On ailelik apartmanınızın iki yönünde azıcık
toprağımız var. Apartmanımız 14 blokluk site içinde. Her apartmanların
çevresinde bir miktar yeşil alan mevcut. Site olarak çevre düzenlemesi
yapılamadı bir türlü. Apartman sakinleri kendi binalarının çevresinde
gönüllerince ağaç dikebiliyor. Bir öğretmen arkadaşım belli aralıklarla selvi
ağacı dikti apartmanımızın çevresine. Çınar ağacı dikenlerimiz oldu. Daha sonra
ayva ağacı diktik dört adet. Başka cins meyve ağaçları diken komşularımız da
oldu. Özellikle kırmızı güller açan dikenler dikildi.
Derken
selviler büyüdü, boy attı tıpkı Fakir Baykurt’un Amerikan Sargısı romanındaki
Faynapıl adlı bir tür kavak ağaçları gibi. En iyisi mi, zeytin fidesi dikelim
dedik ağaç sever komşularla. Bu arada önceki yıl bulutlara komşu doğduğum
topraklardan döndüğümde selvilerin yerinde yeller esiyordu. Çift daire beş
katlı apartmanımızın altta katta oturan komşuların görüş ufukları daralıyor…
adına ağaçlar kesilmişti… Çınar ağaçları da payını aldı kesilmekten yana...
Halkımız
yeşile, ağaca, doğup büyüdüğü köyüne köyündeki bahçelere özlemi kent ortamında
az da olsa gidermek adına ağaç dikmekteler. Kentli olmak bir arada yaşama
kültürünü edinmek kolay olmuyor. Site içinde kısa az zamanda büyüyen ağaç
dikmek kent kültürüne uygun değil elbet. “Selvi senden uzun yok…” şarkı güftesi
örneği selviler çabuk büyüyor. Ve selvi ve benzeri ağaçlar kıyıma uğradı; doğa
sevdalısı yüksek duyarlı komşuların canını acıtma pahasına.
Lakin
uzayıp dal budak salan ağaçların alt katlarda oturan insanların güneşi görme
arzularına saygı duymak da olayın farklı boyutu. Onları da hoş görmek gerek…
Karadeniz
Bölgesi kökenli olduğum için yeşile, ağaca tutku düzeyinde sevgi duyarım. Karadenizliler
yeşili, bahçelerini ağaçlandırmayı çok sever. “Yeşili görmeyen gözler renk zevkinden
yoksundur ”diyor özgürce bu topraklarda yaşama zevkini bizlere armağan eden
adam.
Zeytin fidanlarını pazardan alıp diktiğimizi
de anlatmalyım. On adet de zeytin fidesi diktik. Yıllar içinde büyüdü
zeytinlerimiz. Ve Murat komşumla çuval çuval doğal gübre taşıyıp diplerini
bellediğimiz zeytinlerimizi gübreye doyurduk.
Zeytinlerin
boyu yerden uzaklaşınca bazı komşular yine istemedi apartman çevresinde dal
budak salmış ağaçları. Acı ama gerçek, güzelim zeytinlerin uzayan dalları
budandı. Ağaçlar bodurlaştı. Bahçede ağaç sevmeyen bazı komşulara inat güzelim
zeytinler delicesine hızlan boy atıyor. Bakım isterler. Güneşli bir şubat günü
aldım elime beli bütün zeytinlerin diplerini belledim. Kabarttım toprağı. Yağan
ilkbahar yağmurlarından beslensin istedim kökleri.
Toprağa
dokunmak, toprak kokusunu hissetmek farklı hoş bir duygudur benim için de. Tanımsız.
Bu duyguyu köyde doğup büyümüş, pullukla, karasabanla tarlaların sürüldüğüne
tanık olanlar daha iyi anlar ancak.
Mayısın ilk günlerinde 1500 metre rakımlı
doğup büyüdüğüm topraklara gideceğim. Köyde ufacık bahçemizde çocukluğumda
hafızamın derinliklerinde saklı toprak kokusunu yeniden soluyacağım. Zeytinleri
bellemek köyümdeki çalışmalarıma bir antrenman işlevi de yapmış oldu.
Derince
nere, Şavşat’ın Kocabey köyü nere? Ortalama sabah altı sularında başlar
memleket yoluculuğu. Sakarya ilinden başlayıp en son Rize’yi geçerek Artvin topraklarına
kavuşunca yolculuk bitiyor diye gözlerimiz farklı ışır. Daha bir parlak, sevinç
ve coşkulu… Doğup büyüdüğümüz, ilk gençlik yıllarımızın benliğimizde yavaş
yavaş sönükleşen anılarımızın geçtiği topraklara kavuşma heyecanı sarar
ruhumuzu. Kaybettiklerimiz, anne-baba eş dostla yeniden buluşacağız hayaline
kapılırız... Oysa çoğusu toprak oldu çoktan. Doğa ise yerli yerinde… Yeşil
çayırlar. Gür ormanlar. Ormanda öten kuşlar. Dağlarımızdan esen serin rüzgârlar
ve evimizin önünde yaz kış akan çeşmemiz bizi bekler.…
Köydeki evime tamı tamına 1300 km yol
katederek varırım. Geceleri Giresun’un ilçelerinin birinde Öğretmen Evlerinde konuk
olmak memleket yolunda dinlendiğim güvenli limanlar olmuştur.
