M. NİHAT MALKOÇ
Kanın su olup aktığı o mübarek
toprakları görmeden ölürsem gözüm açık gidecekti. “Ya Çanakkale’yi görmeden
ruhum tenimden çıkıp giderse…” Uzun yıllar bu korkuyla yaşadım. Ülkeleri için,
en kıymetli varlıkları olan canlarını, gözlerini kırpmadan veren Mehmetçiklerin,
meleklerin omuzları üzerinde göklere yükseldikleri bu nurlu beldeyi görme,
oralara nazar eyleme arzusu içimde bir çağlayan olup coştukça coşmuştu.
Hissiyatım bunu yaşama isteğiyle bir kuş gibi çırpınıyordu göğüs kafesimde.
Gitmeliydim, Avustralya’dan
Kanada’ya kadar yedi düvelin küçük bir kara parçası üzerinde mazlum bir devlete
karşı gösterdiği acımasızlığı yerinde temaşa etmeliydim. Bu belki bir ömür
boyunca girdiğim teorik tarih derslerinden çok daha tesirli ve kıymetliydi. Belki
değil, kıymeti muhakkaktı bunun. Tarih yazıldığı ve yaşandığı coğrafyanın
üzerinde öğrenilmeliydi ki tesiri yıllarca sürsün, belleğimizi çepeçevre kuşatsın.
Şanlı ve kahraman atalarımızın
makamlarını ziyaret edip onlara şükran duygularımızı iletmek vefalı olmanın
gereğiydi. Onlar ki Çanakkale’de, bir metrekareye altı bin kurşunun düştüğü
kanlı coğrafyada korkmadan, yurtlarını yaban ellere kaptırmamak için göğüs
göğse çarpışmışlardı. Henüz bıyıkları bile terlemeden dünyanın nimetlerini
ellerinin tersiyle itip Allah’ın şehitlere dair vaadine itibar etmişlerdi.
Çanakkale’ye gitmeden gerçek
kahramanlığın ne demek olduğunu anlayamazsınız. Metrekareye altı bin merminin,
bazı yerlerde de metrekareye en az iki şehidin düştüğü, kahraman Mehmetçiğin
ölüme gülerek gittiği, tarihimizin en şanlı savunmasının gerçekleştiği
Çanakkale’de yaşanan destanı, Çanakkale kahramanlarının ibret dolu yaşamlarını,
dünyaya verdikleri insanlık derslerini yerinde görmek lazımdı. Orada akan
kanlarla boyandı bayrağımızın atlastan kumaşı… Tabir caizse Çanakkale bizim
ikinci Kâbe’mizdir.
Şu anda onurlu öğretmenlik
vazifesini ifa ettiğim koca bir eğitim çınarı hükmündeki Trabzon Lisesi,
Çanakkale Savaşı’nın cereyan ettiği yılda mezun vermemişti. Peki, ne olmuştu da
eğitim sekteye uğramıştı? Çanakkale nere, Trabzon nere… Trabzon’la
Çanakkale’nin arsındaki mesafe 1365 km’yi geçiyor. Fakat gönül mesafe dinlemez.
Çanakkale Savaşı ile Trabzon Lisesi’nin mezun vermemesinin nasıl bir bağlantısı
olabilirdi?
Trabzon Lisesi’nin ve bunun gibi pek
çok köklü eğitim öğretim kurumunun, henüz bıyıkları bile çıkmamış delikanlıları
ana babalarını, yüreklerinde filizlenen aşklarını geride bırakarak yurt
savunması için Çanakkale Cephesine akmışlardı. Onları bu cepheye götüren ne
cebir, ne de korkuydu. Onlar içlerinde depreşen vatan aşkıyla ölümün soğuk
kollarına atılmışlardı. Geri dönemeyeceklerini bile bile çetin ve dikenli bir
yola revan olmuşlardı.
Hem Kurtuluş Savaşı’nın şanlı
komutanı Atatürk ne demişti: Türk
çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet
bulacaktır. Medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi parlayacak ve
tarih sayfalarına yine Türk adı ile yazılacaktır.” Ecdadımızı tarih
sayfalarından tanımak ne kadar tesirli olabilirdi ki? Saman kâğıdı sayfalardan
tarih bilinci kazanmayı umut etmek göğe merdiven dayayarak bulutları sağıp
kuraklıktan boynunu büken başaklara can suyu vermek kadar beyhude bir hayaldi.
