafi edebilirim?

Diyecek bir şey bulamadı Mehmet. Denedi denedi ama tek cümle dahi kuramadı. Epey bir müddet sessizlik oldu odada. Seher vaktiydi. Habib Hoca yattığı yerden ellerini semaya kaldırdı.

- Affet Allah'ım, affet! dedi.

Mehmet hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı ve Habib Hoca Kelime-i Tevhid-i getirerek son nefesini verdi. Mehmet sarıldı babasının naaşına. Alnından öptü. O da babasının vefat etmeden dediklerini diyordu durmadan.

- Affet Allah'ım, affet!

Ertesi gün ikindi vaktinde defnettiler Habib Hoca'yı. Bir süre dünya dar geldi Mehmet'e. Kendisinin ilk hocası, arkadaşı, babası yoktu artık. Rüyasında babasını gözü yaşlı görüyordu. Üzülüyordu, sıkılıyordu, bunalıyordu, ama yapacak bir şey yoktu. Sabah namazına büyük camiye gitti bir gün. Namazdan sonra istemeden arka safa doğru baktı. Küçük bir çocuk oynuyordu arka safta. Kucağına aldı çocuğu, sevdi, öptü, başını okşadı. Sonra ellerini kaldırıp dua etti.

- Ey merhamet edenlerin en merhametlisi. Ey kimsesizlerin kimsesi. Darda kalanların sığınağı. Ya Rabbi, niyazım, yakarışım, yalvarışım sana. Babacığıma merhamet eyle, rahmet eyle. O, pek çok insanın hidayetine vesile oldu. Ben şahidim Ya Rabbi. Sana layık kulluk etmek için gece gündüz ibadet etti. Sen, sana kulluk edeni zayi etmezsin. Babam o çocuktan helallik alamamış, ama ömrü boyunca aramış, sana yalvarıyorum, eğer hayatta ise o çocuğu bulup babam için helallik almayı bana nasip eyle, yok eğer ölmüşse, Ya Rabbi, ahirette Sen ikisi arasında, ikisini de mes'ud edecek bir netice halk eyle. Amin...

Dalgın bir şekilde camiden çıkıp arabasına bindi. Boş yollarda ağır ağır ilerliyordu. Babası aklından hiç çıkmıyordu. Derken, yol kenarında yere uzanmış bir adam gördü. Hemen arabayı kenara çekip, indi. Adam ölmüş müydü, yoksa sağ mıydı? Sağ idi, ama nefes almakta zorlanıyordu ve dehşet verici bir içki kokusu sinmişti üzerine. ‘Sarhoşmuş, bırakıp gideyim şunu.’ Diye düşündü. Ama hemen ayıpladı kendini. Zor da olsa, arka koltuğa yatırdı adamı ve hızla hastaneye doğru yola koyuldu. Nihayet hastaneye vardı. Hemen bir sedye getirip adamı üzerine yatırdı, doktorlara haber verdi. Doktorlar adamı hızla içeri götürdüler. Kendisi de beklemeye başladı. Bir müddet sonra doktor geldi.

- Durumu nasıl doktor bey?

- Hasta yakınınız mı?

- Tanımıyorum, yol kenarında yarı baygın haldeydi.

- Anladım, polis de bir yakınını tespit edemedi zaten. Durumu çok kötü, aşırı içki ve sigara tüketimine bağlı olarak akciğerlerin her ikisi de iflas etmiş, böbrek ve karaciğerin de durumu hiç iç açıcı değil maalesef.

- Tedavi mümkün değil mi?

- Maalesef, günleri sayılı diyebilirim. Allah'tan ümit kesilmez elbet, ancak şu kesin ki, iç organlarının büyük bir kısmı çalışamaz halde.

- Anladım. Peki, şimdi ne olacak?

- Müşahede altında tutulacak ancak herhangi bir sağlık veya sosyal güvencesi yok.

- Masrafları ben karşılarım doktor bey.

- Çok iyisiniz beyefendi.

- Kendisini görebilir miyim?

- Tabi ki. Koridorun sonunda soldaki odada.

Üzülmüştü Mehmet adamın bu durumuna. Yaşı da ileri değildi. Kendi yaşlarındaydı. Odaya girdiğinde, adam uyanıktı ve yatağında uzanıyordu. Selam verdi, ama adam selamını almadı. Hastalığına vermek gerek diye düşündü Mehmet.

