Soğuk bir
kış gecesiydi. Babasının odasında, başucunda bekliyordu. Yorgun ve hasta olan
babası, artık ölüm döşeğindeydi, biliyordu. O sebeple bir an olsun başından
ayrılmak istemiyordu. Nasıl ayrılsındı ki? Kendisini yetiştiren, bugünlere
getiren, kendisine şefkat ve sevgiden başka bir şey göstermemiş bu ihtiyar, nur
yüzlü adam onun babasıydı. Ağlıyordu Mehmet, bir taraftan babası şifa bulsun
diye Yasin-i Şerif okuyor, bir taraftan da içli içli ağlıyordu. Nihayet okumayı
bitirip babasına baktı. Yılların hocası, nice insanların hidayetine vesile
olmuş olan Habib Hoca, uykuda kıpırdayan dudaklarından Allah Allah diye
zikrediyor, kapalı gözlerinden yaşlar akıtıyordu. Birden gözlerini açtı.
Babasının birden gözlerine açmasına şaşırdı Mehmet. Bir şey mi olmuştu acaba?
- Bir şey
mi istediniz babacığım?
- Mehmet,
sen misin evladım?
- Evet,
benim babacığım.
- Oğlum,
vuslata az bir zaman kaldı. Beni iyi dinle, bir şey diyeceğim sana.
Babası
böyle deyince Mehmet dayanamayıp sarıldı babasına.
- Allah
gecinden versin, gözümün nuru babam.
- Oğul,
Allah Hüsnü Hatime versin. O olmadı mı geç olmasının ne faydası var? Dinle
beni. Eski mahalledeki camiyi hatırlıyor musun?
- Evet!
- Ben o
camide imam iken, başıma bir iş geldi, beni azaba çekmesinden korkuyorum.
- Hayır olsun
inşaAllah! Ne oldu ki babacığım?
- Oğlum,
bir gün ben cemaate namaz kıldırırken arkada bir çocuk gürültü ediyordu. Akşam
namazıydı. Gürültüden şaşırdığım için, Fatiha-ı Şerif'i iki defa baştan almak
zorunda kalmıştım. Namaz bitince çocuğu yakaladım.
Burada
yutkundu Habib Hoca, gözleri doldu.
- Ne oldu
peki yakaladınız da?
-
Sinirliydim, kulaklarını çektim yavrucağın...
Ağlamaya
başladı Habib Hoca.
- Bunda ne
var ki baba?
- Oğlum,
sonra çocuğa ne dedim biliyor musun?
- Ne
dediniz?
Tekrar
tekrar yutkundu, gözlerinden yaşlar aka aka söyledi Habib Hoca ne dediğini;
- 'Bir
daha sakın camiye gelme!' dedim.
- Yani? Ne
olmuş ki öyle dediyseniz?
- Oğlum
ben kovdum çocuğu, ben ev sahibi miyim ki?
Dondu
kaldı Mehmet. Babası ise yutkuna yutkuna
gözyaşı döküyordu aksakalları üzerine. Daha da acıdı babasının bu haline.
Olmayacağını bilse de yine de teselli etmeye çalıştı.
- Bu kadar
büyütmeyin babacığım. Olur böyle şeyler. Geçmişte olmuş bitmiş. Şimdi yormayın
kendinizi bunun için.
-
Söyleyeceklerim bitmedi daha. Çocuğu kovduğumun gecesi, namazda seccadenin
üzerinde uyuyakalmışım. Bir rüya gördüm.
- Ne
gördünüz?
- O çocuk,
koca bir ateş çukurunun yanında... Bana dedi ki ' Eğer bu ateşe ben düşersem,
sende düşeceksin!' , bir baktım çocuk bir iple bana bağlı. Ve o tarafa doğru
yürümeye başladı, karşı koyamıyordum, beni de ateşe doğru çekiyordu.
Ağlamayı
bırakmıştı Habib Hoca. Tavana doğru bakıyordu, donuk. Neden sonra Mehmet'in
gözlerine baktı.
-
Mehmet'im. O günden sonra her gün o çocuğu aradım, her gün. Özür dilemek, ayaklarının
altını öpmek, helallik almak için. Ama bulamadım. Şimdi o çocuğun akıbeti şer
olur diye çok korkuyorum. Belki de öldü gitti, babanı da gittiği yere
götürecek.
- Allah
esirgesin babacığım. Siz Allah'ın bir hayırlı kulusunuz.
