Ülkemizde, özellikle 15 Temmuz 2016 FETÖ kalkışmasından sonra cemaatler, tarikatlar konusuna daha bir farklı bakılmaya başlandı. Bugünlerde ise medyada pek sık yer verildiğini gözlemliyoruz.

Her ne kadar İnkılap kanunları ile tekke ve zaviyeler yasaklanmış olsa da, Osmanlı'dan beri bir vazife yüklenmiş ve halkın eğitiminde çok önemli rol oynamış bulunan tekke ve zaviyeler, öyle bıçak ile kesilir gibi birden kestirilip atılamamıştır. Kanunun ilk çıktığı yıllarda, zamanın Hükumetleri bu konunun üzerinde ısrarla durmuş ve ciddi baskılar uygulamış olsalar da, tarikatlar hiçbir şekilde sonlandırılamamış, sadece gizliliğe büründürülmüştür. Ellili yıllardan sonra Menderes'in ve sağ geleneğin oy deposu olan tarikatlar sağ iktidarlar tarafından korunup, kollanmıştır. CHP ise şiddetle Sünni cemaat ve tarikatların üzerine gitmesine karşın, kendi oy deposu olan Alevi dedeleri ve cemaatleriyle dirsek temasını hiç bırakmamıştır. Yani her ne kadar kanunlar tarikatlara izin vermese de, Siyasi Partilerimiz oy alabilmek için cemaatlerin faaliyetlerine sessiz kalmışlar ve hatta el altından desteklemişlerdir.

Sadece Silahlı Kuvvetler kendi içerisindeki katı Kemalist yapı nedeniyle tarikatlara hiçbir taviz vermemiş, en sert üslubunu kesintisiz sürdürmüştür.

Seksen ihtilâlinden sonra sürpriz bir şekilde iktidara gelen Özal, Türkiye'de bir çok konuda açılım yapmıştır. Dört eğilimi birleştirme iddiasıyla, her siyasi eğilimden çok farklı kişileri bir araya getirebilmiş ve ilk defa tarikatların da açıkça konuşulabildiği bir ortam oluşturmuştur. Kendisinin de yetişmesinde emekleri olan Nakşibendi tekkeleri artık açıkça gündemde yer bulabilmiştir. Her ne kadar Erbakan da İskender paşa cemaati diye meşhur olmuş Nakşibendi tekkesinden yetişmiş olsa da, asıl popülerlik Özal ile sağlanmıştır. Daha doğrusu Özal'dan itibaren artık özellikle Nakşibendiler ve diğer cemaatler gündemde sürekli yerlerini almaya başlamışlardır. Elbette bu gündem; bir tarafın yoğun eleştirisi ve saldırısı, bir tarafın da sessiz, ama sıcak temasları ile devam ede gelmiştir. Ancak Özal çok akıllıca bir iş yaparak, Cem evlerini gündeme taşımış, onlara meşruiyet kazandırmak için hamleler başlatmıştır. Bu durum, Cumhuriyetin kurulduğundan beri hor ve hakir görülen, hatta mensuplarının kimliklerini büyük bir sır olarak sakladıkları, asla ve kat'a kendilerini ifade edemedikleri aleviler için bulunmaz bir fırsat olmuş ve kendilerini kabul ettirebilmek adına, diğer cemaatlere hoş görü tavırlarını sergilemişlerdir.

Özal'dan sonraki hükumetler de bu serbestiyeti sürdürmüşler, böylece her ne kadar kanunen yasak olsa da, inkılap kanunlarının koruyucusu olduğunu ifade eden CHP'nin de rızası ile Cem evleri açılmış, tarikatlar dolu dizgin faaliyetlerine devam etmişlerdir.

