Sabaha
karşı telaşla çaldı telefon. Akşamdan kalma olduğu için henüz
ayılamamıştı Semih. Yarı kapalı gözler, kurumuş bir ağız, hırıltılı bir
sesle açtı telefonu. Duyduklarını umursamadan, derin bir uykuya daldı ardından.
İşe giderken üst üste aramalar sıklaşınca
yanıtlamak zorunda kaldı.
- Alo!
Semih Bey! Nihayet size ulaşabildim. Ben Avukat Nihat Yılmaz. Öncelikle başınız
sağ olsun efendim. Miras paylaşımı için buraya gelmeniz gerekiyor.
-Gelmem
şart mı? Bir sürü acil işlerim var. Ben gelemem oraya!
-Semih
Bey, fazla zamanınızı almaz. Zaten her şey hazır sayılır.
Telefonu
kapatınca sıkıntılı bir küfür savurdu ortaya. Tutunacak yer bulamayınca yere saçıldı
küfürler. Yola çıktı fazla vakit kaybetmeden. Bir an önce oradaki işleri
halledip, dönmek istiyordu.
Akşam
üzeri vardı kasabaya. Yıllardır gelmediği bu yer, eski havasını koruyordu.
Hiçbir şey değişmemişti. Sanki bir el tarafından, geçen zamanın dışında
bırakılmış, hep o anda kalmıştı.
Evlerinin
önüne geldiğinde; tahta çitin üzerinde küçük bir kız çocuğunun oturduğunu
gördü. Sapsarı saçları vardı. Örgüleri iki yana sarkan, kırmızı tokalı çok
güzel bir kız çocuğuydu. Semih’in ellerine bakıyordu bakışlarını ayırmadan.
-Semih!
Hoş geldin yeğenim.
Tanımıştı
amcasının sesini, başını çevirdi. Tekrardan dönüp bakınca çite, örgülü kızın
orada olmadığını gördü.
-Hoş
buldum amca. Sarı saçları olan örgülü kız kimin çocuğu?
-Hangi
sarı saçlı, örgülü kız oğlum? Öyle bir çocuk yok bu kasabada benim bildiğim.
-Neyse
… Yengem nasıl ne var ne yok?
-Nasıl
olsun, aynı. Yoktun cenazede. Aradı gözlerimiz seni.
-İş
güç. Bırakıp gelemedim amca.
Kapısı
kolayca açılan eve girdi iki adam. Her adım atışlarında gıcırdayan tahta
döşemeler sinirlerine dokundu Semih’in. Girişte, sağ tarafta kalan oda
kendisine aitti eskiden. Takılı kaldı gözleri bir an odaya.
-Nasıl
oldu anlayamadık. Turp gibiydi. Bir geldim ki yatağında hareketsiz yatıyor.
Gözleri de kocaman açılmış. Takdir-i ilahi işte. Eee evlat senden ne haber? Var
mı çoluk çocuk?
-Amca,
ben bekarım.
-Evlendirelim
seni o zaman yeğenim.
Sırıtkan
sözlerini duymazlıktan geldi Semih.
-Gel
bizde kal bu gece.
-Yok
sağ ol amca kalırım ben burada.
-Peki.
O zaman kal sağlıcakla.
Derin
bir sessizlik sardı evin duvarlarını. Kasabanın sokakları da eşlik etti bu
duruma. Hava kararana kadar öylece oturup kaldı bir köşede. Sert yumruk
darbeleriyle sarsılan kapı, çekip aldı dalıp gittiği düşüncelerinden. Açılan
kapının önünde genç bir kız duruyordu.
-Semih
abi, hoş geldin.
Yemenisinin
oyası ağzında, iki yana sallanarak konuşuyordu. Semih dikkatlice baktı, ama
nafile .
-Benim
ben, Nazlı! Tanıyamadın mı?
-Nazlı,
sen misin? Tanıyamadım bir an. Çok büyümüşsün.
Yanaklarının
pembeleşmesini karanlık gizledi. Sesi titriyordu bu sözler karşısında.
-Yemek
getirdim sana. Yoldan geldin. Açsındır.
-Zahmet
oldu.
-Yok
abi. Ne zahmeti. Afiyet olsun!
Tepsiyi
adamın ellerine bırakır bırakmaz kaçıp kayboldu karanlıkta.
Abisinin
sokaklardan taşan sesiyle uyandı ertesi sabah. “Semih!” diye haykırıyordu.
Sabahın bu saatinde yolun ortasında bağıran abisini garipsedi. Eskiden de
böyleydi zaten. Tuhaf davranışları vardı. Adam kapıyı yumruklamaya başladı
bağırdığı yetmiyormuş gibi.
-Lan
oğlum açsana!
İki
kardeş bir an göz göze geldi kapıyı açınca. İçeriye girmesi için kenara
çekildi.
-Cenazede
yoktun?
Yanıtsız
bıraktı sözlerini.
-Avukat
aradı herhalde.
-Evet.
-İyi.
Hallolur o işler. Dert etme.
-Etmiyorum
zaten! Ettiğimi nereden çıkarıyorsun?
-Bilmem!
Gelmezsin, gitmezsin. Konu miras olunca…
-Ne
zaman gideriz notere?
Abisinin
sözleri sinirlerini bozmuştu. Kasabaya geri dönmek mecburiyeti zaten yeterince
zordu.
-Bırak
şimdi noteri! Babamız öldü lan! Bir şey demeyecek misin? Üzülmedin mi?
-Annemiz
de öldü. Hem de biz küçükken. Kız kardeşimiz de… Olur yani öyle şeyler. Dert
etme!
Uzun
uzun sertçe baktı yüzüne abisi.
-Ben
gelirim seni almaya!