Bu hissiyat yoğunluğu içerisinde
Trabzon’dan çıktım başım selamet… Gönül heybemde sadece Çanakkale vardı. Uzun
yol çağırıyordu beni kendine. Karanlığın gözleri parlıyordu her dönemecin
ardında. Zaman bir türlü geçmek bilmiyordu. Heyecan fırtınası sarmıştı dört bir
yanımı. Bir gün, bir gecelik yolculuktan sonra gönlümün aktığı topraklardaydım.
İçimdeki heyecan sağanağı yorgunluğumu unutturmuştu bana.
Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte
Çanakkale’ye ilk adımımızı attık. Çanakkale girişindeki bir lokantada hafif bir
kahvaltı yaptıktan sonra konaklayacağımız otele doğru hareket ettik. Kafile
başkanı en az iki saat istirahat etmemiz gerektiğini söyledi. Bize ayrılan
odalara çıkıp yorgunluğumuzu gidermeye çalıştık. Fakat ne mümkün… Gözlerime
uyku girmiyordu. Yatakhanenin pencerelerinden etrafı seyre dalmıştım. Ne zaman
gidecektik Mehmetçiğin yedi düvele kafa tuttuğu şanlı topraklara. Kafamı
yastığa koysam da gözlerime uyku girmedi bir türlü... İki, saat iki asır gibi
geldi bana. Çok şükür ki bu çileli dakikalar son buldu.
Ölümü ölümsüzleştiren Çanakkale’ye, sebeplerin bittiği
yerde sebepleri yaratana sığınmanın şahidi Boğaz’a, Seyit Onbaşı’nın kendini aştığı yamaca, dünyanın “Düvel-i
Muazzama”nın hevesini kursağında bırakan isimlerin meftun
bulunduğu şehitliğe nazar ediyoruz. Sabahleyin munis görülen hava bir anda
hırçınlaşıyor. Kararan gökler çok geçmeden ilk damlalarını toprakla
buluşturuyor. Belli ki bulutlar Çanakkale şehitleri için yüreklerinde
sakladıkları gözyaşlarını döküyor. Öte yandan şimşekler karşı cenahta yatan
Anzaklara ve diğer mücrim mezarlara kaşlarını çatıyor. Gök kızıllaştıkça
kızıllaşıyor; asuman adeta kan kırmızı bir renge bürünüyor. Güneş kırmızılığını
şehit kanlarına değen ziyasından alıyor gibi… Toprağın altında sıcaklığını ve
tazeliğini koruyan kanlar, göklere sirayet ediyor. Dağın bağrına koca harflerle
yazılan bir dörtlük dikkatimi üzerine çekiyor:
“Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın
Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.
Eğil de kulak ver bu sessiz yığın
Bir vatan kalbinin attığı yerdir.”
Bu dizeler iyiden iyiye sarsıyor beni… Destursuz bağa giren
bir yabancı gibi hissediyorum kendimi. Demek ki bastığımız toprakların manevi
ehemmiyetinden hakkıyla haberdar değiliz. Pamuk tarlasını andıran mermer taşlar
bizi tefekküre davet ediyor. Eski hisarlık sırtında Ömer Kaptan Tepesi üzerindeki
Şehitler Anıtı’nın manevi ihtişamı karşısında biz faniler küçüldükçe
küçülüyoruz. Morto Limanı ile Çanakkale Boğazı’nın girişi arasındaki bu anıtın
ihtişamlı görüntüsü zaferin büyüklüğünü tüm dünyaya haykırıyor. Sömürülen
ulusların umutlarını artırarak mücadele güçlerini perçinliyor. Yekpare bronzdan yapılan direğin
Gelibolu’da hayat kabre, kabir hayata açılıyor. Nereye
baksan bir şehitlik göze çarpıyor. Böyle bir manzara karşısında insan
muhayyilesi darmadağın oluyor. Yürekteki medcezirler içimizdeki sevgi ve
hoşgörü kumlarını hayat sahiline taşıyor. Şehitliklerin birinin bittiği noktada
öbürü başlıyor. Her şehitlik bir liman, her kabir meçhule kalkan gemi hükmünde
zihnimizde anlam buluyor. Faniler melek olup sonsuzluğa kanatlanıyor.