Lakin, neredeyse bütün dünyanın haberdar olduğu Adıyaman Menzil Nakşibendi dergahına otobüslerle sürekli derviş taşınmasına rağmen, kanunen yasak kalkmadığı için, kapısına tabela asılamamıştır. Bir zamanların yasaklısı Said Nursi'nin kitapları Diyanet tarafından bastırılır olmuş, Nur talebeleri her şehirde yüzlerce dershane ve medreseler açmışlar, fakat kanuni meşruiyet elde edilememiştir. Birçok cemaatin birer Radyosu, Televizyonu medyası oluşmasına rağmen resmen kimlikleri ifade edilememiştir. Karagümrük'te Cerrahi Tekkesi  hiç kapanmamış, zikir hiç kesilmemiş, Mevleviler sema yapmış, yurt dışından yüzlerce ziyaretçiler gelmiş, sadece kapısına Cerrahi Tekkesi tabelası asılamamıştır. Oysa bütün herkes bilmektedir ki orası Cerrahi Tekkesidir. Konya'da Mevlana'nın vuslat gecesine Cumhurbaşkanları, Başbakanlar, Ana muhalefet partileri katılmış, konuşmalar yapılmış, sema ayinleri izlenmiş, ama Mevlevilerin tekkelerine tabela asılamamıştır. Tirajıkomik bir durum.

Ülkemizde adeta, yediden yetmişe herkes bilmektedir ki, tarikatlar vardır, faaliyet yürütmektedir ve fakat kanunen yasaktır. Her birimiz, akrabamız, komşumuz, iş arkadaşımız her ne ise, mutlaka bu tarikat ve cemaatlerden  birisine, bir şekilde mutlaka dokunmuşuzdur.

Tarikat adı altında şehvetlerinin kurbanı olmuş sapık örgütlenmeleri saymaz isek, cemaatler içerisinden bir tanesi asli görevinden uzaklaşarak, küresel çapta ve derin planlar içerisinde kendine yer bulmuştur. Adliye, askeriye ve emniyet teşkilatında ciddi anlamda kadrolaşarak, devleti ele geçirmeye çalışmıştır. ABD'nin kontrolündeki bu yapı, Fetullah Gülen liderliğinde kendi ülkesine ihanet ederek, malum meş'um kalkışmasını yapmış, 15 Temmuz 2016'da tankları sokaklara çıkartmıştır. Çok uzun yılların sinsi yapılanması ile devleti ele geçireceğine inanan bu hain, milletimizin muhteşem şahlanışı ile 251 şehide ve binlerce gaziye mal olsa da, büyük bir hezimete uğratılmıştır.

İşte bu, günümüzün Hasan Sabbah'ı ve Haşhaşi hareketinden sonra halkımızın cemaatlere ve tarikatlara bakış açısında da farklılaşmalar başlamıştır. Özal'dan itibaren milletimizin gözünde meşru olup, neredeyse kanunlarda değişiklik yapılarak, devlet nezdinde de meşru hale gelmesi düşünülürken, halkımız şimdi cemaatlerden korkar hale gelmiştir. Özellikle son zamanlarda çok dillendirilmeye başlanan, filan cemaatin de FETÖ gibi ayaklanma yapabileceği ve filan tarikatın filan bakanlıkta kadrolaşması söylemleri ve manipülasyonları insanlarımızı tedirgin, devleti ise paranoyak hale getirmiştir.

Çok kısa bir şekilde özetleme yaptığımız cemaatlerin bundan sonraki halleri ne olacaktır, ya da ne olması gerekiyor, aslında ben bu konuya değinmek istiyorum.

Son cümlemi baştan söyleyeyim, çok açık ve net, tek kelime ile, kanun değişikliği yapılarak tarikatlar devlet nezdinde meşru hale getirilmelidir. Israrla bunu söylüyorum ve söylemeye devam edeceğim. Şimdi gerekçelerimle beraber, neden böyle düşündüğümü anlatayım.

Her şeyden önce, hadiseye insan hakları bağlamında baktığımız taktirde; mevcut, mer'i anayasa ve kanunlarımıza göre devletin koruma altına aldığı düşünce, fikir ve inanç hürriyeti meselesi vardır. Yani herkes dilediği gibi düşünme ve inanma hürriyetine sahiptir, bu en temel insan olma hakkıdır. O halde insanlar kendilerine diledikleri yaşam tarzını seçtikleri gibi, diledikleri bir züht hayatı seçme hürriyetine de sahip olmalıdır. Diledikleri kitabı, diledikleri insanlar ile diledikleri evlerde bir araya gelip, diledikleri şekilde okuma hürriyetine de sahip olmalıdırlar. İnsanlar istedikleri gibi sema, semah ayinleri yapabilmelidirler, zikir çekebilmelidirler. Semazenler ney üfleyip sema yapıyorsa, Aleviler saz çalıp semah yapıyorsa, bunu hangi kimlikte, hangi cem evi veya tekke adı altında yaptığını dile getirme hakkına da sahip olmalıdırlar.