- Evlat,
bir insanın namaz kılmasına, cemaate gelmesine mani oldum ben, belki de
cehenneme düşmesine sebep oldum. Ben mi hayırlıyım? Bunu neyle, nasıl telafi
edebilirim?
Diyecek
bir şey bulamadı Mehmet. Denedi denedi ama tek cümle dahi kuramadı. Epey bir
müddet sessizlik oldu odada. Seher vaktiydi. Habib Hoca yattığı yerden ellerini
semaya kaldırdı.
- Affet
Allah'ım, affet! dedi.
Mehmet
hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı ve Habib Hoca Kelime-i Tevhid-i getirerek son
nefesini verdi. Mehmet sarıldı babasının naaşına. Alnından öptü. O da babasının
vefat etmeden dediklerini diyordu durmadan.
- Affet
Allah'ım, affet!
Ertesi gün
ikindi vaktinde defnettiler Habib Hoca'yı. Bir süre dünya dar geldi Mehmet'e.
Kendisinin ilk hocası, arkadaşı, babası yoktu artık. Rüyasında babasını gözü
yaşlı görüyordu. Üzülüyordu, sıkılıyordu, bunalıyordu, ama yapacak bir şey
yoktu. Sabah namazına büyük camiye gitti bir gün. Namazdan sonra istemeden arka
safa doğru baktı. Küçük bir çocuk oynuyordu arka safta. Kucağına aldı çocuğu,
sevdi, öptü, başını okşadı. Sonra ellerini kaldırıp dua etti.
- Ey
merhamet edenlerin en merhametlisi. Ey kimsesizlerin kimsesi. Darda kalanların
sığınağı. Ya Rabbi, niyazım, yakarışım, yalvarışım sana. Babacığıma merhamet
eyle, rahmet eyle. O, pek çok insanın hidayetine vesile oldu. Ben şahidim Ya
Rabbi. Sana layık kulluk etmek için gece gündüz ibadet etti. Sen, sana kulluk
edeni zayi etmezsin. Babam o çocuktan helallik alamamış, ama ömrü boyunca
aramış, sana yalvarıyorum, eğer hayatta ise o çocuğu bulup babam için helallik
almayı bana nasip eyle, yok eğer ölmüşse, Ya Rabbi, ahirette Sen ikisi
arasında, ikisini de mes'ud edecek bir netice halk eyle. Amin...
Dalgın bir
şekilde camiden çıkıp arabasına bindi. Boş yollarda ağır ağır ilerliyordu.
Babası aklından hiç çıkmıyordu. Derken, yol kenarında yere uzanmış bir adam
gördü. Hemen arabayı kenara çekip, indi. Adam ölmüş müydü, yoksa sağ mıydı? Sağ
idi, ama nefes almakta zorlanıyordu ve dehşet verici bir içki kokusu sinmişti
üzerine. ‘Sarhoşmuş, bırakıp gideyim şunu.’ Diye düşündü. Ama hemen ayıpladı
kendini. Zor da olsa, arka koltuğa yatırdı adamı ve hızla hastaneye doğru yola
koyuldu. Nihayet hastaneye vardı. Hemen bir sedye getirip adamı üzerine
yatırdı, doktorlara haber verdi. Doktorlar adamı hızla içeri götürdüler.
Kendisi de beklemeye başladı. Bir müddet sonra doktor geldi.
- Durumu
nasıl doktor bey?
- Hasta
yakınınız mı?
-
Tanımıyorum, yol kenarında yarı baygın haldeydi.
- Anladım,
polis de bir yakınını tespit edemedi zaten. Durumu çok kötü, aşırı içki ve
sigara tüketimine bağlı olarak akciğerlerin her ikisi de iflas etmiş, böbrek ve
karaciğerin de durumu hiç iç açıcı değil maalesef.
- Tedavi
mümkün değil mi?
-
Maalesef, günleri sayılı diyebilirim. Allah'tan ümit kesilmez elbet, ancak şu
kesin ki, iç organlarının büyük bir kısmı çalışamaz halde.
- Anladım.
Peki, şimdi ne olacak?
- Müşahede
altında tutulacak ancak herhangi bir sağlık veya sosyal güvencesi yok.
-
Masrafları ben karşılarım doktor bey.
- Çok
iyisiniz beyefendi.
-
Kendisini görebilir miyim?
- Tabi ki.
Koridorun sonunda soldaki odada.
Üzülmüştü
Mehmet adamın bu durumuna. Yaşı da ileri değildi. Kendi yaşlarındaydı. Odaya
girdiğinde, adam uyanıktı ve yatağında uzanıyordu. Selam verdi, ama adam
selamını almadı. Hastalığına vermek gerek diye düşündü Mehmet.