Eceabat’a 12, Gelibolu’ya
Şehitlikler silsile halinde uzayıp gidiyor… İşte hemen
önümüzde Kumköy Şehitliği… Onun da acıklı bir öyküsü var… Çanakkale
muharebeleri sırasında Kumköy’de ikmal tesisleri bulunuyordu. Buradaki bir kuyu
civarında askerler çamaşırlarını yıkarken uçaktan atılan bomba ile 72 er şehit
olmuştur. Kumköy göletinin üzerinden geçtikten sonra sağ tarafa selvi ağaçları
ile çevrili şehitlik görülmektedir. Bugün hâlâ kuyu mevcut ise de bombanın
açtığı büyük çukur artık kapanmak üzeredir. Bu izlerin kapanması için yüz sene
gerekmiştir.
Daha sonra yolumuz Anzak Koyu’na düşüyor. Bugün, yolu
Gelibolu ve Eceabat’a düşen herkese tarihi Anzak koyuna uğramasını şiddetle
öneriyoruz. Muhteşem bir manzara ile
birlikte Anzak ve Türklere ait onlarca şehitlik, yüzlerce tabya ve Atatürk’ün
bu yabancı topraklar üzerinde son nefesini vermiş binlerce Anzak askeri için
söylemiş olduğu sözlerin bulunduğu, o gözlerimizi yaşartan abideyi görmeden
geçmemek gerekir. Savaşın da bir ahlakı olabileceği bu abidedeki ifadelerden
kolayca anlaşılabilir. Bu abidede Atatürk’ün Anzaklara dair şu sözleri altın
yaldızlı harflerle tarihin hafızasına kazınmıştır: “Bu memlekette kanlarını
döken kahramanlar, burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur içinde
uyuyunuz. Sizler Mehmetçiklerle yan yana koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan
evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz; evlatlarınız bizim
bağrımızdadır, huzur içindedirler. Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra
artık bizim evladımız olmuşlardır.”
Çanakkale gezisi beni ecdadımla yüzleştirdi bir anlamda.
Onlardan af diledim, vefa duygusunun ölmediğini kanıtlamak için düştüm yollara.
Geç kalmışlığın hicabıyla mermerden mezar taşlarına yüz sürdüm. Onlara layık
olamadığın için pişmanlığım kirpiklerimden sıcak ipince damlalar halinde
süzüldü. İki kuşak evvelki dedemin izini aradım Çanakkale’nin hâlâ barut kokan
yamaçlarında… Şehitliklerden otel odama döndüğümde gecenin kaskatı kurşundan
bir yorgan gibi üzerime çökmesiyle duygularım sağnak sağnak döküldü bembeyaz
sayfalara… Çanakkale’ye dair şu terennümler geçti ruh imbiklerimden:
“Kasırgalar savurur; buz kestirir
kar bizi
Gece
gündüz kavurur sıcağında nâr bizi
Çanakkale’de
zaman açılır sonsuzluğa
Çağırır
gül yüzüyle agûşuna yâr bizi
Sabır
ateşten gömlek, dua semaya kapı
Bülbülün
nağmesinde yakar ahûzar bizi
Gözlerim
kapanmadan ruhum dalar uykuya
Elinde
kırmızı gül, çağırır mezar bizi
Fazilet
yarışında önde gider yiğitler
Zekeriya
misali bölse de hızar bizi
Gayya
çukurlarından beslenirse kem gözler
Sirkeyle
bal misali öylece bozar bizi
Kalbin
orta yerine siner kirli bakışlar
Kendimize
getirir ilâhî nazar bizi
Gök
yarılsa ikiye, gün batsa da şafakta
Çağların
göbeğine tarihler yazar bizi
Gök
kubbenin altında dolaşırken avare
Hicran
ateşlerine atar intizar bizi
Hafakanlar
basmadan yetiş rahmet meleği
Ölüme
çeyrek kala çepeçevre sar bizi
Efkâr
basar sinsice hüzün coğrafyamıza
Sevgilinin
