Şafak söktü yine Suna’m uyanmaz
Hasret çeken gönül derde dayanmaz
Çağırırım Suna’m sesim duyulmaz
Uyan Suna’m uyan derin uykudan


Çektiğim senin elinden
Usandım gurbet elinden
Hiç kimse bilmez halimden
Uyan Suna’m derin uykudan
--------------------------------------------------------------------------

O Dönemde Türkiye’de insanlar yaşları ne olursa olsun gençtiler ve dört gruba ayrılıyorlardı 1- Ülkücü Genç:  Kendilerine Bozkurt diyorlardı- Diğer grup insanlarsa Faşist derdi onlara. Renkleri griydi.  2- Ak-Genç: Kendilerine şeriatçı diyorlardı. Diğer insanlara göre yobaz idiler. Renkleri yeşildi. Ne kokar ne bulaşırlardı. 3- Dev-Genç: Kendilerine Devrimci diyorlardı. Diğer insanlara göre komünist idiler. Renkleri kızıldı çoğunlukla ama sarı olanları da vard 4-Sev-Genç:  Sev-Gençtiler o kadar. Hiç bir renkleri yoktu. Hiç bir idealleri de yoktu. Onlar bukalemun gibi her renge girebiliyorlardı. Haa bir de nesilleri tükenmek üzere olan bir grup daha vardı ki onlara da Atatürkçü deniliyordu. Bu kalabalık yığınlar içinde tamamen yok olmamak için yukarıda belirttiğim ilk üç grup insan topluluğunun birinin yanında sığıntı olarak yaşamaktaydılar ki ben de bunlardan biriydim ve 1. Grup insanlara daha yakındım.

Siz şimdi bakmayın her kesin Atatürk’ü yağma Hasan’ın böreği gibi paylaştığına o dönemlerde On Kasımlarda bile yakalara Atatürk rozetleri yerine başka rozetler takılırdı.
------------------------------------------------------------

Tarih : 6 Mayıs 1979
Yer: Manavgat

Bendeki de ne cesaretti. Manavgat’ı ortadan ikiye bölen köprünün karşısına geçecek ve oradan minibüse binerek üç öğrencimle birlikte denize gidecektim. Sabah sabah gelmişler ve ’ Hocam haydi denize gidelim. ’ Demişlerdi.

Daha bir senelik öğretmendim. Beni abileri gibi görürler ve evime gelir sık sık çay içer sohbet ederdik öğrencilerimle. Aradaki ilişkiler öğretmen-öğrenci ilişkisinden çok abi-kardeş ilişkisiydi.Onları kıracağıma kafam kırılsın daha iyiydi.

Öyle de oldu zaten.

Manavgat Köprüsünün Antalya tarafı grilere yasaktı. Ben gri olarak biliniyordum. Öğrencilerim de griydi. Gerçi onlar zaman zaman öğretmenlere göre renk değiştirirlerdi not kapmak için ya neyse... Onların işi daha da zordu.

Biz, boyumuza posumuza bakmadan yasak bölgeye girdik. Oh çok şükür minibüse sağ salim ulaştık ve yine sağ salim Side’ye vasıl olduk. Yüzdük, güneşlendik, domates,peynir ekmekten ibaret olan muaazzam ziyafetimizi çektik ve dönüş yoluna koyulduk. Büyük bir korku içerisinde minibüsten inip köprüye yöneldik.


Kızıllar, köprü üzerindeydi. ’Aha da ayvayı yedik.’ Diye düşünüyoruk. Yürümeye devam ettik. Çaktırmadan da yan gözle bakıyoruz kızıllara, acaba kalkacaklar mı oturdukları yerden diye. Kalkmadılar. Önce aralarında fısıldaştılar. Biz onların önünden geçip hayli uzaklaştıktan sonra arkama döndüm. Baktım biri bizi işaret ediyor.  Olsun varsın bizim alanımıza girmiştik. Köprünün Alanya tarafı onlara yasaktı.

- Hocam geliyorlar
- Allah Allah akıllarını mı yitirdi bunlar? Buraya nasıl girerler?
- Hocam koşun. İyice yaklaştılar.
- Bu ayakla mı koşacağım? Siz koşun. Yardım çağırın. Bu gün Pazar. Her yer kapalı diye sokuldular buralara kadar. Çabuk koşun bir iki açık esnaf bulsanız bile yeter bunları geri püskürtmek için.

Öğrencilerim koştular. Ama ne açık bir esnaf ne de caddede kimsler vardı. Meğer herkes biliyormuş o günün Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam edilişlerinin yedinci yıldönümü olduğunu. Biz hariç...

Beş dakika sonra etrafımda öğrencilerim de kalmamıştı. Birden gözümün önünde müthiş bir ışık belirdi. Sanki güneş benim gözlerimin içinden doğuyordu. Demir su borusu indi kafamın tam orta yerine önce, dizlerimin tüm dermanını alarak. İki saniye sürmedi boylu boyunca yere uzanmam. Ardından çivili sopa sırtıma sırtıma inmeye başladı. Bir daha...bir daha..bir daha..... sonrasını hatırlamıyorum.....