-
Nasılsınız? Geçmiş olsun.
- Sağ olun,
siz mi getirdiniz beni buraya?
- Evet.
- Teşekkür
ederim. Hayatımda ilk defa biri bana yardım etti.
- Estağfurullah,
insanlık vazifemiz, kim olsa aynı şeyi yapardı elbet.
- Hıh. Pek
emin değilim.
- Kiminiz
kimseniz yok mu?
- Hayır.
- Anlıyorum.
İsminizi öğrenebilir miyim?
- Sefa.
-
MaşaAllah, pek güzel bir isminiz var. Mesleğiniz nedir?
- Boş
gezenin boş kalfasıydım.
- Hım.
- Sizin
adınız, mesleğiniz?
- Mehmet.
Bende ilahiyat fakültesinde öğretim görevlisiyim.
- Doğrudur.
Bir süre
sessizlikten sonra Mehmet müsaade istedi. Yine ziyarete geleceğini söyleyerek
odadan çıktı. Yormak istemiyordu Sefa’yı, içi acımıştı, kederlenmişti onun bu
durumuna. Bir can diyordu içinden, kolay mı bir canın yitip gitmesi. Babasının
vefatı geliyordu aklına.
Ertesi gün, öğleyin tekrar ziyaret etti
Sefa’yı.
- Selamun
Aleyküm Sefa Bey. Nasılsınız bugün.
- Daha
iyiyim herhalde. Hoş geldiniz.
- Hoş
bulduk.
- Ölmek
üzere olan bir adam nasıl olursa ben de öyleyim işte.
- Allah
gecinden versin, iyi olursunuz inşaAllah.
- Sizin
gibi ümitvari olmayı bende isterdim. Ama maalesef.
- Öyle
demeyin, Allah'tan ümit kesilmez.
- Öyle mi?
Bu soru
karşısında şaşırdı Mehmet. Adam biraz tuhaf konuşuyordu, gerçi ölmek üzereydi,
bunu da hastalığına vermek gerek diye düşündü.
- Allah
dilerse, bütün hastalıklar biter, bütün hastalar şifa bulur. Rabbimiz
eş-Şafii'dir.
- İyi
diyorsunuz, hoş diyorsunuz da ben Allah'a inanmıyorum ki!
İşte şimdi
şok olmuştu Mehmet. Demek adam bir ateistti. Birden adama karşı bir nefret
hissetti içinden. Hani söz o ya 'Geber o zaman!' der gibi baktı adama.
- Ne o
Mehmet Bey. Şaşırdınız mı?
- Kusura
bakmayın, pek tabi şaşırdım. Beklemediğim bir şeydi.
-
Doğrudur.
- Ben
müsaade isteyeyim. Hasta ziyareti kısa olur derler, malumunuz.
Hafif bir
tebessüm ile söyledi bu cümlesini.
- Tabii ki,
bir ateist olduğumu öğrenince burada kalmak istemediniz sanırım.
Bunu
söylerken gülüyordu Sefa. Mehmet ne yapacağını bilemedi, otursa mıydı, gitse
miydi? Birden babasının 'Evlat, kimseden ümit kesme!' sözü yankılandı kulağında.
Hele ki babası bir çocuğun acısıyla vefat etmişken, bu adamın imansız ölmesine
göz yumamazdı, üstelik tebliğ etmek vazifesiydi. Bunu yapmalıydı.
- Sefa
Bey, beni yanlış anlamazsanız bir şey sorabilir miyim?
- Herhalde
neden inanmadığımı soracaksınız? (Yine gülüyordu.)
- Evet,
yani sizi inançsızlığa sürükleyen şey nedir?
- İnanmak
için bir sebep görmüyorum. İnsanlar, sizin o hacı hoca takımı, kendine dindar
diyenler sürekli bir adaletsizlik, hilekârlık peşinde. İnsanlara dürüst olun
diyenler, iğrenç yalanlar, düzenler peşinde.
- Ama
bunlar insanlara özgü bir mesele, herkes hata yapar.
- Sahtekârlık
bir hata mı ki?
- Elbette.
- Nasıl
yani, kasıtlı olarak yapılan bir şey nasıl hata olabilir ki?
-
İsterseniz sizi daha fazla yormayayım. Ama anlatmamı arzu ederseniz seve seve
anlatırım Sefa bey.