hayali eder bahtiyar bizi
Gelibolu’da
yağmur fırtınaya dönüşür
Sular
kaynar derinden, ateşi yakar bizi
Ürperir
maveradan koparıldıkça ruhlar
Maziden
arda kalan sermaye bakar bizi
Ölü
toprağı serper, gaflet kurşundan ağır
Bir kez
uyumaya gör yılanlar sokar bizi
Doğar
Anafartalar alacakaranlığa
Aynadaki
akisler Hakk’a muştular bizi
Zaman
alevden bir gül, safın önünde kısrak
Düşmanı
haklarım ben dostlardan kurtar bizi
Kirli
çizmeleriyle girer de haremime
Hallac-ı
Mansur gibi beyhude soyar bizi
Kapımın
kilidini çalan dünkü devşirme
Düşünmez,
bir kalemde kızıla boyar bizi
Ay
ışığı düşerken kapkaranlık geceye
Uyanışın
öncüsü, muzaffer sayar bizi
Diner
Çanakkale’de esen acı karayel
Suya
düşer cemreler ısıtır bahar bizi
Savaşlar milletlerin belleklerinden kolay kolay
silinmezler, silinmemelidirler. Maddi ve manevi kültür değerleri onları gelecek
asırlara taşır. Bunlardan birisi de destanlar ve türkülerdir. “Çanakkale içinde
aynalı çarşı/Ana ben gidiyorum düşmana karşı” dizeleriyle başlayan o meşhur
şiir, büyük bir savaşı özetleyen türkü oldu dillerde. Bu türkü ile bir savaş
özetlenir oldu. Bu, geçen zamanla
birlikte halkın dilinde hücrelerimize kadar işleyen koca bir ağıta dönüştü.
Düşmana karşı gidenler bir daha geri dönmediler. Her ana ve her baba
şehitleriyle yatıp kalkar oldu. Yürek yangınları hiçbir zaman sönmedi.
Çanakkale içimde bir hicran uktesidir. Burada nice acıklı
sahne yaşanmıştır. Babamın dedesi de çıktığı Çanakkale seferinden bir daha geri
dönmemiş, geride onlarca yaşlı göz ve buruk gönül bırakmıştır. Şimdi onun
mezarını Çanakkale’de arasak da bulmaya muktedir olamıyoruz. Zira orada şahadet
şerbetini içip beka mertebesine yükselenler, savaşın şiddetli atmosferi altında
alelacele yüzlerce kişilik mezarlara doldurulmuştur. Yeterli istatistikler
tutul(a)mamıştır. Fakat ocaklara düşen acılar ve yangınlar hiçbir zaman
küllenmemiştir. Her gönül kendi istatistiğini kusursuzca tutmuştur. Lakin bu kahramanlar
bize acının yanında gururu da fazlasıyla tattırmıştır. Bunun haklı onuruyla
acılarımız ehvenleşmiştir.
Çanakkale ziyareti gönlümdeki vatan sevdasını
korlaştırmıştır. Ecdadımla gurur duyman gerektiğini ve onların yolundan gitmek
için yapmam gereken onca iş olduğunu bana hatırlatmıştır. Bu toprağın bağrına
düşenlere vefa borcumuzu ödemek için evvela Çanakkale’nin milli bir ruhla
gezilmesi ve oradan dersler alınması elzemdir. Fakat Çanakkale gezisi asla
turistik bir gezi olarak düşünülmemelidir. Çanakkale’nin bir tarih laboratuarı
olduğu bilinmeli ve bu laboratuardaki tecrübeler bize kılavuz olmalı ve ışık
tutmalıdır.
Çanakkale’de ervaha açılan kapıdan geçip maziyle istikbali
temaşa ettik. Kitabe ve abidelerde soluklandık. Denizlerin mavisiyle dünü
söyleştik. Seyit Onbaşı’nın sırrına vakıf olduk. Siperlerin dilinden tarihi
dinledik. Geçmişin boy aynasında geleceğimizi görmeye çalıştık. Cephelerin
kanlı yüzünü seyre daldık. Tabyalarla konuşup hatıralara yollandık. Şehitlerin
manevi atmosferinde ruhlarımızın kirini pasını temizledik.