- Nasılsınız? Geçmiş olsun.

- Sağ olun, siz mi getirdiniz beni buraya?

- Evet.

- Teşekkür ederim. Hayatımda ilk defa biri bana yardım etti.

- Estağfurullah, insanlık vazifemiz, kim olsa aynı şeyi yapardı elbet.

- Hıh. Pek emin değilim.

- Kiminiz kimseniz yok mu?

- Hayır.

- Anlıyorum. İsminizi öğrenebilir miyim?

- Sefa.

- MaşaAllah, pek güzel bir isminiz var. Mesleğiniz nedir?

- Boş gezenin boş kalfasıydım.

- Hım.

- Sizin adınız, mesleğiniz?

- Mehmet. Bende ilahiyat fakültesinde öğretim görevlisiyim.

- Doğrudur.

Bir süre sessizlikten sonra Mehmet müsaade istedi. Yine ziyarete geleceğini söyleyerek odadan çıktı. Yormak istemiyordu Sefa’yı, içi acımıştı, kederlenmişti onun bu durumuna. Bir can diyordu içinden, kolay mı bir canın yitip gitmesi. Babasının vefatı geliyordu aklına.

 Ertesi gün, öğleyin tekrar ziyaret etti Sefa’yı.

- Selamun Aleyküm Sefa Bey. Nasılsınız bugün.

- Daha iyiyim herhalde. Hoş geldiniz.

- Hoş bulduk.

- Ölmek üzere olan bir adam nasıl olursa ben de öyleyim işte.

- Allah gecinden versin, iyi olursunuz inşaAllah.

- Sizin gibi ümitvari olmayı bende isterdim. Ama maalesef.

- Öyle demeyin, Allah'tan ümit kesilmez.

- Öyle mi?

Bu soru karşısında şaşırdı Mehmet. Adam biraz tuhaf konuşuyordu, gerçi ölmek üzereydi, bunu da hastalığına vermek gerek diye düşündü.

- Allah dilerse, bütün hastalıklar biter, bütün hastalar şifa bulur. Rabbimiz eş-Şafii'dir.

- İyi diyorsunuz, hoş diyorsunuz da ben Allah'a inanmıyorum ki!

İşte şimdi şok olmuştu Mehmet. Demek adam bir ateistti. Birden adama karşı bir nefret hissetti içinden. Hani söz o ya 'Geber o zaman!' der gibi baktı adama.

- Ne o Mehmet Bey. Şaşırdınız mı?

- Kusura bakmayın, pek tabi şaşırdım. Beklemediğim bir şeydi.

- Doğrudur.

- Ben müsaade isteyeyim. Hasta ziyareti kısa olur derler, malumunuz.

Hafif bir tebessüm ile söyledi bu cümlesini.

- Tabii ki, bir ateist olduğumu öğrenince burada kalmak istemediniz sanırım.

Bunu söylerken gülüyordu Sefa. Mehmet ne yapacağını bilemedi, otursa mıydı, gitse miydi? Birden babasının 'Evlat, kimseden ümit kesme!' sözü yankılandı kulağında. Hele ki babası bir çocuğun acısıyla vefat etmişken, bu adamın imansız ölmesine göz yumamazdı, üstelik tebliğ etmek vazifesiydi. Bunu yapmalıydı.

- Sefa Bey, beni yanlış anlamazsanız bir şey sorabilir miyim?

- Herhalde neden inanmadığımı soracaksınız? (Yine gülüyordu.)

- Evet, yani sizi inançsızlığa sürükleyen şey nedir?

- İnanmak için bir sebep görmüyorum. İnsanlar, sizin o hacı hoca takımı, kendine dindar diyenler sürekli bir adaletsizlik, hilekârlık peşinde. İnsanlara dürüst olun diyenler, iğrenç yalanlar, düzenler peşinde.

- Ama bunlar insanlara özgü bir mesele, herkes hata yapar.

- Sahtekârlık bir hata mı ki?

- Elbette.

- Nasıl yani, kasıtlı olarak yapılan bir şey nasıl hata olabilir ki?

- İsterseniz sizi daha fazla yormayayım. Ama anlatmamı arzu ederseniz seve seve anlatırım Sefa bey.

-İsterim tabii, daha evvel defalarca sordum doğru düzgün bir şey anlatan olmadı.