Deyip,
kapıyı çarpıp çıktı evden.
Nazlı;
defalarca süzdü kendisini ayna karşısında. Kıpkırmızı bir rujla , kenarlarına
taşırarak boyadı dudaklarını. Fırından yeni çıkardığı börek kolunun altında,
Semih’in kapısını çaldı heyecanla.
-Nazlı!
Bu ne hal? Dedi Semih donuk bakışlarla.
-Ne
varmış halimde?
-Hiç,
ne olsun. Bir şey yok.
-Semih
abi, börek getirdim sana sıcak sıcak.
-Zahmet
oldu sana yine.
Tepsiyi
alıp kapıyı kapatacaktı ki;
-İçeriye
buyur etmeyecek misin abi?
İki
yana sallanarak, işveli bir sesle konuşuyordu. Semih, çok yapmacık buldu bu
davranışını. Yine de buyur etti eve. Oturma odasındaki yeşil , gıcırtılı
kanepelere oturdular karşılıklı. Yemenisinin oyasını dişleriyle ezen Nazlı;
-Ne
iyi adamdı rahmetli.
Kızın
sözlerine karşılık hayretle baktı. “İyi adam!” Kimdi? Kendi babasından mı
bahsediyordu?
-Çay
demlemiştim. İçer misin?
-Ben
doldurayım abi. Sen otur, yorulma.
-Yok
Nazlı, otur sen!
Çay
eşliğinde yediler börekleri sessizce.
-Semih
abi! İstanbul nasıl bir şehir?
-Büyük,
kalabalık bir şehirdir. Hayırdır İstanbul’a mı taşınıyorsun?
Dedi
alaycı bir sesle.
Omuz
silkti dalga geçildiğini anlayan Nazlı.
-Merak
ettim sadece.
Kafasını
tamam anlamında sallayan Semih;
-Ben
biraz dolaşacağım Nazlı. Sen de evine dönsen iyi olur. Küçük yer burası laf
edenler olur.
-Öyle
ya! Sen şehirli kızlara alışkınsın.
Deyip, öfkeli bakışlarını halının; beyazlı sarılı
geyik desenine kilitledi. Nazlı’nın tavırlarından sıkılan Semih, montunu alıp
kalktı.
-Çıkarken
kapıyı çekersin. Ellerine sağlık. Börekler çok güzeldi.
Dışarıya
attı kendini. Saçlarını uçuruyordu ılık bahar rüzgârı. İçine çekti tozlu
havayı. Bir ağacın gövdesine verdi sırtını. Dün, akşamüstü gördüğü çocuğu yanı
başında buldu bir anda. Sarı saçlı, örgülü kız, ellerine baktı uzun uzun.
Ardından yavaş yavaş yürümeye başladı. Ara sıra arkasını dönüyor Semih’e
bakıyordu. Takip etmeye başladı kızı. Tanıdık gelen bir yanı vardı. Taşlı yolda
hızlanan çocuk, sık sık arkasını dönüp, ürkmüş gözlerle bakıyordu ellerine. Uzaktan
fark ettiği Semih’in, yürüyüşünü beğenmeyen amcası peşine takıldı. Kulaklarını
dış dünyaya tıkamış, amcasının seslenişlerini duymuyordu. Tamamen küçük
kıza aitti duyuları. Nefes nefese yetişen amcası, omzundan tutup sarstı
Semih’i.
-Nereye
gidiyorsun öyle? Sesleniyorum o kadar duymuyorsun!
-Hiçbir
yere.
Afallamış
halde baktı etrafına. Küçük kız gözden kaybolmuştu.
Öğleye
kadar evin çardağında oturup, geçmişini düşündü. Babasının kocaman göbeği,
çürük dişli, sarhoş ağzı, elinde kemeri geldi gözlerinin önüne.
“Sık
dedim ulan boğazını sık!” Korku dolu gözlerle baktıkça çocuk; babasının
elindeki kemer annesinin sırtında geziniyordu. “Sık dedim ulan sık!” Sarı
saçlı küçük kızın boğazını sıktıkça , gözleri büyüyordu. Aynı şekilde o boğazı
sıkan ellerin sahibinin de. “ Sık ulan dedim sana!”
Ellerin gevşemesine müsaade etmeyen baba, kan
içinde bırakıyordu annesini. Sımsıkı sardı sarı saçlı kızın boğazını. Kırmızı tokası yere düştü…
“
Semih... Semih… Semih!” Abisinin kendisini sarsmasıyla sıyrıldı girdabından.
-Kaç
kere seslendim. Çok derin dalmışsın.
-Evet.
Ne zaman gideriz.
-Anlaşıldı,
sen bizden bir an önce kurtulmak istiyorsun.
İki
kardeş, arabanın yanına kadar taşlı yolu yürüdüler. Son kez başını çevirip eve
baktı Semih, arabaya binmeden. Gözlerinin önüne; annesinin tavanda ipe asılı
cansız bedeni geldi.
“Beş
yaşındaki ikizlerinden birini öldüren anne, vicdan azabına dayanamayıp
kendisini astı!” Yazmıştı gazeteler.
“Bana bak lan! Ağzını açarsan gebertirim seni.
Duydun mu velet! Biriniz fazlaydınız zaten, hangi parayla bakacaktım lan ben
size? İkizmiş! Abin gelince hele bir şey anlat, hele bir dene, gör bak neler
ediyorum sana! Yürü git odana!”
Babasının bu tehdidi hala kulaklarında
çınlıyordu.
Arabaya
bindiler. Kasabanın çıkışında, yol kenarında, sarı saçlı, örgülü kızın ürkmüş
gözleriyle karşılaştı. Ve Semih bakışlarını ellerine çevirdi. Yol boyu öylece
kaldı.