Akın bir yandan üzerinden buğunun çıktığı
tavşankanı rengindeki çayını yudumlarken; diğer yandan Korkut’a karşı konuşuyordu.
“Önümüzdeki dalgalı deniz yolculuğunda Türkiye, dış güvenlik politikalarında
olağandışı durumlara kendisini adapte edebilecek bir esnekliği taşıyabilme
kabiliyetini koruyabilmeli değil mi?” diye sordu.
Korkut’un gözünde hilalin yeniden parladığı
mevsimi görüyor, ülkeleri değil kıtaları altüst etmiş, devlet yıkmakta devlet
kurmada usta olan ataları gözlerinin önüne geliyordu. Lord Byron’un “Kılıcı
insafsız bir beceriyle kullanan Türk, elinin yendiği insanın yarasını sarmakta ustadır,”
sözleri gözlerinin önünde yeniden canlanıyordu. Akın’ın söylediklerini elinin
tersiyle bir kenara iter gibi, oturduğu koltuktan camdan dışarıyı seyrederken, erbabı
olduğu tarzıyla kendince arzı endam ediyordu.
Korkut; “Geç arkadaşım
geç… Kırılıp dökülmemek için esnek olmayı biliriz de, gelen ağam giden paşam
kabilinden eğilmeyi pek bilmeyiz biz… Yeter de artar artık itilip kakıldığımız.
Biz asil bir milletiz. Biz soysuz Batı gibi oynaklığı, kancıklığı, dönekliği ve
arkadan hançerlemeyi bilmeyiz.”
Akın; “Hemen celallenme
yiğidim. Türkiye yeniden kendine geliyor. Çok çalışıp, hızlı bir şekilde yol
alarak, kaybettiğimiz yılları telefi etmeliyiz ki, küffarla aramızdaki
açıklığın kapatabilelim.”
“Doğru dersin ama ahlaki
ve insani çürümedeki hızlılık beni korkutuyor.”
“Bu milletin çürüğü bile,
diğer milletler on çeker,”
“Yetmiyor Akın’ım
yetmiyor… Çürüme ve çözülme hızlanarak artıyor. Okullardaki eğitim tek başına bir
işe yaramıyor. Aile ve işyeri eğitim ayaklarımızda eksiklikler var. Bizim eskiden
kendimize ait insan yetiştirme, esnaf yetiştirme gibi birçok kural ve
yöntemlerimiz vardı. Bunlar tarihin karanlık ve tozlu sayfaları arasında kaldı.
Batı ne yapıp etti ise, Osmanlı ile birlikte birçok şey, tarihin derinliklerine
gömüldü. Anasız-babasız, ananesiz dünyaya gelmişiz gibi, toplum olarak üzerinde
anlaştığımız müşterek değerlerimiz bile yok…”
“Bre Korkut’um, dünya
hızla yeni bir çağa doğru evriliyor… Bunu sen de görüyorsun ya!”
“Sen şuna evrilmek
yerine, devrilmek desen daha doğru olmaz mı?”
“Öyle de denebilir…”
“Korkuyorum.”
“Gözünü budaktan
korkmayan sen, ismin bile yiğit, yürekli, korkusuz, kutlu günde doğmuş anlamını
taşırken, neyden korkarsın? On ulustan, on yiğidin gücü tek bir kimsede
toplansa, yine de bir Türk, yine de bir Korkut etmez ki!”
“Sana hangi birini
sayayım ki? Galiba zor zamanda dünyaya gelmişiz… Öyle bir zamanda dünyaya
gelmişiz ki, sadakat, hal hatır sormak, dürüstlük gibi güzel değerler
buharlaşmış, yok olup gitmişler. ”
“Bak bu konuda haklısın.”
“Gardaş zaten kendim
söylemedim. Ülke olarak, memleket olarak, dünya olarak söylemiştim. Benim ha varlığım
ha yokluğum… Beni kim bilir, kim tanır?”
Günün aydınlığı tasını
tarağını toplayıp dağların zirvesini aşıp giderken, gece huysuz ve arsız bir
şekilde karanlığını zoraki bir örtü gibi sermeye başlamıştı. Tatlı-sert bir
rüzgâr destursuz en kuytu yerlere kadar girip çıkarak, geride soğuktan bir iz
bırakarak, diğer semtleri de dolaşmaya devam ediyordu. Ay yıldızlı bayrak
muştulu bir haber almışçasına, sevinç içindeymişçesine dalgalanıyordu. İnsanlar
şehrin sokaklarından birer ikişer mutat bir alışkanlık içinde evlerine
çekiliyor, hareketlilik yerini sakinlik ve durgunluğa bırakıyordu.
Akın;
“Her şeye rağmen güzel şeylerde olmuyor değil. Türkiye başat olmak ve elbette
kırılıp dökülmemek için esneklik gereklidir. Dünyada adalet olsa, yiğitliğe
lüzum kalır mı? Ama diğer yandan da uluslararası politika, giderek daha çatışmacı
rekabetçiliğe doğru gidiyor,” diye konuşurken, Korkut, oradan uzaklaşarak çoktan
kendi iç dünyasında hızla yol almaya başlamıştı.
...
Devamı var
...
Ant. - 241219