- Şöyle izah edeyim, yüce Allah, insanlara dürüst olmayı, akrabaya yardım etmeyi ve iyiliği emretmiştir, onları kötülükten men etmiştir. Kur'an'ın pek çok yerinde Rabbimiz insanlara, işlerinde adil olmayı, hile yapmamayı, yalandan, haramlardan sakınmayı, hak yememeyi, haksız yere adam öldürmemeyi, kimseyi şöyle göz ucuyla bakarak dahi küçümsememeyi, ölçüde tartıda doğru olmayı, ırzlarını ve namuslarını korumayı, anneye babaya itaat etmeyi, namaz kılmayı, orucu, haccı, zekâtı, zikir ve şükrü ve en mühimi de Yüce zatına ve O'nun peygamberi Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.v) inanmayı ve tabi olmayı emreder. O'nun bu emirlerini bile bile yerine getirmemek büyük hatadır, bu sebeple kasıtlı da yapılsa, tevbe edip affedilme imkânı son nefese kadar mevcuttur.

- Peki, insanların birbirlerine yaptıkları haksızlıkları da mı Allah affedecek?

- Allah c.c bütün günahlardan üstün engin bir rahmete sahiptir. O kullarına karşı çok şefkatli ve merhametlidir. Ve kullarına, O'nun huzuruna kul hakkı ile gelmemeyi emretmiştir. Ne var ki, beşer hata eder, kul hakkı yerse, bu durumda hakları ödemeyi ve helallik almayı emreder Rabbimiz. Ama diyelim bir kulu huzuruna kul hakkı ile vardı, o kulun sevaplarından hak miktarınca alınır, hakkı yenene verilir, eğer hak yiyenin sevabı yetişmez ise, hakkı yenenin günahlarından hak miktarınca alınıp hak yiyenin boynuna yüklenir. Bir de Rabbimizin sevgili bir kulu, başka bir kulun hakkını yemiş de dünya da helallik almamışsa, Rabbimiz o sevgili kulunu zayi etmez ve hakkı yenene, hakkını helal etmesi karşılığı lütuf ve ihsanlarda bulunur.

Zaten ahiret inancı olmayanın adalet beklemesi şaşılacak şey değil midir?

-Nasıl yani?

-Adalete inanır mısınız Sefa Bey?

-İnanmak isterim, ama ortada adalet kalmamış ki.

- Tek başına adalet bile Allah’ın varlığına inanmak için yeterlidir. Görüyorsunuz bu dünyada birileri suç işliyor, haksızlık ediyor ve hesabını vermeden ölüp gidiyor.

-Doğru. Çok hoca gördüm böyle.

Hırıltılı bir gülüş ekledi Sefa bu cümlesinin sonuna.

-Haklısınız. Hoca da olsa, başkası da olsa suç, işleyenin yanına kâr kalmamalı. Bu sebeple ahiret hayatı olmalı, orada hesap sorulmalı ki adalet yerini bulsun.

-Hımm, mantıklı.

Mehmet, Sefa’dan ilk defa olumlu bir cevap alınca daha da yüreklendi, onun hastalığını ve inanmak hevesini göz önünde bulundurarak, kibar ve basit ifadelerle onun sorularına cevap verdi. Ziyaret saatleri bitmesin istiyordu ama bitince yapacak bir şey yoktu. Ertesi gün tekrar geliyor ve kaldıkları yerden devam ediyorlardı. Ve ikili günlerce konuştular, dertleştiler. Yaklaşık bir hafta, Mehmet düzenli olarak ziyaret etti Sefa'yı. Ona Allah'ın zatından, sıfatlarından, Peygamber Efendimizin (s.a.v) örnek hayatından, Kur'an'daki bilimsel mucizelerden, ahlak esaslarından, cennet ve cehennem hayatından, sıratdan, hesap gününden uzun uzun bahsetti. Sefa'nın iman etmesini çok istiyordu. Esasında Sefa, Allah'ın varlığını kabul ediyordu. Ama kendince kızgındı. Hayatı hep acılarla, hilelerle geçmişti. Annesi ve babası o daha okuyorken ölmüşlerdi, sokaklarda kalmıştı, okulu bitince evlenmişti, ama eşi onu aldatmıştı, sonra dolandırılmıştı, kumara, içkiye sürüklenmişti. Şimdi de ölmek üzereydi, bu sebeple inanmak istemiyordu. Hatta hayatı boyunca hep bu kızgınlığın neticesinde, ne Kur'an'ı açıp okumuştu, ne bir hocayı dinlemişti, ne de dini bir kitap edinmişti. Din lafı duymak istemiyordu. Ne zaman camiye gidecek olsa, çocukluğunda yaşadığı bir anı geliyordu aklına ve hemen vaz geçiyordu. Ama Mehmet ile sohbet etmeyi sevmişti. Anlattıkları hoşuna gidiyordu. Mehmet ona tüm bu yaşadıklarının birer imtihan olduğundan, Allah'ın sevdiği kullarına dünyada dert ve sıkıntı vererek, onları türlü türlü musibetlerle sınayarak, ahirette mükâfatlarını ve derecelerini artırdığından bahsediyordu. Ama tüm bunlar iman şartına bağlı diyordu. Onu dinlemek güzeldi. Neden bilmiyordu ama ruhuna ilaç gibi geliyordu bu anlatılanlar. Biraz daha anlatırsa iman edebilirdi.

