TÂĞÛTLARDAN KALBEN İSTEMEDEN HÜKÜM TALEB ETMEK CÂİZ MİDİR?
Mukaddime:
Rahmân ve Rahîm olan Allâh’u Teâlâ’nın Adıyla…
Hamd, Allâh’a mahsustur. O’na hamd eder, O’ndan yardım ve mağfiret dileriz. Nefislerimizin şerrinden ve amellerimizin kötülüğünden O’na sığınırız. O’nun hidâyete erdirdiğini hiç kimse saptıramaz, saptırdığını ise hiç kimse hidâyete erdiremez. Şehâdet ederim ki, Allâh’tan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed aleyhisselâm O’nun kulu ve Rasûlü’dür…
Bundan sonra:
TÂĞÛTA MUHÂKEMENİN HÜKMÜ HAKKINDA GETİRİLEN ŞÜPHELERE CEVÂBLAR
Şüphe: Tâğûtlardan kalben istemeden hüküm taleb etmek câiz midir?
Hamd ve hüküm, Allâh Subhânehu ve Teâlâ’ya mahsustur.
Getirilen bu şüphenin tafsilâtı şöyledir: “Tâğûtlardan seve isteye
hüküm taleb etmek küfürdür. Ancak onların kâfir olduklarına inanıp, kalben
buğzederek hüküm taleb etmek, küfür değildir. Zîrâ kişi bu fiili istemeden
yapmaktadır…”
Ey hakka ittibâ ederek bâtıldan da yüz çevirmeyi kendine ilke
edinmekle emrolunan kardeşlerim, bilmelisiniz ki! İrade yani bir şeyi istemek ve
arzulamak, kalbin amelidir. Kalbin amellerinin göstergesi ise uzuvların ortaya
koydukları fiillerle belli olur. İslâm’da esas olan kalbin durumuna göre değil,
kişinin zâhirine göre hükmetmektir. Bu üzerinde icmâ edilmiş bir kâidedir.
Nitekim Usame radîyallâhu anh, bir baskın esnasında, yakalandıktan
sonra canını kurtarmak için “lâ ilâhe illallâh” diyen birini öldürdüğünü
Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e söylediğinde, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi
ve sellem Usame radîyallâhu anh’ı kınamış ve defalarca: “O’nun kalbini mi yarıp
baktın?” buyurmuştu. [(SAHİH HADÎS:)
Müslim (158); Ebû Dâvûd (2643)…]
Buna binâen İmâm Nevevî rahîmehullâh, şöyle demiştir: “Rasûlullâh
sallallâhu aleyhi ve sellem’in ‘O’nun kalbini mi yarıp baktın?’ sözünde, fıkıh
ve usûlde, hükümlerin zâhire göre verileceğine ve gizli olan şeylerin Allâh’u
Teâlâ’ya havâle edileceğine dair bilinen kâide hakkında delîl bulunmaktadır.”
[Nevevî, el-Minhâc fî Şerhi Sahîhi Müslim: 2/107.]
İmam İbn Hacer rahîmehullâh ise şöyle demiştir: “Dünyâ
hükümlerinin zâhire göre verileceği hususunda âlimlerin hepsi icmâ
etmişlerdir.” [İbn Hacer, Fethu’l-Bâri: 12/273.]
Ömer bin Hattâb radîyallâhu anh bir hutbesinde şunları
söylemiştir: “Ey insânlar! Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in aramızda
bulunduğu ve vahyin inmeye devam ettiği zamanlarda Allâh’u Teâlâ sizin hâlinizi
bildiriyordu. Böylece biz de sizleri tanımış oluyorduk. Ancak bugün Nebî
sallallâhu aleyhi ve sellem vefat etti ve vahiy de kesildi. Bu yüzden sizi
söylediklerinizle ve yaptıklarınızla tanıyoruz. İçinizden kim açıkça hayır ve
iyilikler yaparsa onu iyi birisi olarak tanır ve severiz. Kimin de kötülükler
yaptığını görürsek onu da kötü olarak tanır ve kendisine buğzederiz. Biz ancak
zâhire göre hüküm veririz. İç âleminiz ise sizinle Rabb’iniz arasındadır…”
[Câhız, el-Beyân: 3/138; Kandehlevi, Hayatu’s-Sahâbe: 3/186.]
Şeyh Abdurrahmân bin Hasen rahîmehullâh şöyle demiştir: “Dünyâdaki
hüküm ve ilişkilerin belirlenmesindeki davranış şekli, görünürdeki duruma göre
belirlenir.” [Abdurrahmân bin Hasen, Fethu’l-Mecîd: 113.]
Bu sebeble geçerli bir ikrah gibi şer’î esaslarla müstesna kılınmış bir hal olmadığı sürece, kalbin durumunun kişilere dair hüküm verirken bir önemi yoktur. Bu -ifâde olunduğu üzere- ilim ehli tarafından üzerinde icmâ edilmiş bir konudur. Öyleyse tâğûttan hüküm taleb eden bir kimse, bunu istemediğini iddia etse dâhi tâğûta muhâkeme olmuş demektir. Zîrâ:
“Allâh’ın Şerîatı’nın dışındaki bir şerîata muhâkeme olmak, tâğûta
muhâkeme olmaktır.”
Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye rahîmehullâh şöyle demiştir: “Allâh’ın
Kitâb’ı dışında hüküm veren ve kendisine muhâkeme olunan kimseye ‘tâğût’ ismi
verilmiştir. Fir’avun’a da işte bu sebeble tâğût denilmiştir.” [İbn Teymiyye,
Mecmûu’l-Fetâvâ: 28/200.]
İmâm İbn Kayyim rahîmehullâh ise şöyle demiştir: “Kim Rasûlün
getirdiğinin dışında bir hüküm verir veya bu hükme muhâkeme olursa işte o,
tâğûtu hakem tayin etmiş ve tâğûta muhâkeme olmuştur.” [İbn Kayyim, İlâmu’l-Muvakkıîn: 1/40.]
Şeyh Abdurrahmân bin Hasen rahîmehullâh, şöyle demiştir: “Her kim
Allâh’ın Kitâbı ve Rasûlü’nün Sünneti dışında bir şeye başvurarak ona muhâkeme
olursa, tâğûta muhâkeme olmuş demektir. Oysa Allâh mü’min kullarına, onu red ve
inkâr etmelerini emretmiştir.” [Abdurrahmân bin Hasen, Fethu’l-Mecîd:
391-392.]
Şeyh Şankîtî de şöyle demiştir: “Allâh’ın Şerîatı’nın dışındaki
bir şerîat’a/kanunlara muhâkeme olmak, tâğûta muhâkeme olmak demektir.”
[Şankîtî, Edvâu’l-Beyân: 7/50.]
Tâğûta muhâkeme olan kişi ise yapmış olduğu küfür fiilinin fâili olarak sorumludur. Çünkü bunda rızâ düşse dâhi, ihtiyar (tercih) düşmemektedir.
Nitekim Allâh Subhânehu ve Teâlâ, şöyle buyurmaktadır:
"Kalbi imanla dolu olduğu halde zorlananların dışında, her kim; imanından sonra Allah´ı tanımayıp küfre göğüs açarsa; işte Allah´ın gazabı onların üzerinedir. Ve onlar için büyük bir azab vardır." (Nahl: 16/106)
Buyruğu hakkında tabiinin büyüklerinden İmâm Katâde rahîmehullâh şöyle demiştir: “Onu tercih ederek ve seçerek yapan kimse demektir.” [İbn Cevzî, Zâdu’l-Mesîr: 2/587.]
Sonra tarihte hiçbir müşrik, işlediği şirk sebebiyle müşrik olduğunu kabul etmemiş, kastının küfre girmek olduğunu söylememiştir. Hıristiyanlar ve Yahûdîler buna öncelikli olarak dâhildir.
Allâh Subhânehu ve
Teâlâ, şöyle buyurmaktadır:
"De ki: Size amel bakımından en çok kayıpta bulunanları haber vereyim mi?" (Kehf:
18/103)
"Onlar ki; güzel iş yaptıklarını sandıkları halde dünya hayatındaki çalışmaları boşa gitmiştir." (Kehf: 18/104)
"İşte onlar, Rabblarının ayetlerini ve O´na kavuşmayı inkar edenlerdir. Bunun için yaptıkları boşa gitmiştir. Kıyamet günü Biz, onlara değer vermeyeceğiz." (Kehf: 18/105)
Müfessirlerin imâmı İbn Cerir et-Taberî rahîmehullâh, bu âyet-i
kerîmelerin tefsîrinde şöyle demiştir: “Bu, Allâh’u Teâlâ’nın birliğini
bildikten sonra, onu inkâr etmeyi kastetmedikçe kimsenin kâfir olmayacağını
iddia edenlerin yanıldığının en açık delîllerindendir. Allâh’u Teâlâ’nın
birliğini bildikten sonra onu inkâr etmeyi kastetmedikçe kimsenin kâfir
olmayacağı sözü doğru olsaydı, Allâh’u Teâlâ’nın haklarında ‘De ki: Size işler
bakımından en çok ziyana uğrayanları bildirelim mi? İyi işler yaptıklarını sandıkları
halde, dünyâ hayatında çabaları boşa giden kimselerdir’ buyurduğu kişilerin
bundan dolayı sevap kazanıp mükâfat almaları gerekirdi. Hâlbuki iş
söylediklerinin aksinedir. Çünkü Allâh’u Teâlâ, onların kendisini inkâr
ettiklerini ve amellerinin boşa gittiğini bildirmiştir.” [Taberî,
Câmiu’l-Beyân: 18/128.]
Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye rahîmehullâh, şöyle demiştir: “Kim
küfür olan bir söz söyler veya küfür olan bir ameli işlerse kâfir olmayı
kastetmese dâhi bu sebeble kâfir olur. Çünkü Allâh’ın diledikleri müstesna hiç
kimse kâfir olmayı kastetmez… [İbn Teymiyye, es-Sârimu’l-Meslûl: 178.]