-İsterim
tabii, daha evvel defalarca sordum doğru düzgün bir şey anlatan olmadı.
- Şöyle
izah edeyim, yüce Allah, insanlara dürüst olmayı, akrabaya yardım etmeyi ve
iyiliği emretmiştir, onları kötülükten men etmiştir. Kur'an'ın pek çok yerinde
Rabbimiz insanlara, işlerinde adil olmayı, hile yapmamayı, yalandan,
haramlardan sakınmayı, hak yememeyi, haksız yere adam öldürmemeyi, kimseyi
şöyle göz ucuyla bakarak dahi küçümsememeyi, ölçüde tartıda doğru olmayı,
ırzlarını ve namuslarını korumayı, anneye babaya itaat etmeyi, namaz kılmayı,
orucu, haccı, zekâtı, zikir ve şükrü ve en mühimi de Yüce zatına ve O'nun
peygamberi Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.v) inanmayı ve tabi olmayı emreder.
O'nun bu emirlerini bile bile yerine getirmemek büyük hatadır, bu sebeple
kasıtlı da yapılsa, tevbe edip affedilme imkânı son nefese kadar mevcuttur.
- Peki,
insanların birbirlerine yaptıkları haksızlıkları da mı Allah affedecek?
- Allah
c.c bütün günahlardan üstün engin bir rahmete sahiptir. O kullarına karşı çok
şefkatli ve merhametlidir. Ve kullarına, O'nun huzuruna kul hakkı ile gelmemeyi
emretmiştir. Ne var ki, beşer hata eder, kul hakkı yerse, bu durumda hakları
ödemeyi ve helallik almayı emreder Rabbimiz. Ama diyelim bir kulu huzuruna kul
hakkı ile vardı, o kulun sevaplarından hak miktarınca alınır, hakkı yenene
verilir, eğer hak yiyenin sevabı yetişmez ise, hakkı yenenin günahlarından hak
miktarınca alınıp hak yiyenin boynuna yüklenir. Bir de Rabbimizin sevgili bir
kulu, başka bir kulun hakkını yemiş de dünya da helallik almamışsa, Rabbimiz o
sevgili kulunu zayi etmez ve hakkı yenene, hakkını helal etmesi karşılığı lütuf
ve ihsanlarda bulunur.
Zaten
ahiret inancı olmayanın adalet beklemesi şaşılacak şey değil midir?
-Nasıl
yani?
-Adalete inanır
mısınız Sefa Bey?
-İnanmak
isterim, ama ortada adalet kalmamış ki.
- Tek
başına adalet bile Allah’ın varlığına inanmak için yeterlidir. Görüyorsunuz bu
dünyada birileri suç işliyor, haksızlık ediyor ve hesabını vermeden ölüp
gidiyor.
-Doğru.
Çok hoca gördüm böyle.
Hırıltılı
bir gülüş ekledi Sefa bu cümlesinin sonuna.
-Haklısınız.
Hoca da olsa, başkası da olsa suç, işleyenin yanına kâr kalmamalı. Bu sebeple
ahiret hayatı olmalı, orada hesap sorulmalı ki adalet yerini bulsun.
-Hımm,
mantıklı.
Mehmet,
Sefa’dan ilk defa olumlu bir cevap alınca daha da yüreklendi, onun hastalığını
ve inanmak hevesini göz önünde bulundurarak, kibar ve basit ifadelerle onun
sorularına cevap verdi. Ziyaret saatleri bitmesin istiyordu ama bitince yapacak
bir şey yoktu. Ertesi gün tekrar geliyor ve kaldıkları yerden devam
ediyorlardı. Ve ikili günlerce konuştular, dertleştiler. Yaklaşık bir hafta,
Mehmet düzenli olarak ziyaret etti Sefa'yı. Ona Allah'ın zatından,
sıfatlarından, Peygamber Efendimizin (s.a.v) örnek hayatından, Kur'an'daki
bilimsel mucizelerden, ahlak esaslarından, cennet ve cehennem hayatından,
sıratdan, hesap gününden uzun uzun bahsetti. Sefa'nın iman etmesini çok
istiyordu. Esasında Sefa, Allah'ın varlığını kabul ediyordu. Ama kendince
kızgındı. Hayatı hep acılarla, hilelerle geçmişti. Annesi ve babası o daha
okuyorken ölmüşlerdi, sokaklarda kalmıştı, okulu bitince evlenmişti, ama eşi
onu aldatmıştı, sonra dolandırılmıştı, kumara, içkiye sürüklenmişti. Şimdi de
ölmek üzereydi, bu sebeple inanmak istemiyordu. Hatta hayatı boyunca hep bu
kızgınlığın neticesinde, ne Kur'an'ı açıp okumuştu, ne bir hocayı dinlemişti,
ne de dini bir kitap edinmişti. Din lafı duymak istemiyordu. Ne zaman camiye
gidecek olsa, çocukluğunda yaşadığı bir anı geliyordu aklına ve hemen vaz
geçiyordu. Ama Mehmet ile sohbet etmeyi sevmişti. Anlattıkları hoşuna
gidiyordu. Mehmet ona tüm bu yaşadıklarının birer imtihan olduğundan, Allah'ın
sevdiği kullarına dünyada dert ve sıkıntı vererek, onları türlü türlü
musibetlerle sınayarak, ahirette mükâfatlarını ve derecelerini artırdığından
bahsediyordu. Ama tüm bunlar iman şartına bağlı diyordu. Onu dinlemek güzeldi. Neden
bilmiyordu ama ruhuna ilaç gibi geliyordu bu anlatılanlar. Biraz daha anlatırsa
iman edebilirdi.