- İşte böyle Sefa Bey.

- Haklısınız, tuhaf gelebilir ama bunlardan hiç haberim yoktu.

- Neden bu zamana kadar hiç öğrenmeyi denemediniz?

- Aslında çocukken çok hevesliydim. Anneme ve babama sürekli sorular sorardım. Bizim Rabbimiz Allah'mı? Bizim her yaptığımızı görüyor mu? Niye namaz kılıyorlar? Böyle bir sürü soru işte. Ama sonradan hayat beni böyle sürükledi işte.

- Ne oldu ki o merakınız sona erdi?

- Küçüktüm ben daha. Bir gün bizim mahalledeki camiye gidip bu soruları hocaya sormak istedim. Vardığımda namaz kılıyorlardı, ben de kılmayı bilmediğim için arkada oyun oynuyordum. Namaz bitince imam geldi, kulaklarımı çekti ve beni öyle bir azarladı ki bir daha hiçbir camiye giremedim korkudan. Büyüdüğümde de içimde camii sevgisi kalmamıştı, dünyanın en soğuk yerleriydi camiler benim için. Hocalar da en adi insanlardı.

FesubhanAllah, Mehmet duyduklarına inanamıyordu. Sefa yoksa o çocuk muydu? Dondu kaldı. Elleri titriyordu şaşkınlıktan.

- Ne o Mehmey Bey? Bir şey mi oldu?

- Şey, o hocanın ismini biliyor musunuz?

- Ha evet, Habib miydi neydi adı işte.

Aman Ya Rabbi! Bu nasıl bir işti? Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı Mehmet. Sefa’nın dizlerine kapandı ve dakikalarca ağladı. Sefa ise gördüklerine anlam veremiyordu, yerinden kalkıp Mehmet'i susturmaya çalıştı ama başarılı olamıyordu. Bu adam niye bu kadar içli ağlıyordu böyle? Üstelik dizlerine kapanmıştı.

- Mehmet Bey, ne oldu, yanlış bir şey mi söyledim?

Nihayet biraz duruldu Mehmet. Ama hala ağlıyordu. İnanamıyordu bir türlü, duası kabul olmuştu.

- Ya Rabbi, sana ne kadar şükretsem az. Sen ne yüce bir Mevla'sın. Affet Allah'ım bizleri. Affet.

- Şimdi niye böyle oldunuz? Bir anlasam.

- Kusura bakmayın. Ama neden olduğunu bilseniz beni yadırgamazsınız.

- Neden?

Ve bütün hikâyeyi baştan sona anlattı Mehmet. Babasının nasıl biri olduğundan, nice insanların hidayetine vesile olduğundan, Sefa'yı yıllarca aradığından, uzun uzun ve ağlaya ağlaya anlattı. Sefa da ağlıyordu bu defa. Nefret ettiği Habib Hoca'yı dinledikçe çok sevmiş, bir taraftan da böyle bir hayat yaşamasına sebep olduğu için ondan daha çok nefret etmişti.

- Peki, son anları nasıldı babanınızın?

- Vefatı güzeldi, nurluydu. Hüsnü Hatime istiyordu hep Allah'tan, öyle de oldu. Lakin bütün bunları bana vefat etmeden bir iki saat önce anlattı, hıçkıra hıçkıra ağladı. Elleri semada vefat etti. Ben de Rabbime dua ettim ki, o çocuğu karşıma çıkarsın, babamın yerine ben o çocuktan helallik alayım. Ve sizin de o çocuk olduğunuzu görünce, dayanamayıp ağladım, kusura bakmayın.