Halkın Kurtuluşu büyük bir zafer kazanmış ve 6 Mayıs 1972 nin intikamını almıştı.

Halkın Kurtuluşu, bu zavallı ve ezilen halkı kurtarmıştı benim kanımı akıtarak.

Ama daha da ilginç olanı vardı. Hastanede gözlerimi açtığımda başıma biriken arkadaşlarım, Manavgat halkından tanıdıklarım ve öğrencilerim bana’ Geçmiş olsun ’ Diyeceklerine kutluyorlardı.  Dava uğruna gazi olmuştum çünkü. ’Ne davası, hangi dava yahu?’ Demedim. Pisi pisine öleceğimi düşünürken bir kahraman oluvermiştim. Yüce Rabbim şehitliği nasip etmemişti bana. Çünkü bir Müslüman evladından esirgediği şehitliği bir gayrimüslim için saklamıştı. Ama olsun gazilik de az buz bir şey değildi ve ben bunun tadını çıkarmalıydım. Sağolasın Halkın Kurtuluşu. Sayende kahraman bir gazi oldum.

Günler günleri kovaladı. Bir daha saldırıya uğramayayım diye komşum Mehmet abi günlerce elde tüfek kulağı seste benim için nöbet tuttu.

Beni fena halde dövenlerden davacı bile olmadım. Hepsi de tespit edilmişti. Manavgat Lisesinin yıllanmış öğrencileriydi. Hepsi de gariban çiftçi ailelerinin gariban çocuklarıydı. Yok yok onların bir suçu yoktu. Ben bile üç beş öğrenci toplayıp ’ İndirin şunu. ’ Desem uğruma cinayet işleyecek bir sürü beyni benim cebimde olan öğrencim vardı. Onların beyni de kim bilir kimlerin cebindeydi.

******

Yaz tatili gelmişti.

O günlerde pek çok gıda maddesinin olduğu gibi yemeklik yağın da sıkıntısı vardı. Her nasılsa bir kamyon dolusu teneke kutuda (15 kiloluk ) yağ gelmişti Manavgat’a. Herkes gibi ben de hücum ettim ve aldım. Otobüsün bagajına atarak ver elini İstanbul...12 saat sonra annemin o yumuşacık pamuk ellerini öpüyordum. Annem ise en az benim gelmeme sevindiği kadar o bir teneke yağa seviniyordu. Ama kafama ne olmuştu? Bende bir gariplik vardı ama ne?

Abime durumu anlattım ama anneme asla söylemedim. Düştüm filan dedim. Sık sık düşerek bir yerlerimi kırdığımı bildiği için inandı garibim. Abim ise ’ Bırak şu öğretmenliği. ’ Dedi ya mümkün mü bırakmak?

Eve gelişimin ertesi günü faküldeden arkadaşım Suna’lara gitmeye karar verdim. Uzun zamandır tek bir haberini alamamıştım. Şimdi o da evde olmalıydı. Bir sürpriz yapmalıydım ona. Hem kim bilir belki birlikte en azından bir sinemaya filan giderdik. ( Yaz günü ? ) Yaaa ne bileyim işte bir şeyler yapardık her halde. Umut bu.

Bana verdiği adresinden Suna’ların evi kolayca buldum. Hem Bakırköy hiç de yabancısı olduğum bir yer değildi. Orada daha önce muhtar katipliği yaptığım için tüm sokakları ezbere bliyordum.

Kapıyı aynen Suna’ya benzeyen bir kız açtı. Sunadan daha yaşlıydı ama.

- Mamaaaaa koş Sami geldi.

Sami mi ? Beni nereden tanıyorlar ki? İlk defa karşılaşıyorum ailesiyle.

Pek de yaşlı olmayan ama hayatın acıları yüzüne adeta yapıştırılmış, esmer bir kadın nefes nefese geldi hemen.

- Hoş geldin Sami evladım. İçeri buyur.
- Suna’ya bakmıştım teyze. Ben onun fakülteden arkadaşıyım. Hem beni nereden tanıyorsunuz şaşırdım doğrusu.

Kadıncağız ve Sunanın ablası başladılar göz yaşı dökmeye.

- Gel, gel, içeri buyur. Bu evde seni tanmayan bir Allah’ın kulu yok. Haydi buyur içeri.

Bu kadar sese Suna’nın mutlaka çıkması lazımdı ortaya ama yoktu.

- Teyzeciğim. Rahatsız etmeyeyim. Suna varsa onunla görüşecektim.

Kadın ’Ah Suna ah. ’ Dedi ve daha şiddetli bir şekilde ağlamaya başladı.

- Gel evladım gel. İçeri gel de anlatayım sana Suna’yı.

Karnıma bir sancı girmeye, yüreğimde bir ezilme duymaya başlamıştım. Kötü birşeyler olmuştu ama ne?

İçeriye girdik.

