…
Nihal’in Keşanlı ile sözlenme
videosunu almış, bir anda kendini ihanete uğramış olarak hissetmişti. Nihal’in
‘Seni seviyorum” sözleri nerede kalmıştı? Onun bu durumunu ihanet olarak
yorumlamıştı. İhanetin telafisi, kahpeliğin bahanesi olur muydu?
Başıboş bir rüzgâr gibi geçerken şehrin
sokaklarından bir yaprağı bile incitmişliği yoktu. Savaşta insan hayatta kalmak
için çırpınırken, yaşarken de hayatta savaşmaktan bir türlü kurtulamıyordu. Aynaya
baktı. Nerdeyse aynadaki adamı tanımayacaktı.
O gün, gün boyu odasına kapanmış ve
odadan bile dışarı çıkmamıştı. Gecenin iskelesine yaşanıp, kendi yalnızlığı ile
baş başa kalmayı tercih etmişti. Karanlığın
bile kendine göre bir endamı vardı. Yüreğinin içindeki fırtınaya söz geçirebilseydi,
acıları ve aldanışları belki biraz hafifleyecekti. İstese de, istemese de külde
ateşin, ateşte küllerin izi kalıyordu. İnsan aklını yitirdiği için değil de,
kalbinin ritmini yitirdiği için deliriyordu. Aklının kibri ile kalbinin alçak
gönüllülüğü ezeli rekabetini sürdürmeye devam ediyordu. Yemeğe inmemiş, getirilen yemeği bile
yememişti.
Ne kızların, ne de yaşlı adamın
çağrısına cevap vermemiş, bir süre hırsından ağlamıştı. Yaşlı adam ve kızları
bir ‘Ne oldu? Neler oluyor? Diye korkuya kapılmışlardı. Mezarlıklar suskun olsa
da, ölüm hükmünü icra ediyordu. Korku ve umut bu toprağın en yaman açan
çiçekleriydi.
Kadın veya erkek olmak belki bir
ayrıntıydı, ama şeytan da bu ayrıntıda gizliydi. Evdekilere haber bile vermeden
bir süre ortalıktan kaybolmuştu. Şehrin yanaklarından hüzünlü vapurlar kalksa
da, dalgaların hıçkırık bozuğu dudakları ıslansa da, gelecek için çatlayacak
anı bekleyen bir ümit tohumu gibiydi. Bir hayalin cilvesiyle bir kalbin
zirvesine çıksa da, anonim yalnızlıklardan kurtulamıyordu. Onu severken,
kendini de sevmeyi öğreniyordu. Bir parmağın bile, bir yüzük taşından daha
değersiz olduğu dünyada el ele tutuşmanın ne anlamı olabilirdi ki!
İnsanın doğal olmadığı bir
coğrafyada, hangi dert ve çile daha değerli olabilirdi ki? Daha çok elektronik mesaj, daha çok yalnızlık
çağına giriş yapmak, kıyamet denen şey bir duygusal kısa devreden ibaret değil
miydi? Ayrılığın baş tacı, hüznün sultan
edildiği, yalnızlığın bir yaşam biçimi haline geldiği dünyada, insanlar yaşanan
duygusal soykırımlara duyarsız kalabiliyordu.
Bir yazarın; ‘Bir aşkın kaderini
ayrılık belirlemez, kederin aşkı belirler’ sözlerinin ayakları havada
kalıyordu. O avuçlarının arasından kayıp gitse de, hayatın ayaklarının arasından
kayıp gitmesine izin vermeyecekti.
Hiç alışık olmadığı bir yalnızlıkla, gölgesini
şehrin kaldırımlarında gezdirip durdu. Olup bitenleri bilmek yerine,
anlayabilmeyi ne kadar çok isterdi. Nasıl ki haritalar bir çizikten öte, o
çizgilerin altında milyonlarca insanın mezarı varsa, üzerine çizik çekilen
sevgi de sadece bir sevgiden ibaret olmadığını iliklerin kadar hissederek
yaşıyordu.
Sinirleri yatışınca içindeki yaraya
rağmen eve dönmüş, Yaşlı Adama dönerek; “Bana bir teklifin vardı. O hala
geçerli mi? Diye sormuştu. Yaşlı Adam, komutanı tanıdığı günden beri bu anı
bekliyordu.
Onun evli olmadığını görmüştü ama
gönlünde birinin olup olmadığını bir türlü kestirememişti. Ama araya bir
ayrılık rüzgârının girdiğini, rüzgârın sert estiğinin farkına varmış, ayağına
gelen bu fırsatı kaçırmak istememişti.
Komutanının son günlerde ne
yaşadığını bilmeden ve sorgulamadan; “Elbette be komutan!” demişti. Ardından
sözlerine devam etmişti. “Verilen söz, verilmesi gereken borç gibidir. Söz
namustur be komutan!”
Komutan, adamın konuşmasını dinlemiş,
konuşasının samimi olup olmadığına bakmıştı. Adam ilk günündeki gibi samimi ve
sözlerine sadık olduğunu görmüştü. Tüm dünyada olağanüstü günlerin yaşandığı şu
günlerde, kimseyi bir araya getirme imkânı yoktu. Ve iş başa düşmüştü. Kendi
işini kendisi görecekti.
Komutan durdu ve derin bir nefes
aldıktan sonra; “Allah’ın emri, peygamberin kavli üzere, kızın Minel’i kendime
eş olarak istiyorum,” dedi.
Yaşlı Adam içeriye seslenerek; “Kızım
Minel buraya gel…” dedi. Minel koşarcasına babasıyla komutanın yanına geldi. “Buyur
baba,” diyerek babasına baktı. Ortada farklı bir durumun olduğunu yüreğinde
hissetti. Göğsü koşup gelmiş bir ceylan yavrusunun göğsü gibi çarpmaya başlamıştı.
Adam baştan aşağı gelen kızına baktı. Diğer kızlarını da seviyordu, ama Minel’i
bir başka seviyordu. Minel; su gibi akışkandı, zorlaştırmayı değil
kolaylaştırmayı seven bir yapısı vardı. Ruhu zengin, yüreği pırlanta gibiydi.
Babası; “Kızım, komutan seni kendine
eş olarak ister. Senin de bu işe rızan var mıdır?”
…
Ant. - 040420
...
Devamı var
....