Nefes
almaya burada başlamış gibiydim. Adeta kendimi bildim bileli. Zaman mefhumunu
kaybetmiştim sanki. Ne ilerisi ne de gerisi yoktu. Birbirini taklit eden rutin
günler, kitap kokusu ve aynı yüzlerle dolu bir kütüphane.
Ama Son zamanlarda farklı bir şey
olmuştu. Buna sebep; küçük bir çocuğun varlığı! Dikkat ve merakımı çekmeye
yetmişti. Çocuk mu değil mi emin değildim. Sahi kaç yaşındadır? On iki de
olabilir on yedi de. Ve kimdi? Yaklaşık dört aydır, her sabah hiç aksatmadan,
aynı saatte kütüphanenin kapısında hazır bekler, kapıyı açtığım an içeriye
sessizce süzülürdü. Raflardan kalın birtakım kitapları ve pek kıymetli gazete
arşivinden bir tomar gazete alırdı. Boynu taşıdığı yükün altında ezilerek,
güçlükle en köşedeki masaya geçer, akşama kadar öylece oturur, bir şeye
bakardı. Meraktan içim içimi yiyor, elimden bir şey gelmiyordu. Bir kez olsun
sesini duymamıştım. Ne de bir yaramazlığını. Varla yok arası bir çocuktu.
Kış iyiden iyiye bastırmış, kar diz
boyu, yollar kapanmıştı. Sabah dişlerim çeneme vura vura, titreyerek zor attım
kendimi kütüphaneye. Bir an önce sobayı yakmak için telaşla koşturdum kömürlüğe
ve sobaya atarak tutuşturdum. Kimsecikler yoktu henüz, mutfağa girip çayı
demlerken, çocuğun geldiğini görünce, izlemeye başladım. Minik elleri sobaya
yapışık, dal gibi boynu bükük, gözleri yerde sabit bir noktaya dikili, öylece
duruyordu karşımda. Ne vardı ki yerde? Sadece tahta döşemeden başka bir şey
yoktu. Deli midir nedir diye kendi kendime söylenirken;
-
Hişştt delikanlı! İstifini bozmaması canımı
sıktı ve sinirlendirdi.
-
Sana diyorum ! Sağır mısın be!
Ağır
ağır başını kaldırıp, çatılmış kaşlarının altından; ürkek mi yoksa hırçın,
kızgın mı olduğunu anlamadığım bir bakış fırlattı. Ne diyecek diye beklerken, o
hiç umursamadan kitap raflarının arasına atmıştı bile kendini. O sırada birer ikişer öğrenci ders çalışmak
için gelmeye başlamıştı. Ancak aklımda tek bir şey vardı! Daha adını bile
bilmediğim; adımsız ve adsız bu çocuğa karşı şiddetli bir merak içindeydim.
Beni saran aşırı meraktan bu kez kurtulmaya kararlıydım. Neye bakıyordu bu
çocuk günlerdir? İzlemeye başladım onu. Karşı tarafın en köşesinde durdu. Eli
klasikler bölümünde geziyordu. Hepsinin sırasını eksiksiz biliyordum.
Dostoyevski’nin “ Suç ve Ceza” , W.
Hugo’nun “Sefiller” , A. Dumas’ın “Üç Silahşörler” kitaplarını çekti aldı bir
çırpıda. R. Nuri’nin “ Yaprak Dökümü”
kitabını da alıp, en arkadaki rafa yöneldi. Yaptığı en ufak hareketi kaçırmamak
için gözümü bile kırpmıyordum. İşte şimdi yakalamıştım onu! Bu kitaplar işin
kılıfıydı. Aldığı kitaplar, onun anlayabileceği tarzda değildi zaten. Her gün
yanına bir yığın kitap alırdı. Neden mi? Çünkü gazete arşivindeki bir şeye
baktığı anlaşılmasın diye. . Sabahtan aldığı kitaplara şöyle bir göz gezdirirdi
aceleyle. Sonra akşam karanlığına kadar o gazetelerdeki bir şeye bakar dururdu.
Merakım gittikçe önüne geçilmez bir hal alıyordu.
Kararlıydım, bugün açığa
çıkacaktı her şey! Yavaşça, hissettirmeden, arka tarafından dolanarak yaklaştım
yanına. Gelişimi sezmiş olmalı ki anında elindeki gazeteyi gizleyip; kalınca
bir kitabı okumaya başlamıştı. Hafifçe öksürüp, karşısına geçip oturdum. Bakışlarını bir an olsun kitaptan
ayırmıyordu. Bu tavrı beni iyice sinirlendirmişti.
-Nasıl
oluyor da günlerdir, sabahtan akşama kadar aynı gazeteye bakıyorsun? Öfkeyle
sorduğum sorudan sonra, başını kaldırıp, yarı açık gözlerle, baktı yüzüme.
-
Ha şöyle ! Nihayet baktın yüzüme!