Gülvart anne ( Suna’nın annesinin adı buymuş. Gül ,malum Peygamberimizin kokusunu taşıyan çiçek. Vart ise Ermenicede Gül demekmiş. ‘’Gül+Gül’ yani. Hem Türkçe hem Ermenice...) Elinde bezlere sarılı ufak bir kutu ile geldi içeri az sonra.

- Evladım. Metin ol. Suna şimdi Yüce İsa’nın yanında. Rabbim onu bizlerden aldı. 6 Mayıs günü Deniz Gezmiş adına yapılan bir anma toplantısından dönerken bunların grup ile Ülkücüler çatışmaya girmişler. Suna gruptan kaçamamış. Kısacası oğlum, kör bir kurşun aldı Sunamızı bizden.

Dünya başıma yıkıldı. Demek ki Manavgat’ta Devrimciler beni devirirken aynı anda da bizimkiler de Suna’yı devirmişlerdi kara toprağın üzerine. Yüce Rabbim benden esirgediği şehitliği(!) bir Ermeni kızına nasip etmişti. Ama hepsi keşke bu kadar olsaydı.

Gülvart anne benim gözyaşlarım içinde, elideki kutuyu açtı. İçinden bir hatıra defteri çıkardı. Defterin ortasındaki fotoğrafı uzattı önce bana. Ben, Suna ve fakülteden bir kaç arkadaş vardı o fotoğrafta. Yarısı komünist, yarısı faşistlerden oluşan bir grup...İki tane de Şeriatçı vardı ama fakülte kuralları mucibince(!) herkes Ülkücü olmak zorundaydı. Aksi düşünülemezdi o yıllarda İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde.Hele de bölümünüz Tarih ise..Tabii ki amacınız sadece okumak ise.

 Benim resmim kalemle bir daire içine alınmıştı.

Daha sonra Gülvart anne defterin bir sayfasını açtı.

- Al oku..

Okudum. Şunlar yazıyordu:

’Sami.

Diğer faşistlere hiç benzemiyor. Çok farklı biri. Ona karşı açıklayamadığım şeyler var içimde. Seviyor olabilirim. Ama imkansız. Bu fikri kafamdan atmalıyım. Hem o katı bir Müslüman, ben ise Ermeniyim. Olmaz...Olamaz.... Keşke her şey çok farklı olsaydı.’’


Artık dayanamadım. Kaç saat ya da kaç dakika, belki de bir asır sonra uyandığımda Gülvart anne ve Suzan ( Suna’nın ablası ) kolonya ile şakaklarımı ve bileklerimi ovmaktaydılar.

- Bu fotoğrafı ve defteri bana verebilir misiniz?
- Kusura bakma evladım. Canımı iste onları isteme benden.
- Peki o zaman. Sizden bir ricada bulunabilir miyim?
- Buyur evladım.
- Sizi bir kez daha ziyarete gelebilir miyim?
- Ne zaman istersen evladim.

Hemen oradan çıktım ve Ayvansaray’daki o 150 yıllık ahşap binaya yani Eyüp merkezden sonra sonra yine Eyüp’ün semtlerinden biri olan Ayvaansaray’daki evimize koştum( Koştum dememe bakmayın bu topal bacakla nereye koşuyorsun? ) Annemin ’ Ne oluyor oğlum nedir bu telaşın. Hem neden ağlıyorsun böyle? ’ Sorusuna hiç bir cevap vermeden Manavgat’tan getirdiğim valizimi açtım. İçindeki eski günlüğümü kaptığım gibi tekrar Bakırköy’e doğru yol almaya başladım. Akşam ezanı çoktan okunmuştu.

- Teyze ben yine geldim.
- Buyur evladım sefalar getirdin. Gel içeri..
- Teyze ben sana bir şey getirdim. Yalnız bu arada akşam namazım kaçıyor. Müsaade ederseniz burada kılabilir miyim?
- Ne demek evladim. Tabii ki.

Suzan’a seslendi

- Suziiiii Sami Bey’e bir seccade getir.

Seccade mi? Bir ermeninin evinde seccade?

Anlamıştı Gülvart anne.

- Gelen Müslüman komşular için.

Ben akşam namazını kılarken Gülvart anne göz yaşları içinde benim defterimdeki şu satırları okuyordu:

‘’Suna...

Diğer komünistlere hiç benzemiyor. Çok farklı biri. O kadar güzel ki her zaman aklıma ’ Koklamaya kıyamam/ Benim güzel manolyam şarkısını getiriyor. Ona sırılsıklam aşığım. Ama imkansız. Benim gibi bir topalı ne yapsın. Ayrıca sağlam olsam da olmaz. Bir Müslümana kız verir mi hiç bir Ermeni aile? Olmaz, Olamaz. Aklımdan silmeliyim.


Silemedim be Suna. Silemedim işte ne yapayım silemedim.

&autoplay=1" frameborder="0" allow="accelerometer; autoplay; encrypted-media; gyroscope; picture-in-picture" allowfullscreen>
( Uyan Suna’m Uyan Derin Uykudan başlıklı yazı Sami Biber tarafından 28.01.2020 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.