- Önemli değil. Anlıyorum.

- Helal edecek misiniz hakkınızı babama?

- Helal etmek mi? Bilemiyorum.

- Neden ama bir anlık sinirle kızıp azarlamış sizi. Gördüğünüz gibi senelerce sizden helallik almak için sizi aramış durmuş. Bana dedi ki ' Keşke bulsaydım, ayaklarının altını öpseydim, af dileseydim o çocuktan.'

- Ama belki bana kızmasaydı, başka bir hayat sürebilirdim. Masum küçük bir çocuğun camide şiddetle azarlanması, o çocuğa neler hissettirir sizce?

- Haklısınız ama hiçbir şey için geç değil?

- Nasıl yani?

- Bakın, son nefesinde de olsa, iman eden insan kurtuluşa erer. Gelin Allah'a ve O'nun peygamberine iman edin, İslam'a girin.

- Şimdi ben iman etsem, cehenneme girmeyecek miyim? Oysa anlattınız ki benim yaptıklarımı yapanlar cehennemde cayır cayır yanacak?

- Evet, ama tevbe ederlerse Allah affedeceğini vadediyor, iman ederlerse hiç günah işlememiş gibidirler buyuruyor. Allah affeder, O affetmeyi sever. Yeter ki iman et!

Sefa bu cümleyi duyduktan sonra fenalaştı. Mehmet hemen doktorlara haber verdi. Doktorlar, acil müdahale gerektiğini ve Mehmet'in odadan çıkması gerektiğini söylediler. Müdahalenin ardından yoğum bakım ünitesine alında Sefa. İki gün müşahede altında tutuldu ama artık konuşamıyordu. İşitme yetisinin de çok büyük bir kısmını yitirmişti.

Tekrar ziyarete geldiğinde Mehmet çok üzgündü. Sefa'yı zorlamak istemiyordu, ama iman etmesini çok istiyordu, bir taraftan da helallik almak için çok az zamanı olduğunu biliyordu. Yalvarır gibi bakıyordu Sefa'ya. Sefa ise tebessüm ediyor ve gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Ellerini tuttu Mehmet'in. Gözlerinin içine baktı, teşekkür eder gibi. Sonra da yavaş yavaş gözlerini hayata yumdu. Ölmüştü. Doktorlar girdi çıktı odaya, hemşireler, derken beyaz çarşaf yüzüne kapatıldı Sefa'nın cansız bedeninin.

Mehmet hastanenin bir köşesine çökmüş, bir taraftan Sefa'nın imansız öldüğüne üzülüyor, diğer taraftan babası için helallik alamadı diye ağlıyordu. O an eline tutuşturulmuş kâğıdı fark etti. Sefa elini tuttuğunda vermişti bu kâğıda ona galiba, telaştan fark edememişti. Kâğıdı açtı, içinde bir not yazılıydı;

- Mehmet, sen çok şerefli ve değerli birisin. Baban ve benim için yaptıklarına karşılık söyleyecek bir söz bulamıyorum. Ama benim için yaptıklarından ötürü sana çok teşekkür ederim. Geçen gece rüyamda Habib Hoca'yı gördüm, gözü yaşlı bana bakıyordu, Hüsnü Hatime diyordu, Hüsnü Hatime. Sonra uyandım, içimde bunca zaman kızgınlık duyduğum ve inkâr ettiğim Allah'a karşı çok büyük bir sevgi ve inanç hissettim ve iman ettim. Artık konuşamadığım için buraya yazıyorum. 'Eşhedû en lâ ilahe illAllah ve eşhedû enne Muhammeden âbduhu ve Rasûlühu...' Sen de şahit ol kardeşim. Allah'tan affedilmeyi diliyorum. Ve senin gibi bir evlat yetiştirip benim iman etmeme vesile olduğu için, Habib Hoca'ya da hakkımı helal ediyorum. Ve Allah'tan Hüsnü Hatime diliyorum. Lütfen sende bana hakkını helal et kardeşim! Allah'a emanet ol!

MAHMUT UZUN

( Hüsnü Hatime başlıklı yazı Mahmut Uzun tarafından 1.09.2019 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.