- İşte
böyle Sefa Bey.
- Haklısınız,
tuhaf gelebilir ama bunlardan hiç haberim yoktu.
- Neden bu
zamana kadar hiç öğrenmeyi denemediniz?
- Aslında
çocukken çok hevesliydim. Anneme ve babama sürekli sorular sorardım. Bizim
Rabbimiz Allah'mı? Bizim her yaptığımızı görüyor mu? Niye namaz kılıyorlar?
Böyle bir sürü soru işte. Ama sonradan hayat beni böyle sürükledi işte.
- Ne oldu
ki o merakınız sona erdi?
- Küçüktüm
ben daha. Bir gün bizim mahalledeki camiye gidip bu soruları hocaya sormak
istedim. Vardığımda namaz kılıyorlardı, ben de kılmayı bilmediğim için arkada
oyun oynuyordum. Namaz bitince imam geldi, kulaklarımı çekti ve beni öyle bir
azarladı ki bir daha hiçbir camiye giremedim korkudan. Büyüdüğümde de içimde
camii sevgisi kalmamıştı, dünyanın en soğuk yerleriydi camiler benim için.
Hocalar da en adi insanlardı.
FesubhanAllah,
Mehmet duyduklarına inanamıyordu. Sefa yoksa o çocuk muydu? Dondu kaldı. Elleri
titriyordu şaşkınlıktan.
- Ne o
Mehmey Bey? Bir şey mi oldu?
- Şey, o
hocanın ismini biliyor musunuz?
- Ha evet,
Habib miydi neydi adı işte.
Aman Ya Rabbi!
Bu nasıl bir işti? Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı Mehmet. Sefa’nın dizlerine kapandı
ve dakikalarca ağladı. Sefa ise gördüklerine anlam veremiyordu, yerinden kalkıp
Mehmet'i susturmaya çalıştı ama başarılı olamıyordu. Bu adam niye bu kadar içli
ağlıyordu böyle? Üstelik dizlerine kapanmıştı.
- Mehmet
Bey, ne oldu, yanlış bir şey mi söyledim?
Nihayet
biraz duruldu Mehmet. Ama hala ağlıyordu. İnanamıyordu bir türlü, duası kabul
olmuştu.
- Ya
Rabbi, sana ne kadar şükretsem az. Sen ne yüce bir Mevla'sın. Affet Allah'ım
bizleri. Affet.
- Şimdi
niye böyle oldunuz? Bir anlasam.
- Kusura
bakmayın. Ama neden olduğunu bilseniz beni yadırgamazsınız.
- Neden?
Ve bütün hikâyeyi
baştan sona anlattı Mehmet. Babasının nasıl biri olduğundan, nice insanların
hidayetine vesile olduğundan, Sefa'yı yıllarca aradığından, uzun uzun ve ağlaya
ağlaya anlattı. Sefa da ağlıyordu bu defa. Nefret ettiği Habib Hoca'yı
dinledikçe çok sevmiş, bir taraftan da böyle bir hayat yaşamasına sebep olduğu
için ondan daha çok nefret etmişti.
- Peki,
son anları nasıldı babanınızın?