-
…
-
Ne o adam yerine mi koymuyorsun beni!
-
Yok abi ondan değil!
Derinlerden
gelen bir sesi vardı, oldukça boğuk.
-
Neyden o zaman ?
-
Hiç!
-
Açık konuşayım mı delikanlı? Aylardır benimle birlikte kütüphaneye girer, akşam
olunca benimle birlikte çıkarsın. Masadaki kitapları okumuyorsun. Senin için
önemli olan sadece şu gazetelerden biri!
Başını
yere indirmiş, yine susmaya başlamıştı.
-Annen,
baban, ailen yok mu senin ?
Bu
sözüm şok etkisi yarattı çocukta.
Dünyası başına yıkılmış, ezik bir hüzünle, baktı mahzun gözleriyle.
-Evin
yok mu? Okula da mı gitmezsin sen?
-Gitmem!
-Niye?
-İşte!
Bıraktım ben okulu. Deyip omuz silkti.
-Sen
ne arıyorsun o gazetede?
-Hiiç…
-Nasıl
hiç?
-Hiç
işte hiç!
-
Abi, bu gazetelerden birini alsam, gitsem, izin verir misin?
-
Hangi gazeteymiş o?
-
Şu işte ! Deyip işaret etti.
-
Ha bak o olmaz işte! Bunlar devlet malı, alıp gidemezsin. Ama buraya gelip
istediğin kadar bakabilirsin. Götürmek yasak!
Çaresiz,
büktü boynunu ve gömüldü elindeki kitaba.
-Ben
kalkayım. Deyip yalnız bıraktım.
Ne olabilirdi ki o gazetede bu
kadar, eve bile götürmek istediği? Dünkü konuşmamızdan cesaret alarak, öğle
saatlerinde yanına yaklaşıp;
-Delikanlı,
sana zahmet şu karşıdaki bakkaldan bana bir paket sigara alır mısın? Paranın
üstü sende kalsın.
-
Olur abi.
Adımsızca çıkıp gitti kütüphaneden.
Gittiğinden
emin olunca, masasına koştum hemen. Aradığım gazeteyi buldum. Üçüncü sayfası
katlanmış vaziyette duruyordu. Merakla açıp bakmamın ardından hayal kırıklığı
geçirdim.
“Bunlar
neydi ki böyle? Bunca zaman bakacak, dalıp gidecek ne vardı? Kazalar, ölümler…
Hiç de tahmin ettiğim şeyler yoktu burada. Bunlara mı bakıyordu yani aylardır?”
Tadım kaçmıştı, fırlatıp attım
gazeteyi. Başımı çevirdiğimde kızgın bakışlarla karşılaştım. Ağzımı açıp bir
şey söylememe bile müsaade etmeden , arkasını dönüp koşarak uzaklaştı. Çok
pişman olmuştum yaptığımdan. Günlerce belki gelir diye bekledim. Ama nafile… Keşke hiç bakmamış olsaydım o gazeteye. Ne
vardı yani, neyin merakıydı bu kadar? Halbuki sebep; kendimi eğlendirmekmiş,
çocuğun yokluğunda anladım. Aradan çokça zaman geçince, karar verdim çocuğu
sorup soruşturmaya. Zamanla da epey bilgi edindim hakkında.
Meğer
kasabada, yıllar önce çok vahim bir trafik kazası yaşanmış. Kazada küçük
çocuğunu ölümden kurtaran anne , kendi canından olmuş. Çocuğun babası da çok
geçmeden annesinin yanına gidince; çocuk dedesiyle yaşamaya başlamış. Çocuk
yıllar yılı anne hasretiyle yanıp tutuşarak büyüyor, sürekli annesini soruyormuş
dedeye. Ancak elinde tek bir fotoğraf karesi dahi olmayan yaşlı adam.
Üzüntüsünden çareler aramaya başlamış, bulmuş da. Çocuğa gazete arşivlerinden
bahsetmiş.” Kaza yılının gazetelerinden biri annenin fotoğrafını bastırmıştı
haberin bir köşesine.” Deyince Çocuk da bunun üzerine, aylarca kütüphaneye
gidip gelmeye başlamış işte. Her gün akşama kadar annesine bakar dururmuş
meğer. Kendime kızgınlığım bir türlü geçmiyordu. Ne vardı çocuğun huzurunu
bozacak sanki, gelip giderdi gariban işte.
Çalışma
masamın gözünden makas alıp, gazetedeki kadının fotoğrafını kestim. Huzur dolu,
kahramanca bir ifade vardı kadının yüzünde. Alıp cüzdanıma yerleştirdim
fotoğrafı. Gün gelir de adımsız ve adsız çocuk annesini benden sorar düşüncesi
ve hayaliyle. Çocuğun hayatımda olmadığı zamanlar gibiydi yaşamım yine. İçimde, bir gün çocuğun gelip de annesini
benden alacağı umuduyla, o fotoğrafı hala taşıyorum!