Evet,
bu yıl da mayıs başlarında memlekete köyüme sağ salim dönmenin mutluluğunu yaşadım.
Güneş, altın ışıklarını cömertçe gönderiyordu çayırlara, ormanlara, bağ bahçeye…
Ağaçlar henüz çiçeğe durmuştu. Evimizin karşısındaki Cin Dağları’nın kürkü
bembeyazdı. Çayırlarımız yeşil örtüsü yazlık elbiseler gibiydi. Çimenler boy
atmamıştı daha. Gökkuşağının tüm renklerini barındıracak çiçeklerin boy
göstermesine, yeşil çimenlerin koyun sürülerini, sığırları mutlu edecek kıvama
gelmesine zaman vardı.
Evimizin
karşı yamacını boydan boya çam çeşitleriyle bezeli, betimlenemez güzellikte
farklı yeşil bir orman süsler. Doğanın tam merkezinde doğmuşum. Temiz havası,
soğuk suyu… Bir gecelik dinlenme tüm yol yorgunluğunu alıp götürdü. Sabahleyin
sonbaharda traktörle sürülen bahçemizin tımarı beni bekliyordu. Bahçenin
çevresindeki çiftlerin yakınlarını traktör süremiyor. İş eldivenlerini ellerime
taktığım gibi bele müracaat ettim.
Toprak yetesiye kurumuştu. Âdem Baba
yöntemiyle çalışmaya başladım. Sitemizdeki çalışmanın vücuduma kazandırdığı fit
halimle çalışırken zorlanmıyordum.
İlk
gençlik yıllar, delikanlılık günleri geride kaldı. Emekli bir eğitim emekçisi
olarak elim yine de iş tutuyor. Kondisyon yeterli gelmese bile verimli iş çıkarmanın
huzuruyla çalışmalarıma sık sık ara veriyorum.
Çocuk yıllarımda tarlalar sürülürdü pullukla.
İlçemiz köylerinde tarla sürme, ekin işleri nisan, mayıs aylarında yapılırdı.
Havalar ekim işlerine müsaade ederdi. Sık sık yağmur yağıp toprağa atılan
tohumların çimlenmesine engel olmazdı.
Geçen yıllarda bahçemize ektiğimiz tohumlar
çimlenmeden çürüdü. Mayıs yağmurları güzelim tohumların filizlenen tohumları
güneşe selamlaşmasına engel oldu. Günlerce yağmurlar yağdı. İkinci defa ekim yaptık.
Çalışmada mola verirken tek kaygım hava durumunun gönlümce gitmesiydi. Bu yılda
geçen yıllarda olduğu gibi yağmurlar işimizi aksatacak mıydı?
Dinlenirken
ilkokul yıllarında tarla sürme anılarım hafızamda yeniden canlandı… Börtü
böceğin müzik senfonisini dinlerken anılara dalmak da güzeldir. Hele kaygısız
olduğum çocukluk ve ilk gençlik yıllarım ne hoştur… Babamların köy içinde tarla
sürdüğü bir günü yaşadım yeniden.
Paydos
zili çaldı. Kitap, defter ne varsa masamın üstünde bir çırpıda toplayıp okul
yakınında tarla süren babamların yanına koştum. Yarıya kadar sürülmüştü
tarlamız. Üç çift öküz, yanlarında iki amcam ve babam vardı. Birisi pulluğu
tutuyor, diğerleri hayvanların düzenli biçimde işe katkı vermesini sağlıyordu.
Biz çocuklara okuldan kalan zamanlarda tarla sürme ekibini tamamlardık. Ama
gönüllü ama gönülsüz… Hele hafta sonları, uzun ilkbahar günlerinde gün akşama
kadar ayakları yerden kesip boyunduruğa oturmak can sıkıntısıydı. Akranlarla
oyun oynama isteğimiz ötelenirdi sürekli…
Hayırlı,
kolay olsun dedikten sonra önde koşulu hayvanların boyunduruğuna tırmandım. Okuldan
çıkan bir gurup arkadaşım evlerine dönüyorlardı. Arkadaşlarıma nazar ederken dengemi
kaybettim. Yerde buldum kendimi. . Tebessüm etti arkadaşlarım, kahkaha
atmadılar. Yine de alaylı bakışları utandırdı beni.
Boyunduruktan
yere düşmek beceriksizliğin göstergesiydi. Fakat boyunduruktan düşmedim derse
bir köy çocuğu kimse inanmasın.
Yanı
başımda duran bel ve çapayı görünce yaşadığım ana döndüm. Hava serinledi. Grinin
koyu tonlarında bulutlar göğün mavisini kapatmaya başladı. Biricik dileğim
yağmurların yağmadan ekin işini bitirmekti. Ekim yapacağımız tohumların filizlenip
topraktan çıkmasına doğanın müsaade edecek kadar güneşin yüzünü yetesiye
göstermesi… En az bir hafta ya da on gün…
Hasret
kaldık güneş yüzüne. Yağmurlar yağdı günlerce…
Anı
öykülerim devam edecek…