‘’Bugün ağustosun ilk günü. Hava
sıcak, buğulu ve nemli. Yağmur yağıyor. Bir şiir yazasım var.
Benim için, şimdi sonsuzdur, sonsuzsa
durmadan değişir, akar, erir. Hayatsa şu andır. Geçip gittiğinde artık
ölmüştür.’’(Sylvia Plath)
Düşlerimi erteliyorum bu aralar ve
hayal kurma yetimi ve ritmimi kaybettim de.
Çatısı çöken o kulübede esir kalan
hayaletler var bir de ulvi notalar elbet havada asılı kalan da bir melodi:
şenlikli geçmesini isterken hayatın, şirazesi kayan gerçeklere itibar etmemden
dolayı mıdır ne, peşini topluyorum beynimdeki çekmeceleri bir bir açıp her şey
karman çorman olmuşken sessizliğe itaat edip hayatı müsveddeye geçiyorum: ah,
keşke tüm hayallerimi temize geçirip yeniden inşa etseydim ömrümü.
Yalnızlığın bodoslama daldığı
kundağım ve uçuşan duvağı mevsimin gerçi aidiyet duygum hala şekillenmedi ama
ait olmakla itaat etmek arasında gidip geliyorum ve içimdeki miskin çocuğu
parmağımda oynatıyorum belki de tam tersi hem daha dün gidip de almadım mı
kucak dolusu kitap ve defter yetmezmiş gibi sayısız fosforlu kalem.
Hayatın her an’ı elbet gözümde
tüterken şiirler soluduğum havayı da imgelerle çarpıp bölüyorum hecelere sonra
da yapıştırıyorum yanık ve titrek uçlarını.
Eş güdümlü bir yolculuk: derbeder
varlığımla asılı kaldığım yazgım ve yazın en sıcak günleri üstelik azıcık kaldı
ağustosa ve işte yolumun kesiştiği bir ihbar ve de yazar az evvel elime aldığım
günlükleri ve hızlıca okuyup yüreğime işlemek istiyorum yazarın duygu ve
düşüncelerini.
Bir alıntı olsa da yazımın başında
geçen ben aslında alınganlığımla restleşiyorum.
Az evvel tanımadığım bir adamın bana
selam vermesi ve köşe başında rastlaştığım o halis munis kadın üstelik yaşama
sevincini kaybetmemiş gerçi teslim olduğu akülü sandalyesinde bilemiyorum da
kimin kime ihtiyaç duyduğunu: sanırım o sandalye ihtiyaç duyuyor bu alımlı
kadına ve işte onun da ruhu kesişti bir sandalye ile ve ben yine aidiyet
duygumla resmediyorum hayatı: ah, bir de kabul görsem, demenin de mealidir
yüreğimi tüm insanlara açtığım.
Kramp giriyor ruhumdaki bulutlara ve
uçuşan saflığımla kötümserliğim aynı karede yüzleşip ortaya çıkarıyorum bir bir:
elbet eksikliklerim var ve eksi hanemdeki mutlak değerli sayılar. Bir de
sıfırladığım bir motor elbet hayal gücüme uzanıp ruhumu da katıksız hizmete
sunduğum ve kıyısından köşesinden nasipleniyorum hayatın da harala gürele
içerisinde geçtiği yetmezmiş güncelliyorum duygularımı ve ruhumu.
Duvarların üzerime üzerime geldiği
yetmedi yılların hengâmesi ve vişne renginin albenisiyle hayata bir renk biçmek
istediğim gelin görün ki siyahın tutarsız saltanatı ile beni kapana kıstırdığı.
Yazarın da vurguladığı üzere; bazı
duygular söze gelmiyor hatta ve hatta harfler yetmiyor ve kaç harfte asılı ise
yüreğim sökmek istiyorum ve daralan yolda karşıma çıkan ilk insanı kucaklamak.
Belki de mutsuzluk haddinden fazla bulaşıcı ve ördüğüm hiçbir yengi de yok ki;
renklerle ihya olan kâinatın kürediği umut ve yaşama sevinci olmasın.
Bir mikado çöpü olduğumu da biliyorum
artık üstelik onlarca sene evvel oynadığım ve büyük de keyif aldığım ve
sözcüklerin santrale bağladığı o sessizlikte numaralandırıyorum hayatı ve
güncemi kurguluyorum bir gün evvelden masa başına geçip karanlığı alt etmesini
beklediğim umut teknem ve ne yazık ki son günlerde mütemadiyen su aldığı
yetmezmiş gibi gönlümdeki saksıda kuşlar büyütüyorum ve her güne yaydığım
binlerce duygumla alt etmek istiyorum hayatın karanlık yüzünü ve mutlu olmak
adına bahaneler yaratıyorum.
‘’Simsiyah kapanıp yazdığım bir acı,
şimdi binlerce insanda varlık buluyor, yaşama gücüne dönüşüyor. Dünyayı ve
insanı kavramanın kapısını aralıyor. Anlamaya çalışıyorum. Elimden gelen sadece
bu. Hüzünle seviniyorum.’’(Ş. Erbaş)