- Vefatı
güzeldi, nurluydu. Hüsnü Hatime istiyordu hep Allah'tan, öyle de oldu. Lakin
bütün bunları bana vefat etmeden bir iki saat önce anlattı, hıçkıra hıçkıra
ağladı. Elleri semada vefat etti. Ben de Rabbime dua ettim ki, o çocuğu karşıma
çıkarsın, babamın yerine ben o çocuktan helallik alayım. Ve sizin de o çocuk
olduğunuzu görünce, dayanamayıp ağladım, kusura bakmayın.
- Önemli
değil. Anlıyorum.
- Helal
edecek misiniz hakkınızı babama?
- Helal
etmek mi? Bilemiyorum.
- Neden ama
bir anlık sinirle kızıp azarlamış sizi. Gördüğünüz gibi senelerce sizden
helallik almak için sizi aramış durmuş. Bana dedi ki ' Keşke bulsaydım,
ayaklarının altını öpseydim, af dileseydim o çocuktan.'
- Ama
belki bana kızmasaydı, başka bir hayat sürebilirdim. Masum küçük bir çocuğun
camide şiddetle azarlanması, o çocuğa neler hissettirir sizce?
-
Haklısınız ama hiçbir şey için geç değil?
- Nasıl
yani?
- Bakın,
son nefesinde de olsa, iman eden insan kurtuluşa erer. Gelin Allah'a ve O'nun
peygamberine iman edin, İslam'a girin.
- Şimdi
ben iman etsem, cehenneme girmeyecek miyim? Oysa anlattınız ki benim
yaptıklarımı yapanlar cehennemde cayır cayır yanacak?
- Evet,
ama tevbe ederlerse Allah affedeceğini vadediyor, iman ederlerse hiç günah
işlememiş gibidirler buyuruyor. Allah affeder, O affetmeyi sever. Yeter ki iman
et!
Sefa bu
cümleyi duyduktan sonra fenalaştı. Mehmet hemen doktorlara haber verdi.
Doktorlar, acil müdahale gerektiğini ve Mehmet'in odadan çıkması gerektiğini
söylediler. Müdahalenin ardından yoğum bakım ünitesine alında Sefa. İki gün
müşahede altında tutuldu ama artık konuşamıyordu. İşitme yetisinin de çok büyük
bir kısmını yitirmişti.
Tekrar ziyarete
geldiğinde Mehmet çok üzgündü. Sefa'yı zorlamak istemiyordu, ama iman etmesini
çok istiyordu, bir taraftan da helallik almak için çok az zamanı olduğunu
biliyordu. Yalvarır gibi bakıyordu Sefa'ya. Sefa ise tebessüm ediyor ve gözlerinden
yaşlar süzülüyordu. Ellerini tuttu Mehmet'in. Gözlerinin içine baktı, teşekkür
eder gibi. Sonra da yavaş yavaş gözlerini hayata yumdu. Ölmüştü. Doktorlar
girdi çıktı odaya, hemşireler, derken beyaz çarşaf yüzüne kapatıldı Sefa'nın
cansız bedeninin.
Mehmet
hastanenin bir köşesine çökmüş, bir taraftan Sefa'nın imansız öldüğüne
üzülüyor, diğer taraftan babası için helallik alamadı diye ağlıyordu. O an
eline tutuşturulmuş kâğıdı fark etti. Sefa elini tuttuğunda vermişti bu kâğıda
ona galiba, telaştan fark edememişti. Kâğıdı açtı, içinde bir not yazılıydı;
- Mehmet,
sen çok şerefli ve değerli birisin. Baban ve benim için yaptıklarına karşılık
söyleyecek bir söz bulamıyorum. Ama benim için yaptıklarından ötürü sana çok
teşekkür ederim. Geçen gece rüyamda Habib Hoca'yı gördüm, gözü yaşlı bana
bakıyordu, Hüsnü Hatime diyordu, Hüsnü Hatime. Sonra uyandım, içimde bunca
zaman kızgınlık duyduğum ve inkâr ettiğim Allah'a karşı çok büyük bir sevgi ve
inanç hissettim ve iman ettim. Artık konuşamadığım için buraya yazıyorum.
'Eşhedû en lâ ilahe illAllah ve eşhedû enne Muhammeden âbduhu ve Rasûlühu...'
Sen de şahit ol kardeşim. Allah'tan affedilmeyi diliyorum. Ve senin gibi bir
evlat yetiştirip benim iman etmeme vesile olduğu için, Habib Hoca'ya da hakkımı
helal ediyorum. Ve Allah'tan Hüsnü Hatime diliyorum. Lütfen sende bana hakkını
helal et kardeşim! Allah'a emanet ol!
MAHMUT
UZUN