Ama benim bundan daha önemli ve güncel olan gerekçem ise, merdiven altı yuvalanmalar ile saf mütedeyyin halkımızın inancını sömürmek isteyen sapıklardan kurtulmak. Yasaklama ile bu güne kadar bir yere varamadık ve varamayacağız. Cumhuriyetin kurulmasından beri yasak olan tarikatların gelişmesi ve yayılması önlenebildi mi? Hayır! Üstelik en şiddetli baskı ve işkencelerin yapıldığı ilk yıllarda dahi hiçbir tarikat engellenememiş, sadece gizli faaliyet yürütmeleri sağlanmıştır. İşte bu gizlilik nedeniyle, kontrol olamadığı için, onlarca sapık tarikat türemiş, saf ve temiz kalpli insanlarımızı suistimal etmiştir. En son örneğini de dünya çapında örgütlenen FETÖ'de gözlemledik. Merdiven altı yapılanmalardan FETÖ gibi hainlerden ve her türlü cinsel veya maddi çıkar sağlamak isteyen sapkın oluşumlardan kurtulmak istiyorsak, tarikatları serbest haline getirmekten ve bu şekilde denetim altına alabilmekten başka hiçbir çıkış yolumuzun olabileceğini düşünmüyorum.

Bu hususta önerim; Cemaat, Cem evi, Tekke, Dergah veya Medrese  her ne ise kapısına kocaman bir tabela asarak, kimliğini belli etmelidir.

Devletimizin koskoca Diyanet İşleri Başkanlığı vardır. Diyanet bir tekke, medrese veya dergah daha kurulma aşamasında iken, bu yapıyı uzmanları vasıtası ile gerektiği şekilde inceleyerek, en güzel şekilde raporunu verebilir, bu rapora göre uygun ise kurulma gerçekleşir, uygun değil ise sakıncalı olan hususlar giderildikten sonra kurulması sağlanır. Ondan sonra da sürekli denetim halinde bulundurularak, herhangi bir sapkın yapılanmaya evirilmenin önüne geçilmiş olur. Vakıflar veya Maliye Müfettişleri vasıtasıyla da mali gelir gider durumu gözetim altına alınarak, halkımızın sömürülmesi önlenmiş olur. Bu hususta Osmanlı devletinin uygulamaları örnek olarak incelenebilir. Atalarımız nasıl önlemler almış ve nasıl başarmışlar rahatlıkla öğrenebiliriz. Yani yasaklama yerine sıkı denetim. Aslında bu şekilde bir uygulamada iç denetim veya öz denetim de gerçekleşebilir, çünkü açık ve serbest olacağı için, çevre halkı da bu yapılanmayı bileceğinden, isteseler de sapkınlar ve art niyetliler artık bu alanda cirit atamayacaklardır.

Böylece bir taraftan sapık yapılanmaların önüne geçilirken, hakiki manada hizmet etmek isteyenlere de fırsat tanınmış olur. Halkımız da güzel ahlakın öğrenilmesi ve yaşanması konusunda ehil insanlardan layığı veçhile istifade etmiş olur. Güzel ahlakın toplumda yerleşmesi ise hem medeniyetimiz, hem de sağlıklı beşeri münasebetlerimiz açısından çok faydalı sonuçlar doğuracaktır.