Riddet, buna yol açan belli
bir sebebten dolayı meydana gelebileceği gibi, dîni değiştirme veya risâleti
yalanlama kastıyla da meydana gelebilir. Tıpkı İblisin küfrünün rubûbiyyeti
yalanlama kastı ile olması gibi. Gerçi böyle bir kastının olmaması ona fayda
vermez. Kendisini küfre sokacak sözü söyleyen (ya da ameli işleyen) kişiye
küfrü kastetmemesi fayda vermez (kâfir olur).” [İbn Teymiyye,
es-Sârimu’l-Meslûl: 370.]
Şeyh Muhammed Hâmid el-Fakî rahîmehullâh ise tâğûtlara muhâkeme
olmanın hükmü hakkında şöyle demiştir: “Yes’ak gibi hatta ondan daha şerli olan
şey ise; kan, ırz ve mallar hakkında Allâh’u Teâlâ’nın Kitâbı’nda ve Rasûlü’nün
Sünneti’nde hükümler açıkken, kişinin batılıların kanunlarını bu konularda
kendisine kanun edinip, onlara muhâkeme olmasıdır. Böyle yapan kimse şüphesiz
kâfirdir, mürteddir. Bu ameller üzerinde ısrar ettiği ve Allâh’u Teâlâ’nın
indirdiği hükme dönmediği müddetçe onun Müslüman olarak isimlendirilmesi,
İslâm’dan olduğu açık olan namaz, oruç, hac ve bunlar gibi amelleri yerine
getirmesi kendisine hiçbir fayda sağlamaz.” [Fethu’l-Mecîd: 396 (Dipnot: 1).]
Diğer taraftan ilgili âyette îmân iddialarının yalan olduğu
zikredilen kimseler daha tâğûta muhâkeme bile olmamışlardır. Sâdece muhâkeme
olmayı istemekle îmân iddiaları boşa çıkmıştır. Dikkat edilirse Allâh’u Teâlâ
burada: “Tâğûtun hükmüne başvurdular, böyle bir fiili hoş karşıladılar, tâğûtun
hükmüne itaat ettiler” dememiş aksine şöyle buyurmuştur: “Tâğûta muhâkeme
olmayı istiyorlar. Oysa onlar onu reddetmekle emrolunmuşlardı.” O halde onlar,
Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in getirdiğinin dışında bir şeyin
hakemliğine gitme noktasında daha işin başındadırlar. Yani daha tâğûtun hükmüne
gitmemişlerdir bile. Bununla beraber Allâh’u Teâlâ onların îmânını yok saymış,
böyle bir şeyi istemelerinden dolayı onları kınamıştır…
Şeyh Muhammed bin İbrâhîm rahîmehullâh, Nisâ Sûresinin 60. âyet-i kerîmesini zikrettikten sonra şöyle demiştir: “Muhakkak ki Allâh’u Teâlâ, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in getirmiş olduğu hükümlerden başka bir hükme gitmek isteyen münâfıkların îmânını yok saymıştır. Âyette geçen ‘zannediyorlar’ kelimesi onların îmân iddialarını bir yalanlamadır. Çünkü îmân iddiası ile birlikte Rasûlullâh’ın getirdiği hükümlerin dışında başka bir otoritenin hakemliğine gitmek, bir kulun kalbinde asla bir araya gelmez. Bilakis bu iki durum birbirinin tam tersidir. Allâh’u Teâlâ’nın ‘Oysa onlar onu reddetmekle emrolunmuşlardı’ kavlini bir düşün! Burada beşerî kanunları ortaya atanların Allâh’u Teâlâ ile büyük bir inatlaşma içinde oldukları, bu hususta Allâh’u Teâlâ’nın isteklerinin tam tersini yaptıkları görülmektedir. Esas olarak onlardan istenilen ibâdet ettikleri tâğûtların kanunlarına başvurmak değil, bilakis tâğûtu tanımamaları ve onu inkâr etmeleridir. [Sefer Havâlî, Şerhu Tahkîmi’l-Kavânîn: 24 vd.]
Allâh Subhânehu ve Teâlâ, şöyle buyurmaktadır:
"Zulmedenler, sözü; kendilerine söylenenden başkasıyla değiştirdiler. Biz de fasıklık etmelerinden dolayı o zalimlerin üstüne gökten korkunç bir azab indirdik." (Bakara: 2/59)
Kardeşimlerim! açık olarak anlayacağınız üzere, tâğûtlardan kalben buğzederek hüküm taleb etmek, kişiyi küfre girmekten kurtarmaz. Bu şeytânın ayak kaydırıcı bir fitnelerinden bir fitnedir. Rabbimiz Allâh Azze ve Celle’den ümmeti bu tip fitnelerden tez zamanda kurtarmasını niyâz ediyorum. Allâhumme Âmîn.
Hamd âlemlerin rabbi olan Allâh’a mahsustur. Salât ve selâm
yaratılmışların en hayırlısı Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’in, âlinin ve
ashabının üzerine olsun.
Yardım ve başarı, izzet ve şeref Allâh’tandır.
O, her şeyin en iyisini bilendir.
Muvahhid Kullara Selâm Olsun.
KAYNAK :
Abdullâh Saîd el-Müderris.