‘’Geçmişin kokusu yok…’’buyurmuştu
şair göğün mavisine dikip de gözlerini ölü şehir bir punduna getirdi ve başladı
söze dipçiği hüznün körükleyen bir eda ile yüz yüze geldi mevsim ve kadın ve
tüm ayrıcalıklı gölgeleri yok sayıp sunumuna başladı yürekten kopan her beyit
t/aşkındı ve sürrealist bir resimde saf tutan esareti mimledi Tanrı tüm
kompartımanlarında ömrün ölüm ile de İlahi tanışıklığı ölü günün ve sefere
çıktı nidalar solgun hicaz ölü mevsimine methiyeler sunarken kuru teninde
dokunaklı şarkıların hazır ola geçti seyyah gözyaşı ve sadece yumdu gözlerini
yeniden açmayı ümit ettiği sakin bir mevsimde kopacak kıyametin de öncüsü iken
yazılmazdan önce şiirler.
Aşkı baltalayan tık nefesinde
nefretin koyu gölgelerden alıp da başını sedası ölüm kokan şehre göz kırptı az
sonra çakacak şimşek ve delişmen rüzgârla vedalaştı Tanrı ne zamanki süt liman
bir ağaç kovuğuna yerleşecekti hazan göğe de çıktı kerevetine soytarı palyaço
aslında yağacak yağmurun en mutsuz metaforu olmaya aday ve yüzünde akan boyalar
karşı gelemedi kaderine…
Eğreti bir gülüş kondurdu bulutlara yâd
ettiği ömrün en sadık kölesi olmaya aday aşkın da bünyesinde saklı acılar ve
özlem boy verdi şafağın tarhında hüzünden bir kerpeten ve göğe konuşlu renkler
sedasına yenik düştü elemin: o ki közünde ihanet ve o ki; sözünde sefalet yine
de derme çatma bir çadırdı otağı kurulan her hecenin iliştiği bir
kozaymışçasına sözcükler biteviye rahmet yağdırdı ve yüce Mevla kardelenlere
geçiş hakkı tanıdı ne de olsa umuttu göğün boşluğunda fink atan göçmen
kuşlardan sızan bir gözyaşına ahkâm yağdı en dar penceresinde kara bulutun
solan reçinesine gözyaşının Huda seslendi kuluna ve hükümranlığında mabedin
deli rüzgâr geçiş hakkı tanıdı yağmur bulutlarına.
Tebessüm yüklü yeni gelin.
Atını süren seyis.
Fıtratını yok sayan münafık.
Kayrasında ömrün sükûn benzeri
seyrinde mavinin kırmızıdan acılar baş verdi öyle ki teşrif eden her matem
aslında mabediydi önyargının ve geçiş hakkı tanınmayan her mutluluk iz
düşümüydü sabrın.
Sönen afaki ışık.
Serildiği kadar bulutlara öznesi
kayıp düşler.
Bir tebessüm kadar yakın iken elemin
baş şehri şiirler.
Bazense Mevla’ya şirk koşan beynamaz
gölgeler.
Kuru çalılar yaşa yaslandı ve kurunun
yanında yaş da yandı öyle ki firar eden biteviye sanrıdan ibaret gerçek addedilen
gerekçeler saf tuttu yalana geçiş hakkı tanımaktansa ölüme şerh düşen bin bir
yeis ile kıvılcımlar ekti bulutlar ve sevdalı mevsim şehre sokuldu ve şehir de
şiire elbette şair idi mucidi hazanın belki de en devasa hüzün yankılanan
satırlarda bir katre de olsa mutluluk dilendi melekler ve kaymadan ellerinden
düşmeye aday her umudun da tecellisi iken kara bulutlar kadar matem miydi özgün
sesi şiirlerin?
Solan güneşti hüzne banan ışığını.
Yollara düşmüş yıldızdı adeta her
biri yanıp sönen ışıklarında şehrin ansızın karanlığa boğuldu ümitler.
Bir terane ki sizlere afiyet.
Bir seda ki ölümün ön sözü.
Elbette neferi yüreğin en üzgün gün
geceye geçiş hakkı tanımayan umudun bile ansızın sonlandığı.
Körebe düşlerden kesip de rahmeti.
Sancılı doğumunda aşkın közünden akan
irine mi bel bağlayacaktı şarkılar?
Bir nidadan doğan sükûn.
Sükûna esir düşen çığlık.
Çığlığın da tok sesi iken karambole
giden ömür.
Sefasını sürmeden mabedinde alıcı
kuşlar hizaya geldi biteviye örselenen kanatlarında doğacak güneşi bile tehir
ettiler elbette vuku bulan anlamsızlığa sırtını dönen bir rest ile içine
kapandı şair bir daha açmamak üzere yüreğinde açan gülün de yüreğini söküp attı
karanlığın içine ve aydınlık gülüşünü çalan gece ile sözlendi ölüm: o ki
rabıtasında aşk yüklü bir özne tahliye etmeden ömrü son perdesini oynadı hazan
ölümü körükleyen hazin bir sonla teselli bulan göçmen kuşlar ilk ve son kez
uçarken ölü şairin bedenine yığdıkları acı yüklü nakaratları son kez
dillendiler Tanrının gücüne binaen evren de alarmını ebediyete kurarken.