Şimdi gelelim en kritik konu olan devlet içinde yapılanma konusuna; yine şahsi düşüncem, tarikat veya cemaat mensupları devlet, kamu ve kurumlarında görev almamalıdırlar. Hele Devlette tarikatların hususi yapılanmaları asla olamaz, olmamalıdır. Zaten tasavvuf dediğimiz oluşum alan itibariyle kamu görevinin tam zıddı bir yapıdır. Yunus'un Taptuk Emre dergahındaki halini düşünün. Benim kafamdaki tekke işte böyle bir şeydir. Eğer nefis tezkiyesi, kalp tasfiyesi yapmak istiyorsanız, sizin ne işiniz var devlet kapısında. Ya tekke, ya devlet kapısı. İkisinin aynı anda yürütülebileceğini düşünmüyorum. Kişiler inanç, kabiliyet ve kapasitelerine göre kendilerine yol belirlemelidir, züht hayatı yaşamak isteyen tekkeye, devletin siyasi kurumlarında vazife almak isteyen de devlet kapısına yönelmelidir. Bir rivayete göre Akşemseddin'in bir rivayete göre de Ebul Vefa'nın Fatih Sultan Mehmet'i tarikata kabul etmemeleri bu hususta güzel bir örnektir. Burada şöyle bir soru karşımıza çıkabilir, milyonlarca tarikat ehli insan devlette görev almayacak, peki kimler alacak? Konunun burası gerçekten son derece hassas sanırım. Devletin memur, işçi alma koşulları kanunlar ile belirlenmiştir. Bu kanunlar çerçevesinde, liyakat sistemine göre kim layık ise, kim şartları haiz ise o kişi yer alacaktır.  Söylemek istediğim, herhangi bir tavassutun işletilmemesi gereğidir. Bu tavassut ister tarikat ilişkisi, ister parti, ister akrabalık olsun. Kişi bir cemaat mensubu olabilir, ama kabiliyet itibarıyla devletin filan kurumunda çok faydalı olacaktır, o zaman liyakati ile gelebilirse bu makamlara gelir, fert olarak vazifesini yapar. Devlet bünyesine personel alırken sadece kanun ve yönetmeliklerle belirlenmiş olan temin şartlarına ve usulüne göre almalıdır; o kişinin etnik kimliği, inancı, fikri, ideolojisi, aidiyeti ve akrabalık bağları kimseyi ilgilendirmemelidir. Böyle olunca  zaten devlette tarikat yapılanması da olamaz. Dolayısı ile Devletin tekke ve zaviyelerden korkmasına da gerek kalmayacaktır.

Bir diğer konu da, cemaatlerin şirketler kurarak, holdingleşmeleri. Bu da tekkelerin ruhuna aykırı bir husustur. Tekkenin şirketle ne alakası olabilir. Zaten dünyadan kaçıp, züht hayatı yaşamak isteyen insanlara siz zengin olmanın yollarını mı göstereceksiniz. Kesinlikle hiçbir ticari alan tarikatların faaliyet alanı değildir ve olmamalıdır. Geçtiğimiz yıllarda tarikatlar resmi olarak aidat toplayamadıkları için -ki halen yasaktır- bu yapılar kendi yaşamlarını sürdürebilmek adına ticari faaliyetlere girmiş, ancak ne yazık ki sonradan bu ticari faaliyetler farklı mecralara sürüklenmiştir. Elbette hoş olmamıştır, çünkü mağduriyetler yaşanmıştır. Oysa sadece tekkenin ihtiyaçları çerçevesinde kalmış olsaydı gayet güzel olacaktı.

İşte böyle şirketleşip, holding olmayan, devlet içinde yapılanma yapmayan sadece dergahında züht hayatı yaşamak isteyen kişilere manevi yolculuk yaptıran müesseseler, yani tekke ve zaviyeler hakkındaki yasak kaldırılarak, tekke ve zaviyeler meşru ve serbest hale getirilmelidir. Devlet izni ile kurulmalı ve denetlenmeli, tek çıkar yol budur.

Biliyorum, bu yazıma çok itirazlar gelecek, kişiler kendi inanç ve düşünceleri doğrultusunda bir tarafından alıp, bir tarafa çekmeye çalışacaklar. Doğrusu bunu bekliyorum. Ama benim burada yapmaya çalıştığım sadece düşüncelerimi ana hatları ile açık ve net, dosdoğru ortaya koymaktır. Yazdıklarımın mutlak doğrular olduğunu iddia etmiyorum. Fakat her paragrafın uzun uzun değerlendirilmeye muhtaç olduğunu söyleyebilirim. Lakin, artık bu konuyu ciddi olarak gündeme alıp, detaylı tartışıp, dikkatle irdeleyerek, en güzel şekilde çözme zamanı gelmiştir, vesselam.                                             

NOT: Hadiseye sadece siyasi, sosyal ve insan hakları bağlamında bakılmıştır, kesinlikle inanç ve itikat ciheti ele alınmamıştır. İslam dininde tekke ve zaviyelerin yeri ve konumu nedir, ne olmalıdır, o benim ihtisas alanımın dışındadır. Bu konu Müfessir, Muhaddis, Meşayih, ve Ulemanın vazifesidir, herkes kendi vazifesini yapmalıdır.                                            
( Tarikatlar Meselesi başlıklı yazı Gürcan Onat tarafından 9.09.2019 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.